KAYSER

Araplar’ın Roma ve Bizans imparatorları için kullandıkları unvan.

Müellif:

Aslı Grekçe kaisar olan kelimenin Arapça’ya oldukça erken bir dönemde Ârâmîce yoluyla girdiği ileri sürülmektedir (Fraenkel, s. 278 vd.). İslâmiyet’in ortaya çıkışı sırasında Araplar Bizans imparatoruna kayser dedikleri gibi Sâsânî hükümdarları için kisrâ, Habeş hükümdarları için necâşî ve Mısır genel valisi için mukavkıs unvanını kullanıyorlardı.

Araplar’ın, İslâm’ın doğuşundan yüzyıllarca öncesinden beri kayser unvanını Roma ve daha çok Bizans imparatorları için kullandıkları bilinmektedir. Milâttan sonra VI. yüzyıl başlarında Bizans imparatoru, müttefiki Gassânî emîrini (phylarkhos) yüksek bir şeref unvanı olan patrikios ile (Ar. bitrîk) onurlandırmış, emîr, kayserin vasalı olan bir kral sıfatıyla taç giymiş, böylece kayser, Gassânîler’in ve Kuzeybatı Arabistan’daki bütün halkın en yüksek hükümdarı olarak kabul edilmişti. Bu dönemde Lahmîler ve Arabistan’ın kuzeydoğusundaki halk da Sâsânî hükümdarlarını en yüksek hâkim diye görmekteydiler. Câhiliye devri Arap şairi İmruülkays ve daha sonraki şairler kayser ve kisrâ kelimelerini güç ve servet sembolü olarak kullanmışlardır.

Siyer, hadis, tefsir kitaplarında ve çoğunlukla tarih kaynaklarında kayser kelimesi özel isim gibi yer almıştır. Meselâ Hz. Peygamber, Ebû Bekir ve Ömer zamanında yaşayan Bizans İmparatoru Herakleios’tan kendi ismi Hirakl’in yanı sıra “kayser, melikü’r-Rûm, azîmü’r-Rûm” şeklinde bahsedilmiştir. İslâm tarihi kaynaklarında kayser yerine melikü’r-Rûm ifadesinin daha çok kullanıldığı görülmektedir. Taberî (Târîḫ, III, 1234), 223’te (838) Zibatra’ya saldıran Bizans İmparatoru Theophilos’tan Tûfil b. Mîhâîl sâhibü’r-Rûm veya melikü’r-Rûm diye söz etmiş, İbnü’l-Esîr (el-Kâmil, X, 65), Malazgirt Savaşı’ndan bahsederken Bizans İmparatoru IV. Romanos’u Armânûs melikü’r-Rûm diye zikretmiştir. İbn Sa‘d (eṭ-Ṭabaḳāt, I, 75, 78), Hz. Muhammed’in büyük dedesi Hişâm b. Abdümenâf’ın Suriye’ye giden Mekkeli tâcirlerin güvenliğini sağlamak için kayserden bir geçiş mektubu aldığını söyler. Kaynaklarda, Resûl-i Ekrem’in, Dihye b. Halîfe el-Kelbî eliyle Busrâ valisine İmparator Herakleios’a verilmek üzere bir mektup gönderdiği, imparatorun yeni peygamber hakkında sorular sorduğu ve Sâsânî hükümdarının aksine İslâm’a temayül gösterdiği, fakat tebaasından çekindiği için yeni dini kabul etmediği kaydedilmektedir (bk. DİHYE b. HALÎFE). Buhârî (“Tefsîr”, 66/2) ve İbn Mâce’de (“Zühd”, 11), Hz. Ömer’in Resûl-i Ekrem’in mütevazi hayatını kisrâ ve kayserin lüks hayatı ile karşılaştırdığı nakledilir. Hudeybiye Antlaşması müzakereleri sırasında Kureyş elçisi olarak Hz. Peygamber’e gelen Urve b. Mes‘ûd’un geri döndükten sonra Mekke ileri gelenlerine, “Birçok krala, kaysere, kisrâ ve necâşîye elçi gittim, fakat Muhammed kadar çevresindekiler tarafından saygı gören bir kişiye rastlamadım” dediği belirtilir (Buhârî, “Şürûṭ”, 15; , III-IV, 314). Ayrıca hadis kitaplarında, “Kisrâ yok olursa kendisinden sonra kisrâ, kayser yok olursa kendisinden sonra kayser olmaz. Onların hazinelerini Allah yolunda harcayacaksınız” (Buhârî, “Farżu’l-ḫumus”, 8, “Eymân”, 3, “Cihâd”, 157; Müslim, “Fiten”, 75; Vâkıdî, II, 460) ve, “Benim ümmetimden kayserin şehrini (İstanbul) ilk kuşatanlar günahlarından affedilecektir” (Buhârî, “Cihâd”, 93) şeklinde iki hadis rivayet edilmektedir.

Rûm sûresindeki âyetlerden (30/1-5), Hz. Peygamber’in ve müslümanların Mekke döneminde ateşperest kisrâya karşı savaşan Bizans İmparatoru Herakleios’tan yana olduğu anlaşılmaktadır. Medine döneminde Bizans İslâm devletinin düşmanı sayılmış ve müslümanların kayserin başşehri İstanbul’a sahip olacağı görüşü benimsenmiştir. Buna göre kayserin ülkesi artık dârü’l-harb ve kaysere karşı mücadele cihad kabul edilmiş, böylece İslâm öncesi devirde Araplar’ın kaysere duyduğu saygı İslâm’ın daha ilk safhasında yok olmuştur. Yermük Savaşı’nda ve daha sonra Emevîler’in ve ilk dönem Abbâsîler’in Bizans’a karşı kazandığı başarılar sayesinde bu düşünce İslâm dünyasında daima canlılığını korumuştur. Makedonya hânedanı zamanında (867-1056) Bizans savaş alanlarında üstünlük elde etmeye başladıysa da bu durum uzun sürmedi. Malazgirt Savaşı’nı (1071) kazanan ve Anadolu’ya yerleşen Türkler, İslâm dünyasıyla Bizans arasında yeni münasebetler zinciri başlattı. Türkler’in Bizans’a karşı elde ettiği askerî başarılar ve Anadolu’nun Türkleşmesi kayserlerin hâkimiyet alanını daralttı. Anadolu Selçukluları ve Osmanlılar’ın Bizans’a karşı kazandıkları zaferler kayserlerin önemini giderek azalttı. Fâtih Sutan Mehmed’in 1453’te İstanbul’u fethetmesi üzerine Bizans Devleti ile birlikte kayserin hâkimiyeti de sona erdi.

Roma İmparatorluğu’nda kayser, Gajus Julius Caesar’dan gelen bir kelime olarak daha sonraki Julius-Cladius ailesinin unvanı şeklinde kullanılmıştır. Romalılar genelde “imperator” kelimesini tercih etmişlerdir. Roma İmparatorluğu’nun 395’te ikiye bölünmesiyle iki kayser oluşmuş ve bu unvanın kullanımı Batı ve Doğu imparatorluklarının yıkılışına kadar (476, 1453) sürmüştür.

Roma’da 800’de Büyük Karl, Papa III. Leo’nun da yardımıyla kayser unvanını tekrar canlandırdı ve hıristiyan dünya devleti anlayışını devraldı. Karonejler zamanında kayser unvanı çeşitli İtalyan prenslerine intikal etti. 962’de Büyük Otto tarafından kullanılmaya başlanan bu unvan yalnızca Alman kralı olarak seçilmiş olanların elinde kaldı. Böylece I. Maximilian’a kadar (1508) Alman kralı seçilenler, papa tarafından taç giydirilmek kaydıyla Kutsal Roma-Germen imparatoru unvanı ile kayser unvanına da sahip oldular. Bu unvanla son taç giyen Hükümdar V. Karl olmuştur (1530). Daha sonraki dönemlerde Alman dünyasında kayser unvanı giderek sembolik bir değer taşımaya başlamıştır. Kayser II. Franz, Napolyon savaşları sırasında Fransa’ya karşı daha etkili biçimde mücadele edebilmek ve yeni bir siyasî yapı oluşturmak amacıyla hânedanına intikal eden toprakları bir araya getirdi ve Avusturya kayseri unvanını alarak taşımakta olduğu, 1806’da tarihe karışacak olan Kutsal Roma-Germen imparatoru unvanından feragat etti (1804). 18 Ocak 1871’de Hohenzollern hânedanından Prusya Kralı I. Friedrich Wilhelm, Fransa’nın yenilmesiyle kurulup 1 Aralık 1918’de çöken Alman İmparatorluğu’nun kayseri oldu. Kayser unvanı Alman dünyası dışında Rusya’da çar unvanına denk olarak kullanıldı ve Büyük Petro ile beraber Rusya’nın kuvvetlenmesine paralel bir gelişme gösterdi, giderek genel bir kabul gördü.

2 Aralık 1804’te Napolyon kayser unvanını aldıysa da unvanının Avrupa ve Osmanlı Devleti tarafından tanınması kazandığı büyük askerî zaferlerden sonra gerçekleşti (1806). Böylece Avrupa’da kayser unvanına sahip hükümdarların sayısı dörde yükseldi. Bu unvan, 2 Aralık 1852’den itibaren Almanya karşısındaki 1870 yenilgisine kadar III. Napolyon tarafından da benimsendi. İngiltere Kraliçesi Victoria 1 Ocak 1877’de Hindistan imparatoriçesi (kayser-i Hind) ilân edildi. Kayser unvanı, Brezilya (1822-1889) ve Meksika’da (1864-1867) buralara hükümdar olarak gönderilen Avrupa hânedanlarına mensup prensler tarafından da kullanıldı. Ayrıca Çin, Japonya, Habeşistan ve İran’da buna denk düşen unvanlar görülmektedir.

Osmanlı padişahları Fâtih Sultan Mehmed’den itibaren, özellikle de XVI. yüzyılda kayser unvanını benimsemişlerdir. Bu yüzyıllarda müslüman ve hıristiyan dünyaları, aynı unvanı kıskançlıkla sahiplenen Osmanlı ve Alman hükümdarları tarafından temsil edilmekteydi. Osmanlı hükümdarları, bilhassa XVII. yüzyılda Alman imparatorlarına kayser olarak hitap etmeyip diplomatik yazışmalarda onları küçümseyen başka unvanlar kullanmışlardır. İki dünya arasındaki rekabetten kaynaklanan bu duruma rağmen ortak coğrafyada o zamanlar gerçekte yalnızca meşrû iki kayser bulunmaktaydı. Hıristiyan dünyasının kayserinin bu unvanını Osmanlılar resmen 1606 tarihli Zitvatorok Antlaşması ile tanıdılar. Ancak özellikle Osmanlı uyruğu olan Balkan hıristiyanları ve Macarlar için tarihî ve ideolojik bir çağrışım zenginliği içeren kayser/çar unvanına resmî yazışmalarda genellikle yer verilmediği ve onun yerine içi boş birer kavram olarak İmperator Romanorum, Romai csaszar veya Romayi çasar lakaplarının benimsendiği, bunun da 1559’dan itibaren Habsburglar’la yapılan bazı resmî yazışmalarda kullanılmış olduğu görülmektedir. Daha XVI. yüzyılda Fransa krallarına verilen padişah unvanının ise bu anlamda Alman imparatorunun aşağılanması amacı dışında bir önemi olmadığı açıktır.

Bizans’ın fethinden sonra Osmanlı padişahları orta zamanlar Sırpça’sı ile düzenledikleri belgelerde “çar, veliki çar” gibi lakaplar kullandılar. Osmanlı şairleri padişahlarını “Rum’un kayseri”, tarihçiler ise “kayser mülkünün vârisi” olarak yücelttiler. II. Bayezid kendini Grekçe nâmelerinde “Basilius basileon” veya “Magistos basileus” şeklinde tanımlar. Kanûnî Sultan Süleyman bir nâmesinde kendini “Rum kayseri” diye niteler. “Kayser ve Cemşîd tahtının vârisi, asrın ve zamanın kayserlerine hükmedici” türünden unvanlar Osmanlı hükümdarlarının nâmelerindeki yoğun unvan sıralamalarının başında yer almakta ve onların tek bir cihan devleti ve tek bir kayser iddiasında olduklarını ortaya koymaktadır. Osmanlılar, Avrupa’da güçlenen yeni devletlerin hükümdarlarının kayser unvanını ancak olağan üstü gelişmeler sonucunda tanımışlardır. Avrupa’da Rus çarlarının bu unvanını kalıcı olmak kaydıyla kabul etmek zorunda kalan son devlet 1774 Küçük Kaynarca Antlaşması neticesinde Osmanlı Devleti olmuştur.


BİBLİYOGRAFYA

Buhârî, “Tefsîr”, 66/2, “Şürûṭ”, 15, “Farżu’l-ḫumus”, 8, “Eymân”, 3, “Cihâd”, 93, 157.

Müslim, “Fiten”, 75.

İbn Mâce, “Zühd”, 11.

, II, 460, 555.

, I-II, 37, 62; III-IV, 314, 607.

, I, 75, 78, 259; IV, 251.

, II, 77-78.

, I, 1559-1567; III, 1234.

, VI, 479; X, 65.

, I, 76.

, I, 473.

Fraenkel, Die aramäischen Fremdwörter im Arabischen, Leiden 1886, s. 278 vd.

J. Wellhausen, Skizzen und Vorarbeiten, Berlin 1889, IV, 98.

M. Canard, “Les relations politiques et sociales entre Byzance et les arabes”, Dumbarton Oaks Papers, XVIII, Washington 1964, s. 35-36.

M. Köhbach, “Çasar oder Imperator? Zur Titulatur der römischen Kaiser durch die Osmanen nach dem Vertrag von Zsitvatorok (1606)”, , sy. 82 (1992), s. 223-234.

A. Schaade, “Kayser”, , VI, 483-484.

A. Fischer v.dğr., “Ḳayṣar”, , IV, 839-840.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2002 yılında Ankara’da basılan 25. cildinde, 94-96 numaralı sayfalarda yer almıştır.