LÂT

İslâm öncesi Arap toplumundaki putlardan biri.

Müellif:

İslâm’dan önce Arap çok tanrıcılığında, üstün bir varlıkla (Allah) insanlar arasında aracılık işlevi yüklenmiş olan ikinci derecedeki tanrılardan biri de Lât adı verilen puttur. Lât kelimesinin iki farklı etimolojisi söz konusu edilmektedir. Arap müellifleri Lât adını “kırıp ezmek, karıştırmak, yoğurmak” anlamındaki lett kökünden türetmektedir. Arapça’da özellikle arpa, nâdiren de buğday ununu su veya yağla karıştırmaya “lette’s-sevîk”, bu işi yapana da “lât” denilmektedir. Rivayetlere göre, bu şekilde hazırladığı yemeği Tâif’teki bir kayanın yanında orayı ziyarete gelenlere ikram etmeyi âdet haline getiren bir kişi Lât diye adlandırılmış, ölünce de kabri ziyaret yeri haline gelmiş ve kendisine tapınılmıştır. Bu kişinin Sakīfli olduğu ve Amr b. Lühay tarafından putlaştırıldığı veya Amr b. Lühayy’in kendisi olduğu da nakledilmektedir. İbnü’l-Kelbî ise Tâif’teki kayanın yanında buğday dövmeyi âdet edinmiş bir yahudiden bahsetmektedir (, “ltt” md.; Kitâbü’l-Eṣnâm, s. 14, not 166).

Menât ve Uzzâ gibi Lât da Kudüs mâbedine Menasseh tarafından konulan (II. Krallar, 21/7) ve Yoşiya tarafından yıktırılan (II. Krallar, 23/6-7) kıskançlık putu Astarte’nin şekillerinden (avatar) biridir; aynı unvan Ugarit metinlerinde Aşera için söz konusudur. Bu husus dikkate alındığında arpa veya buğday unundan yiyecek şeyler yapma işi, Eski Ahid’deki “kıskançlık takdimesi” adı verilen ve sadece arpa unundan yapılan bir İbrânî uygulamasını (Sayılar, 5/15) hatırlatmaktadır (T. Fahd, Le panthéon, s. 112). Tanrıya tereyağı, un veya tahıldan mâmul takdimelerin sunulması Sâmî geleneğinde bilinmektedir. Sunağın bekçisi (sâdin) bu tür malzemelerden yiyecekler yapıyor ve kutsal yemeğe iştirakin bir sembolü olmak üzere ziyaretçilere ikram ediyor yahut satıyordu. Dolayısıyla Tâif’teki kutsal kayanın yanında yerleşmiş, kendisine getirilen kadınların suçluluk veya suçsuzluğunu tesbit için bu uygulamayı yapan bir yahudi kohen ya da bir Arap kâhin düşünülebilir. Takdim edilen arpa unundan bir avuç ateşe atılıyor, kalanıyla da din adamı yolculara satmak veya vermek üzere pide yahut başka yiyecek yapıyordu (böyle bir uygulama için bk. Heysemî, IX, 264-265).

İkinci etimolojiye göre lât kelimesi “tanrıça” anlamına gelen “el-ilâhe”nin bozulmuş şeklidir veya Allah lafzının sonundaki he harfi kaldırılarak yerine müenneslik eki olan tâ harfi getirilmek suretiyle oluşturulmuştur (, “Lât” md.). Fakat Lât için Rabbe veya Tâğıye denildiği halde ilâhe sıfatı hiç kullanılmamakta, özellikle şiirde ilâhlaştırılan güneş ilâhe diye nitelenmektedir. Diğer taraftan Lât ile el-ilâhe arasında bir türetme ilişkisinin bulunmadığı, ayrıca sonundaki tâ harfinin müenneslik takısı olmayıp kelimenin asıl harflerinden olduğu gerekçesiyle bu etimolojilere karşı çıkılmaktadır. Lât kelimesinin Akkadca’daki Tanrı ismi El’in müennesi olan Ilat’ın bir varyantı olduğu da düşünülebilir; ancak ilâhe gibi Ilat’ın da güneşle (şems) aynîleştirilmesine karşılık Lât’ın güneşle ilgili bir özelliği yoktur. Lât kelimesi Herodot’ta Alilat, Akkadca metinlerde Allatum şeklinde geçmekte, ayrıca Safevî, Palmir ve Ârâmî metinlerinde yer almaktadır (, V, 697). Kelimenin Arapça’da “yönelmek” anlamındaki leyy kökünden geldiği, insanlar ona yöneldikleri, onu tavaf ettikleri için bu ismi aldığı da ileri sürülmekte (Zemahşerî, V, 641), daha başka etimolojilerden de söz edilmektedir (Râzî, XXVIII, 295, 297).

Etimolojisi ne olursa olsun İslâm öncesi Arap toplumunda Menât ve Uzzâ ile birlikte Lât en çok saygı gören putlardandı. Lât, Semûd kavminin soyundan gelen Sakīfliler’in putu idi ve Mekke’den tapınağının bulunduğu Tâif’e, el-Batrâ’dan (Petra) Hîre’ye, Halep’ten Tedmür’e (Palmira) kadar Yakındoğu coğrafyasının her yerinde kendisine saygı gösteriliyordu. Bulunduğu çevreye göre farklı şekiller alıyor, Tâif’te kare biçiminde beyaz bir taşla, Tedmür’de gerçek bir kraliçe heykeliyle, hatta kıllı vücutlu, buruşuk aslan burunlu, yırtıcı kuş kanatlı ve ayaklı, elinde yılan olan bir kadın şeklinde tasvir ediliyor (Maspero, I, 691; Sourdel, s. 73), Helenistik etkiyle Astarte gibi bir deniz veya Athena gibi bir savaş ilâhesi haline dönüşüyordu (Fahd, l’Arabie préislamique, s. 404).

En ilkel şekliyle Hicaz’da bulunan Lât sadece, altında hediyelerin muhafaza edildiği bir çukur bulunan dört köşe, nakışlı, beyaz bir kaya parçası şeklinde tasvir ediliyordu. Buraya Lât’ın bekçiliğini yapan Sakīf kabilesinden Attâb b. Mâlik oğulları, tıpkı Kâbe gibi üzerinde örtü bulunan ve “beytü’r-rabbe” denilen bir bina yapmışlardı, ayrıca mâbedin görevlileri ve bekçileri vardı. Kureyş’le birlikte bütün Araplar’ın tâzim ettiği Lât’a ait Hicaz’ın değişik yerlerinde sunaklar mevcuttu; bunlardan biri de Nahle’de bulunuyordu. Sakīfliler’in her seferden dönüşte öncelikle ziyaret ettikleri bu mâbede gelenler sadece kurban takdimiyle yetinmiyor, tavaf da yapıyorlardı. Lât’ın tapınağının bulunduğu vadide Mekke’deki Harem’e tekabül eden kutsal bir bölge vardı ki burada da ağaç kesmek ve avlanmak yasaktı.

Lât’ın Tâif’teki önemi, sunağının bulunduğu bu şehrin ekonomik ve turistik cazibesinden kaynaklanıyordu. Kureyşliler ile Sakīfliler arasındaki rekabet ve düşmanlık sebebiyle Tâif’teki beyaz taş Mekke’deki siyah taşın (Hacerülesved) karşılığı kabul edilmiş ve Tâif bir tür hac mekânı olmuştur. Kabileler arası görüşmeler sonucunda Kureyşliler, Tâifliler’e karşı olmalarına rağmen Lât kültünü benimsemişlerdir. Uzzâteyn (iki Uzzâ) diye adlandırılan Lât ve Menât eskiliklerine rağmen en önemlileri olan Uzzâ’nın kızları olarak kabul edilmiştir.

Lât’ın sunağı Hz. Peygamber’in emriyle yıkılmış, bu sırada başlarına bir felâket gelmesinden kaygılanan Sakīfliler yıkım işini korku içinde izlemişler, kadınlar örtülerini yırtarak dövünmüşlerdir. Mugīre b. Şu‘be’nin görevlendirildiği yıkım işi tamamlanınca Resûl-i Ekrem’in emriyle oradaki altın ve değerli taşlardan oluşan hazine Ebû Süfyân’a verilmiştir.

Kur’ân-ı Kerîm’de Lât ismi Uzzâ ve Menât ile birlikte anılmaktadır (en-Necm 53/19-20; ayrıca bk. GARÂNÎK). Hadislerde müşrik Araplar’ın Lât, Menât ve Uzzâ’ya yemin ettikleri, yanlışlıkla Lât ve Uzzâ’ya yemin eden kişinin hemen kelime-i tevhidi söylemesi gerektiği belirtilmekte, Lât ve Uzzâ’ya tapınılıncaya kadar kıyametin kopmayacağı bildirilmektedir (, I, 183, 186-187, 265, 303, 368, 370; Buhârî, “Edeb”, 74; “İstiʾẕân”, 52, “Eymân ve’n-nüẕûr”, 5, 7; Müslim, “Ṣıfâtü’l-münâfiḳīn”, 38).


BİBLİYOGRAFYA

, “Lât” md.

, “ltt” md.

, X, 249-251.

, I, 183, 186-187, 265, 303, 368, 370.

Buhârî, “Edeb”, 74, “İstiʾẕân”, 52, “Eymân ve’n-nüẕûr”, 5, 7.

Müslim, “Ṣıfâtü’l-münâfiḳīn”, 38.

İbnü’l-Kelbî, Kitâbü’l-Eṣnâm (nşr. ve trc. R. Klinke-Rosenberg), Leipzig 1941, s. 14.

, I, 125-127.

Zemahşerî, el-Keşşâf, Riyad 1998, V, 641-642.

, XXVIII, 295-297.

, IX, 264-265.

G. Maspero, Histoire ancienne des peuples de l’orient classique, Paris 1895, I, 691.

D. Sourdel, Les cultes du Ḥaurân à l’époque romaine, Paris 1952, s. 73.

R. Dussaud, el-ʿArab fî Sûriye ḳable’l-İslâm (trc. Abdülhamîd ed-Devâhilî), Kahire 1959, s. 111-126.

, VI, 227-235.

Toufic Fahd, Le panthéon de l’Arabie centrale à la veille de l’hégire, Paris 1968, s. 112.

a.mlf., l’Arabie préislamique et son environnement historique et culturel, Leyde 1989, s. 404.

a.mlf., “al-Lāt”, , V, 697-698.

F. V. Winnett, “The Daughters of Allah”, , XXX (1940), s. 113-130.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 107-108 numaralı sayfalarda yer almıştır.