KAVUK

Bir başlık türü.

Müellif:

Kavuk Türkçe’de “içi boş şey” demektir. Uygurca’da kağuk şeklinde geçer ve “mesane” anlamına gelir. Kâşgarlı Mahmud kelimenin mesane yanında “başlık” mânasını da zikreder (, III, 165). Birçok serpuş türü için kullanılan Arapça kalensüve (kalsüve, kulensiye, kalensiye, kalensât), Farsça kelûta kavukla aynı anlamdadır. Osmanlılar’da ise daha çok üzerine sarık sarılmış kalensüveye kavuk denir. İslâm dünyasında bilhassa Abbâsîler döneminde yaygınlaşan kavuğun kalensüveleri daha çok Türkler’in imalâtında mahir olduğu keçeden yapılmaktaydı. Bunlar “horasânî, deniyye, rusâfiyye, şâşiyye” gibi adlar alırlardı. Nisbelerinden Horasan, Bağdat (Rusâfe Bağdat’ın bir mahallesi) ve Mâverâünnehir’de bulunan Şâş’ta kalensüve imalâtının yapıldığı ve buraların kendine has kavuk stilleri olduğu anlaşılmaktadır. Mes‘ûdî, Halife Mu‘tasım-Billâh’ın, ağabeyi Me’mûn gibi Acem meliklerinin giydiği şâşiyye kalensüve giydiğinden ve halkın da ona uyduğundan söz eder (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, IV, 228). Abbâsîler devrinde değişik sınıf ve rütbelere göre farklı kavuklar giyilirdi. Meselâ kadılar taylasanlı uzun kalensüve (tavîle) kullanırlardı. Küpe benzeyen ve muhtemelen bu sebeple “deniyye” de denilen kavuk bir zirâ (yaklaşık 45 cm.) yüksekliğinde olur, kadılara heybetli bir görünüm verirdi (Mez, I, 316-317).

XIII. yüzyıldan günümüze ulaşan minyatürlü eserlerden, çini ve taş yapılardaki tasvirlerden Selçuklu dönemi kavukları hakkında bilgi edinilmektedir. Varaka ve Gülşah minyatürlerinde Varaka yer yer kırmızı, yeşil, taylasanlı kavukla tasvir edilmiştir. Cezerî’nin el-Câmiʿ beyne’l-ʿilm ve’l-ʿameli’n-nâfiʿ adlı eserinde (s. 10, 220, 263) katlar halinde destar sarılmış, omuzlara inen taylasanın uç kısmı işlemeli değişik renkli kavuklar görülmektedir.

Osmanlılar horasânî, üsküf, yûsufî, selîmî, kallâvî, örf, mücevveze gibi adlarla anılan birçok kavuk türü kullandılar. İlk dönemlerde bilhassa seferlerde daha çok üsküf giyilmesi âdetti. Hoca Sâdeddin Efendi’nin verdiği bilgiye göre Orhan Bey’in oğlu Süleyman Paşa’nın icadı olan üsküf I. Murad zamanında yaygınlaşmış, keçeden yapılan börk ağır altın sırmalarla süslenerek padişahlara, mevki ve makam sahibi kişilere has bir başlık durumuna gelmiştir. Hoca Sâdeddin, ilk Osmanlı sultanlarının Bursa’da mezarları başındaki sırmalı taçların üzerine sarılan yûsufî destarın burmalarının eşşiz olduğunu, dolama dilimlerindeki kıvrımların nerede sona erdiğini en keskin gözlerin bile kestiremeyeceğini yazar (Tâcü’t-tevârîh, I, 68). Yûsufî daha çok bir destar şekliydi ve Hz. Yûsuf’a nisbetle bu adı almıştı. Ancak başa geçecek tarafı dar, tepeye doğru genişleyen üstü dilimli, tepe kısmı hariç diğer kısımları tülbentle örtülü bir tür kavuğa da bu ad verilmiştir. Daha çok padişahın tahta çıkarken giydiği yûsufî üzerinde üç siyah sorguç bulunurdu. Padişah vefat ettiğinde tabutu başına siyah sorguçlu yûsufî kavuk konulurdu.

Fâtih Sultan Mehmed’in kanunnâmesinde, “Hizmetkârlarına mücevveze giydirmek vüzerânın ve kazaskerlerin ve defterdarların yoludur ve beylerbeyiler ve sancak beyleri üsküf yürütmek gerekir” ifadesi yer alır (Akgündüz, I, 321). Mücevveze 30-35 cm. boyunda, mukavvadan, yukarıya doğru genişleyen yuvarlak (üstüvânî) şekilde yapılır ve üzerine beyaz tülbent çekilirdi. Tepe kısmında ceviz gibi kırmızı kumaştan bir ilâve yapılırdı ki kavuğun adı da bundan gelmektedir. Yavuz Sultan Selim’e nisbetle selîmî denilen kavuk 65 cm. kadardı. Mücevvezeden daha uzun olan selîmînin yukarısı ağzından genişçe, tepesi yarık ve düzdü. Üzerine tülbent sarılırdı. Yeniçeri Ocağı’nın ilgasına kadar padişahlar birtakım değişikliklerle bu kavuğu giydiler. Tevkiî Abdurrahman Paşa Kanunnâmesi’nde belirtildiğine göre önceleri pâyeye mahsus ve pâyesi olmayanların perişânî giymeleri teamülken bu usul XVII. yüzyılın ortalarından itibaren terkedilmiş ve daha sonra vezirlerin selîmî veya kallâvî giydikleri yerlerde devlet erkanının selîmî giymesine izin verilmiştir. Vezirler padişahın huzuruna çıktıklarında selîmî giyerlerdi. Mevlid alaylarında vezirler, nişancı, defterdarlar, yeniçeri ağası, mîr-i alem, rikâb ağaları, bölük ağaları, çavuşbaşı, reîsü’l-küttâb, cebecibaşı selîmî giyerlerdi. Kanunnâmede sözü edilen kallâvî sadrazam ve vezirlerin giydiği, kesik kenarları yuvarlak piramit şeklinde bir kavuktu. 40 cm. uzunluğundaki kavuğun üzerine gayet ince Hint tülbendi sarıldıktan sonra sola doğru dört parmak genişliğinde sırma bir şeritle süslenirdi.

Osmanlı ulemâsı daha çok örf giymiştir. Takke, fes ve emsali başlıkların üzerine sarılan sarığa örf tabir edilirdi. Bunlar önceleri gelişigüzel sarıldığı halde I. Ahmed devrinden itibaren usule tâbi tutulmuştur. İlmiye sınıfının derecelerine göre değişik kavuklar kullanılırdı. Hâcegân sınıfının kavuklarına kafesli destar sarılırdı.

Muhtelif sınıflardaki memurların kendilerine has kavukları vardı. Bunların bazıları paşâî, kâtibî gibi mesleğe nisbetle anılırdı. Topçu zâbitleri kalafat giyerlerdi. Kavukta giyenin mesleğiyle ilgili işaretler bulunabilirdi. Serdengeçtiler kavuklarını tüylerle süslerlerdi. Doğancılar, şahinciler av veya doğan tüylerinden tezyinat yaparlardı. Kavuk üzerine ulemâ beyaz; tarikat mensupları beyaz, kırmızı, yeşil, siyah; halk ise ağbanî sarık sarardı. Sarık sarılış şekline göre dardağan, silme, burma gibi adlar alırdı. Sarığın sarkık olarak bırakılan ucuna taylasan denirdi. Tarikat ehlinin ve şeyhinin giydiği kavukların dilimlerinin sayıları da farklı anlamlar taşırdı. Kişinin sahip olduğu mevkii gösteren kavuğu mezar taşına da işlenirdi.

Osmanlılar’da II. Mahmud dönemine kadar kavukçuluk meslekî bir sınıftı. Minyatürleri Nakkaş Osman tarafından çizilen 990 (1582) tarihli Surnâme-i Hümâyun’da takyeciler, keçe külâh yapanlar, sarıkçılar, arakçin dikicileri yani kavukçu ustaları gösterilmiştir. Minyatürdeki atölyedükkânda ustalardan birinin ateşi körükleme tasviri kavukların sıcak kalıplandığına işaret etmektedir (vr. 216a). Padişahların kavuğu Topkapı Sarayı’nda Sarık Odası veya Revan Odası denilen yerde sarılırdı. 1829’da çıkarılan elbise nizamnâmesiyle çok değişik kavukların yerine düzenin sağlanması için fes giyilmesi kararlaştırılmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

, III, 165.

R. Dozy, Dictionnaire détaillé des noms des vêtements chez les arabes, Amsterdam 1845, s. 188, 240-244, 281, 298, 305-312, 365-371, 395.

, s. 583.

Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, [baskı yeri yok] 1984 (Dârü’l-hicre), IV, 228.

İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî, el-Câmiʿ beyne’l-ʿilm ve’l-ʿameli’n-nâfiʿ fî ṣınâʿati’l-ḥiyel, Ankara 1990 (tıpkıbasım), s. 10, 59, 96, 120, 157, 209, 220, 257, 263.

, I, 39-40, 68.

Tevkiî Abdurrahman Paşa, Kānûnnâme (, I/3 [1331] içinde), s. 514, 517-519, 521, 531.

Mahmud Şevket Paşa, Osmanlı Teşkilât ve Kıyâfet-i Askeriyyesi, İstanbul 1325, s. 28-33.

Nakkaş Osman, Surnâme-i Hümâyun, TSMK, Hazine, nr. 1344, vr. 16b-17a, 180b-181a, 216a, 352b-353a.

, s. 55, 217-221.

, I, 316-317.

Emin Cenkmen, Osmanlı Sarayı ve Kıyafetleri, İstanbul 1948, s. 30, 192-193.

Nureddin Sevin, Onüç Asırlık Türk Kıyafet Tarihine Bir Bakış, Ankara 1973, s. 16-17, 45-48, 62, 70.

İzzet Kumbaracılar, Serpuşlar, İstanbul, ts. (Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu), s. 10-11, 18-19.

Salâh Hüseyin el-Ubeydî, el-Melâbisü’l-ʿArabiyyetü’l-İslâmiyye fî ʿaṣri’l-ʿAbbâsiyyi’s̱-s̱ânî, Bağdad 1980, s. 94-95, 97, 100, 108-109, 115-116, 136-137.

Özden Süslü, Tasvirlere Göre Anadolu Selçuklu Kıyafetleri, Ankara 1989, s. 16, 20, 27, 30, 33, 41, 48-49, 83-84.

Ahmet Akgündüz, Osmanlı Kanunnâmeleri ve Hukukî Tahlilleri, İstanbul 1990, I, 321.

, I, 55, 64; II, 133-134, 142, 149, 213, 217-218, 593-595, 746, 758; III, 129-130, 161, 189-191, 560-561, 639.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2002 yılında Ankara’da basılan 25. cildinde, 71-72 numaralı sayfalarda yer almıştır.