KENZ-i MAHFÎ

Hakk’ın zâtının mutlak bilinmezliğini ifade eden bir tasavvuf terimi.

Müellif:

Sözlükte “gizli hazine, saklı define” anlamına gelen kenz-i mahfî terkibini Muhyiddin İbnü’l-Arabî “her tür izâfet ve nisbetlerden mücerred kadîm ve ezelî olan Hakk’ın zâtı”, Abdürrezzâk el-Kâşânî ise, “Gaybde saklı bulunan ahadiyyet hüviyeti olup gizli olanların en gizlisidir” şeklinde tanımlamıştır. Burada mutlak anlamda gizli (gayb, sır) olan hüviyete ve zâta kenz-i mahfî denilmesi onun hiçbir zaman bilinemeyeceğini ifade etmek içindir.

Kenz-i mahfî tabiri hadis olarak da rivayet edilen, “Bilinmeyen gizli bir hazine idim, bilinmek istedim, bilineyim diye halkı (kâinat) yarattım” (Aclûnî, II, 132) ifadesinden alınmıştır. Burada geçen “istedim” (ahbebtü) muhabbet, “bilinmek” (u‘refü) mârifet kökünden geldiği için mutasavvıflar kâinatın yaratılışını muhabbet ve mârifetle açıklamışlardır (İbnü’l-Arabî, s. 203). Buna göre Hak’tan başka hiçbir şeyin bulunmadığı zamanda Hak bilinmeyi istemiş, böylece ilk olarak sevgiyle tecelli etmiştir (taayyün-i hubbî). Bu sevginin amacı ise bilinmektir (mârifet). Âlemi yaratınca artık O mâruf (bilinen ve tanınan) olmuştur. Fakat bu bilinme sıfat ve isimlerinin zuhur etmesi şeklindedir ve O sadece bu yönden bilinir hale gelmiş, mutlak gayb olan hüviyeti ve zâtı itibariyle yine gizli bir hazine olarak kalmıştır. Allah, kâinat var olmadan evvel ne kadar gizli ise var olduktan sonra da o kadar gizlidir. Bu sebeple mutasavvıflar hadiste geçen, “Gizli bir hazine idim” ifadesini, “Gizli bir hazineyim” şeklinde anlamak gerektiğini, buradaki “idim” kelimesinin zamanı ifade etmediğini önemle belirtmişlerdir. Bu söz, Hakk’ın isim ve sıfatlarıyla ezelden beri zuhur ve tecelli ettiği, böylece zâtı itibariyle bilinemezken zuhur ve tecellileriyle bilinmekte olduğu, yani bilinirliğinin zât mertebesinde değil isim ve sıfat mertebesinde olduğu anlamına gelir.

İlâhî zâtın sonsuz tecellilerin kaynağı olduğu halde kendisinde herhangi bir eksilmenin söz konusu olmaması O’nun bitmez tükenmez bir hazineye benzetilmesine sebep olmuştur. Mutasavvıfların âlemin yaratılışını ve varlığını muhabbet ve mârifetle açıklamaları da buna dayanır. Âlem muhabbetle var olmuş, ahadın zâtî sevgisinden vücuda gelmiştir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Benim dinim muhabbet dinidir” derken bu zâtî sevgiye işaret etmiştir (, s. 302, 480).

Hazine benzetmesini ilk defa kullanan sûfînin Amr b. Osman el-Mekkî (ö. 291/904) olduğu kaydedilmektedir. Attâr, Amr b. Osman el-Mekkî’nin elinde Gencnâme (Kitâbü’l-Kenz) adlı bir eser bulunduğunu, âlemin ve Âdem’in yaratılışıyla ilgili birtakım sırlar ihtiva eden bu eseri özenle koruduğunu belirtir ve Hallâc-ı Mansûr’un bu eseri çaldığı şeklindeki bir rivayeti nakleder (Teẕkiretü’l-evliyâʾ, II, 37, 38). Daha sonra Hallâc da Kitâbü’ṭ-Ṭavâsîn’de gizli, hatta tılsımlı hazine (genc-i mutalsam, kenz-i mutalsam) benzetmesini kullanmıştır.

Attâr’ın ifadesiyle, “Hak hazine, bütün kâinat tılsımdır” (Câmî, s. 600). Bütün tecellilerde ve bunların güzelliğinde bir büyü, bir çekicilik vardır. Tılsımlı olan bu tecelliler Hakk’ın zâtını örtmekte ve onun bilinmesine engel olmaktadır. Nitekim yeri bilinmesin diye toprağa gömülen hazineye de tılsım yapılır. Abdülganî en-Nablusî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin hakîkat-i Muhammediyye anlamında kullandığı “tılsımlı gizli hazine” (el-kenzü’l-mutalsemü’l-mahzûn) ifadesini yorumlarken tılsımın “gözetlemek ve korumak” anlamına geldiğini, imkân perdesiyle örtülü olan ilâhî hazinenin şeriat ve hakikatle korunduğunu belirtir (, s. 984).

İbn Haldûn “Gizli bir hazine idim” ifadesinin İbnü’l-Arabî ve İbnü’l-Fârız gibi tecellî görüşünden hareket edenler tarafından âlemin yaratılışını açıklamada hareket noktası olarak alındığını ve bu düşüncenin bir tür felsefî yoruma benzediğini söyler (Şifâʾü’s-sâʾil, s. 59). İbnü’l-Arabî’den önceki tasavvuf kaynaklarında da rastlanan bu söz (Herevî, s. 639, 645) İbnü’l-Arabî’den sonra tasavvuf edebiyatında sık sık kullanılmış, sûfî müellifler âlemin yaratılışını açıklamak istedikleri zaman mutlaka bu ifadeye atıfta bulunma ihtiyacını duymuşlardır.

İbn Teymiyye’ye göre kenz-i mahfî hadisi olarak anılan söz “sahih olmadığı gibi zayıf bir hadis bile değildir, mevzûdur” (Mecmûʿu fetâvâ, XVIII, 122, 376). Ali el-Kārî ise bu sözün hadis olmamakla birlikte taşıdığı mânanın, “İns ve cinni bana ibadet etsin diye yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) meâlindeki âyete uygun olduğunu, zira bu âyetteki “ibadet etsinler” ifadesini bazı müfessirlerin “beni tanısınlar” şeklinde yorumladığını söyler. İbnü’l-Arabî’ye göre, “Gizli bir hazine idim” ifadesi nakil açısından sabit değilse de keşfen sahih bir hadistir. Bu görüş bütün mutasavvıflar tarafından benimsenmiştir. Kenz-i mahfî Türk tasavvuf edebiyatında sıkça işlenen bir konudur. Niyâzî-i Mısrî’nin, “Zihî kenz-i hafî k’andan gelir her var olur peydâ” mısraıyla başlayan şiiri çok tanınmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

, s. 639, 645.

, s. 487, 524.

Ferîdüddin , Tahran 1370, II, 37, 38.

, s. 203.

Necmeddîn-i Dâye, Mirṣâdü’l-ʿibâd (nşr. M. Emîn Riyâhî), Tahran 1365, s. 2, 49, 122, 124, 401.

Saîdüddin el-Fergānî, Meşâriḳu’d-derârî (nşr. Seyyid Celâleddin Âştiyânî), Tahran 1357 hş., s. 644.

Azîz Nesefî, el-İnsânü’l-kâmil, Tahran 1403/1983, s. 43, 371.

, XVIII, 122, 376.

, s. 70.

Alâüddevle-i Simnânî, el-ʿUrve li-ehli’l-ḫalve ve’l-celve, Tahran 1361 hş., s. 9, 79, 394, 459, 545.

İbnü’l-Hatîb, Ravżatü’t-taʿrîf (nşr. Muhammed el-Kettânî), Beyrut 1970, s. 520, 584.

, s. 59.

Muhammed Pârsâ, Şerḥ-i Fuṣûṣü’l-ḥikem (nşr. Celîl-i Nejâd), Tahran 1366 hş., s. 484.

, s. 600.

İsmâil Hakkı Bursevî, Kenz-i Mahfî, İstanbul 1290, s. 2.

, II, 132.

Bedîüzzamân Fürûzanfer, Eḥâdîs̱-i Mes̱nevî, Tahran 1347 hş., s. 29.

Ebü’l-Alâ Afîfî, Taʿlîḳātü’l-Fuṣûṣi’l-ḥikem ( içinde), II, 64, 91.

, s. 302, 480, 583, 984, 1266.

Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı – Selçuk Eraydın), İstanbul 1987-91, I, 43, 61; II, 56, 75; IV, 164, 166, 257.

Cevâd Nurbahş, Ferheng-i Nurbaḫş, Tahran 1369 hş., II, 127.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2002 yılında Ankara’da basılan 25. cildinde, 258-259 numaralı sayfalarda yer almıştır.