LÜBNAN

Ortadoğu’da Akdeniz’e kıyısı olan ülke.

Bölümler İçin Önizleme
Madde Planı
  • 1/4Müellif: DİABölüme Git
    Kuzeyi ve doğusu bir hilâl şeklinde Suriye topraklarıyla kuşatılmış olan Lübnan güneyde 60 kilometrelik bir sınırla İsrail’e komşudur; batıda ise Akde…
  • 2/4Müellif: MUSTAFA L. BİLGEBölüme Git
    II. TARİH İbrânîce Lebānon, Süryânîce Lebnān, Arapça Lübnân, Grekçe Libanos, Latince Libanus ve günümüz bazı Batı dillerinde Lebanon şeklinde kullanıl…
  • 3/4Müellif: CENGİZ TOMARBölüme Git
    III. KÜLTÜR ve MEDENİYET Lübnan’ın jeopolitik konumu ve kozmopolit etnik yapısı ülkenin tarihine olduğu kadar kültürel yapısına da damgasını vurmuştur…
  • 4/4Müellif: Ş. TUFAN BUZPINARBölüme Git
    Osmanlı Dönemi. Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine giren bölgenin idaresiyle ilgili yapılan yeni düzenleme sonunda Lübnan’ın yönetimi, Memlükler adına gö…

Müellif:

Kuzeyi ve doğusu bir hilâl şeklinde Suriye topraklarıyla kuşatılmış olan Lübnan güneyde 60 kilometrelik bir sınırla İsrail’e komşudur; batıda ise Akdeniz’e açılır. Tek meclisli ve çok partili bir rejimle yönetilen ülkenin resmî adı el-Cumhûriyyetü’l-Lübnâniyye, yüzölçümü 10.400 km2, nüfusu 4.376.900 (2003 tah.), başşehri Beyrut (1.100.000), diğer önemli şehirleri Trablusşam (240.000), Sayda (140.000) ve Sur’dur (110.000).

I. FİZİKÎ ve BEŞERÎ COĞRAFYA
Oldukça sade bir görünüm sergileyen yüzey şekillerinin ana çizgilerini Lübnan dağları (Cebelilübnan) belirler. Bu dağlar kuzey-güney doğrultusunda 160 km. uzunluğunda olmak üzere ülkeyi baştan başa katedip toplam yüzölçümünün yaklaşık yarısını kaplar. Kuzeye doğru gidildikçe yüksekliği ve genişliği artan kalker yapılı Lübnan dağlarının kuzey kesiminde 3088 metreye erişen Kurnetüssevde zirvesi ülkenin en yüksek noktasıdır. Lübnan dağlarıyla Akdeniz’in arasına, doğu-batı doğrultusundaki genişliği yer yer 40 kilometreyi bulan dar bir kıyı ovası girer. Lübnan dağlarıyla daha doğudaki Antilübnan dağları (Cebelüşşarkī) arasında da Bikā‘ (Bekā‘, Bekaa) vadisi yer alır. Doğu Afrika’nın Göller bölgesinden Anadolu topraklarına kadar uzanan dünyanın en büyük fay hattı üzerinde bulunan Bikā‘ çukurunun tabanına batıdaki Lübnan dağlarından ve doğudaki Antilübnan dağlarından çok dik yamaçlarla inilir. Buna karşlık Lübnan dağlarının Akdeniz’e bakan batı yamaçları kıyı düzlüğüne ve aynı şekilde Antilübnan dağlarının doğu yarısı da Suriye topraklarına tedrîcen alçalır.

Ülkenin iklimi kıyıdan içeriye doğru gidildikçe değişiklik gösterir. Kıyı kesiminde Akdeniz iklimi hüküm sürer; burada kışlar yumuşak ve yağışlı, yazlar sıcak ve nemlidir. Lübnan dağlarının batı yamaçlarında yağışlar boldur; yüksek kesimlerine ise yağış kar şeklinde düşer. İki dağ sırası arasında bulunan Bikā‘ vadisinde karasal, hatta çöl iklimi özellikleri taşıyan bir iklim hâkimdir. Kıyı şeridinde 900 mm. kadar olan ortalama yıllık yağış tutarı Lübnan dağlarının bazı yüksek kesimlerinde 1500 milimetreye kadar çıkar. Bikā‘ vadisinde yağışın 400 milimetrenin de altında olduğu kesimler vardır. Bitki örtüsünü teşkil eden sedir ormanlarının yoğun biçimde Lübnan dağlarında bulunması, bu ağaç türünün bitki coğrafyasında bu dağların adıyla (Cedrus libani “Lübnan sediri”) olarak anılmasına yol açmıştır. Eskiçağ’lardan beri gemi inşasında çok kullanılan Lübnan sedirleri bütün Akdeniz dünyasında olduğu gibi günümüzde bu ülkede de azalmış, yer yer küçük alanlar halinde kalmıştır. Sedirin azalmasından sonra Lübnan dağlarının batı yamaçlarında çeşitli çam türlerinin yetiştirilmesine başlanmıştır. Ancak yine de orman alanlarının eski asırlara göre gerilemesine rağmen Lübnan dağları halen Ortadoğu’nun en sık bitki örtüsüyle kaplı kesimidir. Ülkede genellikle Lübnan dağlarının yamaçlarından doğarak Akdeniz’e ulaşan kısa boylu fakat suyu bol akarsulara rastlanır. Bikā‘ vadisindeki Ba‘lebek eşiğinden doğarak güneye doğru akan ve Lübnan sınırları içerisinde denize dökülen Leytani (Leontes) nehriyle kuzeye doğru akan ve Lübnan’dan sonra Suriye topraklarından geçip Türkiye sınırları içinde Akdeniz’e ulaşan Âsi (Orontes) nehri diğerlerinden daha uzun ve daha önemlidir.

Resmî dili Arapça olan Lübnan dinî ve etnik bakımdan çok karışık bir ülkedir. Derin vadiler araziyi birinden diğerine geçilmesi güç kompartımanlara böldüğünden buralarda çeşitli din ve etnik gruplardaki halk âdeta ayrı cemaatler halinde yaşar; bu cemaatlerin başlıcaları Sünnî müslümanlar (kıyı kesiminde), Şiî müslümanlar (Bikā‘ vadisinde ve güneyde), Katolik Mârûnîler (büyük bölümü Lübnan dağlarında), Dürzîler (Lübnan dağlarının orta kesiminde), Ortodoks Rumlar (kıyı şehirlerinde) ve Katolik Ermeniler’dir (güneyin kırsal kesimlerinde). Bunların oranı hakkında resmî istatistikler bilgi vermemekte, gayri resmî kaynakların verdiği bilgiler de birbirini tutmamaktadır.

Kıyı bölgelerinde turunçgillerle muz ve zeytin, Lübnan dağlarının kıyı ovasına bakan alt yamaçlarında -taraça ziraatı sistemiyle- elma, armut, şeftali, üzüm ve Bikā‘ vadisinde tahıl, patates, kavun ve çeşitli sebzeler üretilen Lübnan’ın ekonomisi çoğunlukla tarıma dayanır. Tarımın yanı sıra hayvancılık da yapılır (dağlık coğrafyanın sonucu olarak daha çok keçi, daha az koyun ve büyükbaş hayvan). Akdeniz sularındaki hızlı kirlenme kıyı balıkçılığına darbe indirmiştir. 1975’te başlayan iç savaş da o yıllara kadar ekonomide önemli bir yeri olan ticaret ve bankacılık sektörüne darbe indirmiştir ve halen bu etkinliklerin yeniden canlandırılmasına çalışılmaktadır. Yer altı zenginlikleri bakımından fakir olan ülkede (az miktarda linyit ve demir) sanayi faaliyetleri daha çok besin, dokuma, yapı malzemeleri imalâtı ve petrol rafinajı üzerinedir. Başlıca limanlarından petrol, zeytinyağı, işlenmiş yün ve özellikle işlenmiş mücevher ihraç edilir. Turizm gelirleri de iç savaştan sonra önemli ölçüde azalmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

P. Birot – J. Dresch, La Méditerranée et le Moyen-Orient, Paris 1956, s. 445-449.

Necdet Tunçdilek, Güneybatı Asya, İstanbul 1962, s. 26-27, 34, 65, 82; a.e. (Fizikî Ortam), İstanbul 1971, s. 28, 176.

a.mlf., “Ortadoğu Memleketlerinin Coğrafî Problemlerine Kısa Bir Bakış”, Türk Coğrafya Dergisi, sy. 18-19, İstanbul 1959, s. 137-152.

Sami Öngör, Orta Doğu (Siyasî ve İktisadî Coğrafya), Ankara 1969, s. 217-227.

M. C. Şehâbeddin Tekindağ, “Lübnan”, , VII, 101-102.

D. Chevallier, “Lubnān”, , V, 793-796.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 243-244 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

II. TARİH
İbrânîce Lebānon, Süryânîce Lebnān, Arapça Lübnân, Grekçe Libanos, Latince Libanus ve günümüz bazı Batı dillerinde Lebanon şeklinde kullanılan Lübnan kelimesinin Sâmî dillerde “beyaz” anlamında lbn kökünden geldiği, karla kaplı dağların beyaz görüntüsünden dolayı bölgeye bu adın verildiği kaydedilmektedir. Tarihi milâttan önce 3000 yıllarına kadar götürülebilen Lübnan Fenikeliler, Asurlular, Bâbilliler, Persler ve Makedonya Krallığı gibi birçok kavim ve devletin ardından milâttan önce 64’ten itibaren Roma İmparatorluğu’nun, daha sonra da Bizans’ın hâkimiyeti altına girmiştir. Hem Akdeniz ticaretinin hem Suriye üzerinden bütün Asya ticaretinin yönlendirildiği Lübnan toprakları Roma ve Bizans İmparatorluğu’nun da en hareketli bölgeleri arasında yer almış, Avrasya ticaretinin önemli temas noktalarından birini oluşturan sahil şehirleri İslâm döneminde de aynı işlevini sürdürmüştür.

Bizans İmparatoru Herakleios’un yenilgiye uğratılmasıyla sonuçlanan Yermük Savaşı’ndan (15/636) sonra İslâm orduları günümüz Suriye, Lübnan, Ürdün ve Filistin topraklarına hâkim oldular. Bölge müslümanlar için ticarî, hıristiyanlar için dinî açıdan önemli idi. Mekkeliler’in ticaret kervanlarını Suriye’ye bağlayan yol Lübnan topraklarından geçiyordu. Hz. Îsâ Sûr (Tyre) ve Sayda (Sidon) şehirlerine ayak basmış, havârilerden Aziz Pavlus Sûr’da bir kilise inşa etmişti. Bölge, Hz. Ömer döneminde 14 (635) yılından itibaren sürdürülen fetihler neticesinde Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ın başkumandanlığında Yezîd b. Ebû Süfyân ve kardeşi Muâviye’nin kumandasındaki ordular tarafından İslâm topraklarına katıldı. Halife Ömer bölgeyi önce Yezîd’in, onun ölümünden sonra da Muâviye’nin yönetimine verdi. Hz. Osman devrinde bölge valisi Muâviye tarafından görevlendirilen Süfyân b. Mücîb el-Ezdî Trablus’u kuşatarak fethetti. Muâviye bu dönemde çok sayıda yahudiyi buraya yerleştirdi (Belâzürî, s. 181, 182). Fethinden itibaren Ürdün askerî eyaletine (cünd) bağlı olan Sûr hariç, Dımaşk askerî eyaletine bağlı olan Lübnan bölgesi Emevîler devrinde de bu konumunu devam ettirdi. Muâviye hilâfet merkezini Dımaşk’a nakledince Lübnan’ın da dahil olduğu Suriye bölgesinin (Bilâdüşşam) önemi arttı. Emevîler döneminde özellikle Bizans’a yönelik seferler sırasında Bizans’tan gelebilecek tehlikeler karşısında güçlü bir savunma oluşturabilmek amacıyla bölgenin sahil kesiminin imar ve iskânına önem verildi. Benî Rebîa ve Benî Hanîfe gibi Arap kabileleri bölgeye yerleştirildi. Bu arada çeşitli İranlı kabileler Beyrut, Sûr ve Sayda şehirlerinde iskân edildi. Haleflerinin de Muâviye’nin bu politikasını devam ettirmeleri sonucunda Lübnan’da İslâmiyet hızla yayıldı. Bölgenin nüfus yapısında önemli yeri olan Mârûnîler, hemen hemen aynı dönemlerde Bizans içindeki mezhep çatışmaları sebebiyle bölgeye yerleştiler. Bütün bu grupların yanında Bizans kaynaklarında Mardaites (Merdeîler), Arap kaynaklarında Cerâcime olarak adlandırılan ve çıkardıkları isyanlarla sık sık problem oluşturan bir grup da VIII. yüzyılda bölgeye yerleşti. Bizans gazâlarıyla meşgul olan ve kendilerine “zühhâdü’s-sugūr” denilen dervişler ise daha ziyade sahil bölgelerinde iskân edildi. Böylece Emevîler devrinde genel olarak Lübnan’da tarımla uğraşan hıristiyanlarla Trablus, Beyrut, Sayda ve Sûr gibi sahil şehirlerinde gazâ ile meşgul olan müslümanlardan oluşan bir toplumsal yapı ortaya çıktı. Bu dönemde Bizans donanması birkaç defa sahil şehirlerine saldırdıysa da alınan tedbirler sonucunda başarılı olamadı.

Arap coğrafyacıları, Lübnan toprakları içinde bulunan Sayda ve Sûr şehirlerinin hem ticarî hem de Dımaşk şehrini korumaları açısından taşıdıkları askerî ve stratejik öneme dikkat çekmişlerdir. Belâzürî’ye göre Halife Hişâm b. Abdülmelik Akkâ’daki tersaneyi Sûr şehrine nakletmiş, böylece şehir müslümanların deniz kuvvetleri üssü haline gelmiştir (a.g.e., s. 169). Bu dönemde şehre yapılan su kuyuları ve dağıtım şebekesi, eserini X. yüzyılın ikinci yarısında yazan coğrafyacı Makdisî’ye göre şehrin su ihtiyacını karşılamaktaydı. Abbâsîler, Emevîler’in bölgede uyguladıkları politikayı devam ettirerek Lübnan’ın Dımaşk’a bağlı olan idarî yapısını korudular ve sahil şehirlerini tahkime önem verdiler. Ancak devlet merkezini Suriye’den Irak’a nakletmeleri bölgenin siyasî konumunu zayıflattı. Bu durum Abbâsî valilerinin daha serbest hareket etmelerine ve zaman zaman halka zulmetmelerine sebep oldu. Nitekim bölgede Abbâsîler’in ilk döneminde haraç âmiline karşı Müneytıra’da çıkan isyan bu tür uygulamalara karşı bir tepki olarak ortaya çıktı. Abbâsîler, Bizans saldırılarına ve isyanlara karşı bölgede yeni düzenlemeler yapmak zorunda kaldılar. Beyrut, Sayda ve Trablus gibi sahil şehirlerine gerçekleştirilen Bizans saldırılarıyla iç kesimlerdeki isyanları önlemek üzere bölgeye Tenûhîler, Kilâbîler gibi Arap kabileleri yerleştirildi.

Abbâsîler’in zaman içinde zayıflamaları sonucunda merkeze uzak bölgelerdeki valiler bağımsızlıklarını elde etmeye başladılar. Lübnan toprakları IX. yüzyılın son çeyreğinde Tolunoğulları’nın hâkimiyetine geçti. Bu dönemde Lübnan’ın güney kesimlerinde yayılma imkânı bulan İsmâilî-Karmatî hareketi özellikle bölgenin istikrarında önemli rolü olan Tenûhîler tarafından kabul gördü. Lübnan, X. yüzyıl başlarında Tolunoğulları’nın yıkılmasıyla kısa süreli olarak tekrar Abbâsî âmillerinin yönetimine girdi. Ardından bir dönem İhşîdîler’in idaresi altına giren bölge 358’den (969) itibaren tedrîcî olarak Fâtımîler’in hâkimiyetine geçti.

Fâtımîler devrinde Lübnan’ın siyasî ve dinî tarihini günümüze kadar etkileyen önemli değişiklikler gerçekleşti. Esasen Lübnan, özellikle Abbâsîler’den itibaren yönetim merkezlerine uzak ve yarı müstakil konumu sebebiyle öteden beri İsmâilîlik, Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler için uygun bir nüfuz alanıydı. İsmâilîlik bölgede IX. yüzyılın başlarından itibaren yayılmaya başlamıştı. Fâtımîler’in politikası sonucu Lübnan’da Şiîler’in nüfuzu arttı. 1047 yılında Lübnan’a gelen Nâsır-ı Hüsrev, Trablus ve Sûr halkının büyük kısmının Şiî olduğunu kaydeder (Sefernâme, s. 20, 21). Halife Hâkim-Biemrillâh devrinde Dürzîlik de yayılma imkânı buldu. Sünnîler daha ziyade şehirlerde yaşamaya devam ettiler. Bölgenin dinî yapısındaki bu köklü değişme XI. yüzyılda çeşitli gruplar arasında çatışmalara sebep oldu. Kısa süreli ve istikrarsız Selçuklu hâkimiyeti sırasında bölgede Sünnîlik tekrar yaygınlaşmışsa da Selçuklular’ın kendi aralarındaki ihtilâfların bir neticesi olarak bölgenin özellikle sahil kesimleri tekrar Fâtımîler’in eline geçti. Fâtımîler döneminde bölgeye gelen seyyahların verdikleri bilgilerden Lübnan’da tarımın çok geliştiği, Bizans, İtalya, Sicilya, Endülüs ve Mağrib’den gelen gemiler kanalıyla yapılan canlı bir ticarî faaliyetin olduğu anlaşılmaktadır.

Öte yandan Lübnan, gerek ticarî gerek dinî önemi sebebiyle hıristiyan dünyasının ilgi odağı olmaya devam etti. 364’te (975) Bizans İmparatoru I. Ioannes Çimiskes, Beyrut’u ele geçirdiyse de Fâtımîler şehri hemen geri aldılar. I. Haçlı Seferi sırasında Lübnan sahil şehirlerine karşı yapılan Bizans seferleri bir süre daha devam ettikten sonra varılan anlaşmalar neticesinde bölge istikrara kavuştu. XI. yüzyılın ikinci yarısında Fâtımîler’in bölgede hâkimiyetleri zayıflamaya başlayınca Sûr’da Ukaylîler, Trablus ve civarında Ammâroğulları müstakil hânedanlıklar kurdular. XII. yüzyıl başlarında Lübnan topraklarına giren Haçlılar 1124’te bütün sahil şehirlerini ele geçirdiler. Böylece bugünkü Lübnan toprakları Ba‘lebek ve iç bölgeler dışında Haçlı yönetimi altına girmiş oldu. Haçlılar döneminde Lübnan üç idarî bölüme ayrıldı. Beyrut’un kuzeyinden Trablus’a kadar olan bölge Trablus Kontluğu’na (1099-1291), Beyrut, Sayda ve Sûr Kudüs Krallığı’na (1109-1289) bağlıydı. Lübnan’ın iç kesimleri ise müslümanların hâkimiyeti altında bulunuyordu.

Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin Hittîn zaferi (583/1187) ve ardından Kudüs’ü fethi (585/1189) Lübnan topraklarında yeni gelişmelere yol açtı. Selâhaddin, Beyrut ve Sayda’yı da fethederek Trablus Kontluğu ile Kudüs Krallığı arasındaki irtibatı kopardı. Onun ölümüyle ortaya çıkan iktidar mücadelelerinden faydalanan Haçlılar 1197’de bu şehirleri tekrar ele geçirdiler. Ardından Eyyûbîler ve Haçlılar arasında yapılan anlaşmalarla Lübnan’ın sahil kesimi Eyyûbî devri boyunca Haçlılar’ın elinde kaldı.

664 (1266) yılından itibaren Lübnan topraklarını almak için Haçlılar’la mücadele eden Memlük Sultanı I. Baybars 1271’de Trablus Kontluğu’na bağlı pek çok kaleyi fethetti. Ancak Haçlı tehlikesi karşısında anlaşarak geri çekilmek zorunda kaldı. Lübnan topraklarıyla ilgili olarak Haçlılar’la çeşitli anlaşmalar yapan Kalavun, idaresinin son yılarında Trablus’u geri almayı başardı (688/1289). 690’da (1291) sahil şehirlerini ele geçirerek Haçlı hâkimiyetine son veren el-Melikü’l-Eşref Halîl b. Kalavun bu şehirlerin kale ve istihkâmlarını yıktırdı. Memlükler’in bölgedeki tam hâkimiyetleri, XIV. yüzyıl başlarında kendilerini uzun yıllardır uğraştıran Kesrevan’daki Dürzî ve Nusayrî zümreleri yenmeleri ve bölgeye bazı Türkmen aşiretlerini yerleştirmeleriyle gerçekleşti.

Bölge, Memlükler döneminde eskiden olduğu gibi Suriye (Bilâdüşşam) idarî yapılanmasına dahildi. Bu devirde Suriye toprakları Dımaşk, Halep, Hama, Trablus, Safed ve Kerek nâibliklerinden oluşuyordu. Lübnan’ın kuzeyi Trablus nâibi tarafından yönetiliyordu. Memlük sultanı tarafından tayin edilen Trablus nâiblerinin memlük askerî hiyerarşisinde en yüksek rütbe olan emîr-i mie ve mukaddemü’l-elflerden seçiliyordu. Bu durum Kuzey Lübnan’ın bu dönemde önemli bir merkez olduğunu göstermektedir. Yine bu devirde Beyrut ve daha güneydeki şehirler Dımaşk nâibliğine bağlı dört birimden birini oluşturuyordu. Dımaşk nâibü’s-saltanasının tayin ettiği Ba‘lebek nâibi Lübnan’ın iç kesimlerinden sorumluydu. Ba‘lebek nâibine bağlı Beyrut ve Sayda ise valiler tarafından yönetiliyordu. Köyler ve kasabalar emir, şeyh veya mukaddem olarak adlandırılan ve statüleri farklılık gösteren liderlerin idaresi altındaydı.

Memlükler bölgeye geldiklerinde sahil şehirleri daha ziyade Katolik hıristiyanlar tarafından iskân edilmişti. Özellikle Fâtımî hâkimiyetinde Dürzîlik, İsmâilîlik ve Nusayrîlik gibi gayri Sünnî mezhepler bölgede yaygınlaşmıştı. Memlükler döneminde Lübnan’ın nüfus yapısı müslümanlar, özellikle de Sünnîler lehinde gelişti. Selçuklular’ın XI. yüzyılda başlattığı bölgeyi yeniden Sünnîleştirme süreci Memlükler tarafından pekiştirildi. Lübnan’ın sahil kesimi Memlükler devri boyunca Haçlı saldırılarına mâruz kaldı. Bunun sonucu olarak sahil şehirleri tekrar tahkim edildi. Dürzî, Nusayrî ve Mârûnîler’in zaman zaman çıkardığı isyanlar Memlük kuvvetleri tarafından bastırıldı.

Lübnan, XIV. yüzyıldan itibaren güçlü Memlük hâkimiyeti altında istikrarlı bir dönem geçirmiştir. Bu dönemde Venedik, Ceneviz, Amalfi, Pisa ve Kıbrıslı tüccarların gemilerle Lübnan’ın sahil şehirlerine geldikleri, Beyrut’ta bu tâcirlere ait hanlar olduğu bilinmektedir. Beyrut milletlerarası ticaret merkeziydi ve Trablus’la birlikte doğu-batı yönündeki baharat ticaretinin ana limanlarının başında yer alıyordu. Şehirde bir gümrük idaresi vardı. Gümrük Dımaşk nâibinin gönderdiği idareciler tarafından yönetiliyordu. Venedik ve Cenevizliler’in Haçlılar devrinde bölgede açtıkları konsolosluklar, hanlar ve kiliseler Memlükler döneminde de faaliyetlerini sürdürmüştür. Memlükler, hıristiyanlarla yaptıkları ticarî anlaşmalarla onların haklarını koruyacaklarına ve kutsal mekânlarına zarar vermeyeceklerine dair menşurlar akdetmişlerdir. Lübnan, 922 (1516) yılında Yavuz Sultan Selim’in Suriye-Mısır seferi sırasında Osmanlı hâkimiyetine girmiştir.

Bölgeyi dolaşan seyyahlar Lübnan’ın Osmanlı öncesindeki dönemleri hakkında dikkat çekici bilgiler vermişlerdir. Nâsır-ı Hüsrev’den sonra bölgeye gelen seyyahlardan biri yahudi asıllı Tudelalı Benjamin’dir (XII. yüzyıl). Aynı devirde Şerîf el-İdrîsî Sûr şehrindeki cam, seramik ve tekstil sanayiinden bahseder. Bölgenin özellikle Haçlı hâkimiyetindeki dönemi hakkında bilgiler İbn Cübeyr’in seyahatnâmesinde yer almaktadır. İbn Battûta’nın eserinde de Lübnan’ın Memlükler devrindeki durumuna dair bilgiler bulunmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

, s. 167-183.

İbnü’l-Fakīh, Muḫtaṣaru Kitâbi’l-Büldân (nşr. M. J. de Goeje), Leiden 1302, s. 19, 25, 123.

, s. 325-328.

, s. 56.

, s. 174.

, s. 188-189.

Nâsır-ı Hüsrev, Sefernâme (trc. Abdülvehap Tarzi), İstanbul 1985, s. 18-23.

, tür.yer.

İbn Cübeyr, er-Riḥle, Beyrut 1400/1980, s. 259-283.

, bk. İndeks.

Ebü’l-Fidâ, Taḳvîmü’l-büldân (nşr. Ch. Schier), Dresden 1846, s. 60.

Mufaddal b. Ebü’l-Fezâil, Histoire des sultans mamlouks (nşr. ve trc. E. Blochet), Paris 1928, III, 23.

İbn Battûta, er-Riḥle, Kahire 1322/1904, I, 58-59.

, IV, 112-115, 147-154.

, I/3, s. 902-903.

H. Lammens, La Syrie, Beyrouth 1921, II, 39 ve not 3.

N. Ziadeh, Urban Life in Syria under the Early Mamluks, Beirut 1953.

I. M. Lapidus, Muslim Cities in the Later Middle Ages, Cambridge 1967.

R. S. Humphreys, From Saladin to the Mongols, Albany 1977, bk. İndeks.

Ali Sevim, Suriye ve Filistin Selçukluları Tarihi, Ankara 1983, s. 133-134.

P. K. Hitti, Târîḫu Lübnân (trc. Enîs Ferîha), Beyrut 1985.

M. Ali Dannâvî, Ḳırâʾe İslâmiyye fî târîḫi Lübnân ve’l-mınṭıḳa, Trablus 1985.

Sâlih b. Yahyâ, Târîḫu Beyrût (nşr. F. Hours – K. Salibî), Beyrut 1986.

, I, 205-253; III, 352-358.

D. Gilmour, “Lebanon”, The Middle East (ed. M. Adams), Oxford 1988, s. 420-432.

Ömer Abdüsselâm Tedmürî, Lübnân, mine’l-fetḥi’l-İslâmî ḥattâ suḳūṭi’d-devleti’l-Ümeviyye: 13-132 h./634-750 m., Trablus 1410/1990.

a.mlf., Lübnân, min ḳıyâmi’d-devleti’l-ʿAbbâsiyye ḥattâ suḳūṭi’d-devleti’l-İḫşîdiyye: 132-358 h./750-969 m., Trablus 1412-13/1992.

a.mlf., Lübnân, mine’s-siyâdeti’l-Fâṭımıyye ḥatte’s-suḳūṭ bi-yedi’ṣ-ṣalîbiyyîn: 358-518 h./969-1124 m., Trablus 1414/1994.

a.mlf., “el-Fetḥu’l-İslâmî ve siyâsetü’l-iskân li-sâḥili Dımaşḳ (Lübnân)”, Bilâdü’ş-Şâm fî ṣadri’l-İslâm (nşr. M. Adnân el-Bahît – İhsan Abbas), Amman 1987, II, 333-372.

Lamia Rustum Shehadeh, “Lebanon in Ancient Texts”, Quest for Understanding (ed. S. Seikaly v.dğr.), Beirut 1991, s. 3-13.

Kamal S. Salibi, “Mount Lebanon under the Mamluks”, a.e., s. 15-32.

Lübnân fî târîḫih ve türâs̱ih (haz. Âdil İsmâil), Beyrut 1993, I-II.

M. Beyyûmî Mehrân, el-Müdünü’l-Fînîḳıyye: Târîḫu Lübnâni’l-ḳadîm, Beyrut 1994, tür.yer.

W. E. Kaegi, Bizans ve İlk İslâm Fetihleri (trc. Mehmet Özay), İstanbul 2000, s. 167-168, 179-215, 377-379.

M. C. Şehâbeddin Tekindağ, “Dürzî Tarihine Dair Notlar”, , X (1954), s. 147.

a.mlf., “Lübnan”, , VII, 102-107.

D. Chevallier, “Lubnān”, , V, 787-798.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 244-246 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

III. KÜLTÜR ve MEDENİYET
Lübnan’ın jeopolitik konumu ve kozmopolit etnik yapısı ülkenin tarihine olduğu kadar kültürel yapısına da damgasını vurmuştur. Fethinden itibaren bütün sahil şehirleri, Bizans saldırılarına karşı koymak veya Bizans’a karşı yapılan seferlere katılmak üzere sahâbe ve gazilerin yerleştiği ribâtlar şeklinde teşkilâtlanmıştı. Bu durum, Emevî ve Abbâsî dönemi boyunca bölgenin kültürel yapısının şekillenmesinde önemli rol oynadı. İslâm ribât geleneğine göre en azından kırk gün ribâtlarda kalmak gerektiğinden Ebü’d-Derdâ gibi sahâbeden pek çok şahsiyet bölgeye kısa ya da uzun süreli kalmak üzere geldiler. Sahâbeden bir kısmının bölgede yerleşmesi, Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere ilmî seyahatler yapılmasına sebep olmuştur. İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren Lübnan’da hadis rivayet eden veya hadis almak üzere gelenlerden bazılarının adları kaynaklarda zikredilir. Beyrut ve Trablus şehirlerinin öne çıktığı bu ilk dönemde yeni fetihlere imkân sağlanması için bölgede rivayet edilen hadislerin genellikle cihad ve gazâyı teşvik eden hadisler olduğu dikkati çekmektedir.

Lübnan’da Emevîler devrinde yapılan camilerin kalıntısının bitişiğinde muhtemelen eğitim maksadıyla kullanılan odalar yer aldığından eğitimin camilerde yapıldığı anlaşılmaktadır. Ancak Lübnan’da düzenli eğitim halkalarının II. (VIII.) yüzyılda Evzâî’yle birlikte başladığı bilinmektedir. Abbâsî yönetiminin ilk yıllarında Beyrut’a yerleşmiş ve burada vefat etmiş olan Evzâî’nin Lübnan tarihinde önemli bir yeri vardır. Onun çalışmalarıyla ilk fıkıh mezheplerinden birinin bölgede ortaya çıkmış olması dikkate değerdir. Evzâî burada düzenli şekilde ilk ders halkalarını kurmuş ve kendisinden ilim tahsili için birçok bölgeden öğrenci Beyrut’a gelmiştir. Abbâsî yönetiminin uygulamalarına karşı yazdığı, günümüze ulaşan mektuplarıyla muhalefet konumunu da üstlenen Evzâî, sadece bölgedeki müslümanların değil hıristiyanların ve diğer din ve mezhep mensuplarının da haklarını Abbâsîler’e karşı savunmuştur.

Bölge Abbâsîler döneminde zühd hareketinin en önemli merkezlerinden biriydi. İbrâhim b. Edhem, Zünnûn el-Mısrî gibi ünlü zâhidler Lübnan’a geldiler. Lübnan şehirleri Emevîler devrinde olduğu gibi hadis rivayeti açısından uğrak yerleriydi. Muhaddisü’ş-Şâm unvanıyla tanınan Hayseme b. Süleyman el-Atrâblusî o zamana kadar bölgedeki en büyük ilim meclislerini kurmuştu. Üç yüzden fazla râvisi olan Hayseme için Ebû Abdullah İbn Mende ve Ebû Nuaym el-İsfahânî gibi isimler tahrîcde bulundular. Bu dönemde Lübnan’a hadis tahsil etmek üzere gelenler arasında meşhur hadisçi Taberânî de vardı. Ayrıca Abbâsîler’in son devirlerinde yetiştirdiği âlimlerle tanınan Benî Hâşim el-Ba‘lebekkî ailesini de zikretmek gerekir.

Fâtımîler döneminde belirgin bir şekilde artan ticaret hacmine ve zenginliğe paralel olarak kültür hayatı da canlanmıştır. Bu devirde başta Trablus olmak üzere Lübnan şehirlerinde pek çok kütüphane kurulduğu bilinmektedir. Fâtımî valisinin ölümü üzerine 1070’te Trablus’ta bağımsızlığını ilân ederek Haçlılar’ın şehri ele geçirdiği 1109 yılına kadar devam eden Ammâroğulları hânedanını kuran Emînüddevle’nin inşa ettirdiği dârülilim ve kütüphanede 100.000 cilt kitap bulunduğu rivayet edilmektedir. Kaynaklar, 180 müstensihin çalıştığı kütüphaneye her taraftan talebe ve ilim adamlarının geldiğini kaydeder. İlim ve edebiyata önem veren Ammâroğulları bu dârülilimde ilim meclisleri düzenlemişlerdir. Kadı İbn Bişr et-Tarablusî, Kadı Ebü’l-Fazl b. Ebû Ravh ve Ebû Abdullah et-Tuleytılî gibi şahsiyetlerin görev aldığı dârülilim ve kütüphane Haçlılar tarafından tahrip edilmiş olmalıdır. Ayrıca Sayda’da ticarî hanlarda hadis öğretiminden bahsedilir. Hatîb el-Bağdâdî bu dönemde Sûr’a gelerek burada bir müddet kalmış ve ilim meclisleri düzenlemiştir.

Fâtımîler ve Haçlılar’ın ardından Lübnan’ı topraklarına katan Memlükler, genel siyasetlerine paralel olarak bölgede açtıkları medreseler yoluyla Sünnîliğin yeniden yaygınlaşmasında önemli rol oynadılar. Ortaçağ’da Lübnan’ın en önemli şehri olan Trablus’ta Memlük döneminden günümüze ulaşan medreselerin sayısının fazlalığı da bunu göstermektedir. Nitekim Zehebî gibi âlimler bölgeye gelerek bir süre kalmışlardır. Bu medreselerin bir kısmının vakfiyesinden Şâfiî fıkhı, Kur’an ve hadis öğretiminin yanı sıra fakir ve yetimlere yardım gibi sosyal fonksiyonlarının olduğu da anlaşılmaktadır. Memlükler döneminde Sâlih b. Yahyâ tarafından yazılan Târîḫu Beyrût bölgenin tarihi açısından önemli bir eserdir.

Osmanlılar devrinde eğitim özellikle cami ve kiliselerin bitişiğindeki medreselerde yapılırdı. XVII. yüzyılda Mârûnîler tarafından açılan bir medresede dinî ilimlerin yanı sıra matematik, coğrafya, dil ve edebiyat da öğretiliyordu. Bu dönemde her mezhebin kendine ait medreseleri olduğu anlaşılmaktadır. XVII. yüzyılda bölgeyi ziyaret eden Evliya Çelebi, Beyrut’ta on yedi medrese ve sekiz sıbyan mektebinin bulunduğunu ifade eder.

XIX. yüzyılda kurulmaya başlanan üniversitelerin yapısı Lübnan’ın kozmopolit durumunu yansıtır. Amerikalı Protestan misyonerler 1866’da Beyrut Amerikan Üniversitesi’ni kurarken Fransız Cizvitler Saint Joseph Üniversitesi’ni 1875’te eğitime açtılar. Bunu müslümanların kurduğu modern tarzdaki eğitim müesseseleri takip etti. Bunlardan ilki, Ahmed Abbas el-Ezherî’nin 1897’de Beyrut’ta açtığı el-Medresetü’l-İslâmiyye’dir. Fâris en-Nimr’in 1882’de kurduğu el-Mecmau’l-ilmiyyü’ş-Şarkī Lübnan’daki ilk akademidir. Günümüzde İngilizce eğitim veren Beyrut Amerikan Üniversitesi ve eğitim dili Fransızca olan Saint Joseph’in yanı sıra 1951 yılında Beyrut’ta devlet üniversitesi olarak kurulan Lübnan Üniversitesi ile 1960’ta Mısır’ın desteğiyle kurulan Beyrut Arap Üniversitesi Arapça eğitim yapmaktadır. 1987’de Mârûnîler’in tesis ettiği Notre Dame Üniversitesi, 1988’de Ortodoks hıristiyanların açtığı Balamand Üniversitesi, 1994’te eğitime başlayan Lübnan Amerikan Üniversitesi faaliyetlerine devam etmektedir. Beyrut Amerikan Üniversitesi Kütüphanesi ile Saint Joseph Üniversitesi Kütüphanesi’nin Şark Çalışmaları Bölümü oldukça zengindir.

Filistinliler’le birlikte Lübnanlılar, Arap dünyası içerisinde en yüksek okuma yazma oranına sahip toplumlardan biridir. Kozmopolit yapısı, Batı’yla tarihten gelen ilişkileri sebebiyle Arapça’nın yanı sıra Fransızca ve İngilizce oldukça yaygın olarak kullanılmaktadır. Ülkede Arapça eğitim veren devlet okullarının yanı sıra İngilizce ve Fransızca eğitim veren özel okullar da mevcuttur.

Arap dünyasının en önemli basım yayım merkezlerinden biri olan Lübnan’da erken dönemden itibaren matbaalar açılmıştır. XVII. yüzyıl başlarında bir matbaa kurarak özellikle dinî metinler yayımlayan Mârûnîler’i önce Süryânîler, XIX. yüzyılda Katolik ve Protestanlar takip etti. Bu yüzyılda hıristiyan mezheplerinden her biri kendilerine ait okullar açtı. Arap dünyasındaki ilk gazetelerden bir kısmı Beyrut’ta çıkarılmıştır. Halîl el-Hûrî 1858’de Ḥadîḳatü’l-aḫbâr’ı, Halîl Serkîs 1878’de Lisânü’l-ḥâl’i neşretmeye başladı. Yine bir Lübnanlı olan Ahmed Fâris eş-Şidyâk, 1861 yılında el-Cevâʾib adlı Arapça gazeteyi İstanbul’da çıkarmıştır. Bunun dışında el-Muḳteṭaf ve el-Hilâl gibi dergiler de yayım hayatına XIX. yüzyılda başlamıştır. Bu dönemde neşredilen gazete ve dergilerin sayısı önemli bir yeküne ulaşmıştı. Ancak bunların büyük kısmı I ve II. Dünya savaşlarında yayımlarını durdurmak zorunda kalmıştır. Uzun yıllar süren iç savaşa rağmen Lübnan her zaman Arap basım ve yayımındaki öncü konumunu sürdürmüştür. Günümüzde de özellikle Beyrut merkezli basın Arap kamuoyunda önemli yer tutmaktadır. Ayrıca Lübnan Arapça kitap yayımında lider konumundadır.

XIX. yüzyılın sonlarında başlayan karışıklıklar ve I. Dünya Savaşı sebebiyle Kuzey ve Güney Amerika’ya göç eden Lübnanlı aydınlar (bk. CÂLİYE) burada “mehcer edebiyatı” olarak adlandırılan bir edebî akımın doğmasına ön ayak oldular. Bu akımın başlıca temsilcileri olan Cibrân Halîl Cibrân, Mihâil Nuayme, Îliyyâ Ebû Mâdî ve Emîn er-Reyhânî, er-Râbıtatü’l-kalemiyye’yi oluşturarak es-Sâʾiḥ adlı bir gazete ile el-Fünûn adlı bir dergi çıkardılar.

Lübnan’da İslâm öncesi dönemden kalan Grek ve Roma tarihine ait çok sayıda eser yapılan kazılarla gün ışığına çıkarılmıştır. Bunlardan en önemlisi Ba‘lebek yakınlarındaki kalıntılardır. Bölgede uzun süren Haçlı hâkimiyeti ve depremler sonucunda Haçlı öncesi döneme ait eserlerin ancak kalıntıları günümüze ulaşabilmiştir. Bunlar arasında Ba‘lebek’te el-Câmiu’l-kebîr, Mescidü re’si’l-ayn ve Mescidü İbrâhim sayılabilir. Beyrut’ta Ömer Camii ve Evzâî’nin türbesi de zamanımıza intikal etmiştir. Beyrut’ta Osmanlı dönemi yapıları içinde II. Fahreddin Sarayı ile Amerikan ve Saint Joseph üniversiteleri anılabilir. Bu şehirde yer alan çok sayıda tarihî cami arasında Âsaf Paşa Camii, Emîr Münzir Camii, Mecidiye ve Musaytaba mescidleri başta gelenleridir. Özellikle Doğu Beyrut’ta birçok tarihî kilise bulunmaktadır.

Trablus’taki tarihî yapılar ağırlıklı olarak Memlük ve Osmanlı dönemine aittir. XIX. yüzyıla kadar diğer Lübnan şehirleri genellikle küçük kasabalar halinde olduğundan Memlük ve Osmanlı mimarisinin özellikleri Trablus şehrinde görülebilir. Çoğu cami, medrese ve han olan şehirde mevcut elli civarındaki eserin otuzu Memlük devrine aittir. Bu dönemden kalan eserler işlemeli taş kubbeler ve cephelerle, mukarnaslarla tezyin edilmiş âbidevî kapılarıyla Memlük mimarisinin temel özelliklerini yansıtır. Bunlar arasında Câmiu’l-Mansûri’l-kebîr, Câmiu’t-Taynal, Câmiu’l-Attâr, Câmiu’l-Burtâsî ile Argun Şah Mescidi zikredilebilir. Yine bu döneme ait Nûriyye, Karatay, Merdâniyye, Nâsıriyye, Hâtuniyye, Acemiyye ve Hayriyye Hüsn medreseleri gibi on beş civarında medresenin yanı sıra Hânü’l-hayyâtîn, Hânü’l-Mısrıyyîn ve Hânü’l-asker en önemli tarihî yapılardır. Trablus’ta Osmanlı döneminden kalma Tahhân Camii’den başka pek çok medrese vardır.


BİBLİYOGRAFYA

, IX, 417-421.

P. K. Hitti, Târîḫu Lübnân (trc. Enîs Ferîha), Beyrut 1985.

Fuâd el-Hûrî, Min meşârifi’l-miʾe, Lübnân: Vücûhün ḥaḍâriyye, Beyrut 1987, s. 217-219, 277-321.

Lebanon: A Country Study (ed. Thomas Collelo), Washington 1989, s. 83-84.

Mâcid Fahrî, el-Ḥareketü’l-fikriyye ve ruvvâdühe’l-Lübnâniyyûn fî ʿaṣri’n-nehḍa (1800-1922), Beyrut 1992.

M. Meinecke, Die Mamlukische Architektur in Ägypten und Syrien, Glückstadt 1992, I-II, bk. İndeks.

Ahmed Ebû Hâka, “Devrü Lübnân fi’n-nehḍati’l-ʿArabiyyeti’l-ḥadîs̱e (1850-1975)”, Lübnân fî târîḫih ve türâs̱ih (haz. Âdil İsmâil), Beyrut 1993, I, 479-513.

Butros Lebkî, “el-Lübnâniyyûn fî bilâdi’l-iġtirâb”, a.e., II, 515-566.

Rif‘at Sıdkī en-Nemr v.dğr., Beyrût fî merḥaleti’l-ʿOs̱mâniyye, Beyrut 1994.

C. Nijland, “Mahjar Literature”, Encyclopedia of Arabic Literature (ed. J. S. Meisami – P. Starkey), London-New York 1999, II, 492-493.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 246-248 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:


Osmanlı Dönemi. Ekim 1516’da Osmanlı yönetimine giren bölgenin idaresiyle ilgili yapılan yeni düzenleme sonunda Lübnan’ın yönetimi, Memlükler adına görev yapan Tenûhîler’den (Buhturlar) alınıp dönemin diğer bir güçlü Dürzî ailesi olan Ma‘noğulları’na verildi. Bu tarihte Ma‘noğulları ailesinin reisinin kim olduğu tartışmalı bir konudur. Yakın dönemlere kadar, Lübnan’ı temsilen I. Fahreddin’in Şam’da bulunan Sultan Süleyman’a itaatini bildirdiği ve Lübnan yönetiminin kendisine verildiği belirtilirken (, III, 668) son zamanlarda yapılan araştırmalar bu bilginin doğru olmadığını, Korkmaz b. Yûnis’in Osmanlı devrinin ilk yöneticisi olduğunu ortaya koymuştur (Salibi, , IV [1973], s. 272-281). “Emirlik sistemi dönemi” (1516-1842) adı verilen bu devirde Osmanlılar için öncelikli iki konudan biri vergilerin toplanması, diğeri iç güvenliğin sağlanması ve her yıl Şam şehrinde toplanan hac kervanının güvenlik içerisinde Hicaz’a gidip gelmesiydi. Bu sebeple Lübnan bölgesinde Osmanlı hâkimiyetini kabul eden ve güvenliği sağlayacak güce sahip Ma‘noğlu ailesinin göreve getirilmesi uygun görülmüş olmalıdır.

1518’de Bikā‘ vadisinde meydana gelen İbnü’l-Haneş liderliğindeki isyanla alâkalı oldukları düşünülen Ma‘n emîrlerinden bazıları ele geçirilmiş ve Şam Beylerbeyi Canbirdi Gazâlî isyanının bastırılmasının ardından Lübnan’da devlet otoritesinin güçlendirilmesi için 1523 ve 1524’te Dürzîler üzerine iki sefer düzenlenmişti. Bu tarihten itibaren 1580’lere kadar Lübnanlı mahallî güçler arasındaki rekabet ve bazan da devlet otoritesine karşı tavırlar sebebiyle Şam beylerbeyiliğinin sınırlı müdahalelerine rağmen Ma‘noğulları bölgedeki güçlerini giderek arttırdılar. 1585’te Ma‘noğulları’na karşı gerçekleştirilen bir askerî harekât sonucu Emîr Korkmaz öldü ve 1590’ların başında Ma‘noğlu hâkimiyeti Korkmaz’ın oğlu Fahreddin tarafından tekrar tesis edildi.

Fahreddin’in idaresi döneminde (1585-1635) Ma‘noğulları’nın nüfuzu giderek arttı, 1600’lü yıllara gelindiğinde Kuzey ve Güney Lübnan’ın tamamına yayıldı. Osmanlı Devleti’nin Avusturya ve İran savaşlarıyla meşgul olduğu bu devirde Fahreddin silâhlı birlikler kurarak Lübnan’da neredeyse bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Daha önce Halep beylerbeyiliği görevinde bulunan ve Fahreddin’in bağımsız tavırlarını iyi bilen Nasuh Paşa 1611’de sadârete gelince Lübnan’daki gelişmeler daha yakından takip edilmeye başlandı. Vergilerin aksatılması üzerine Şam Beylerbeyi Hâfız Ahmed Paşa 1612-1613’te Lübnan üzerine sefer düzenledi. Fahreddin, yerine oğlu Ali’yi bırakarak İtalya’ya kaçtıysa da 1618’de affedilerek tekrar Lübnan’a döndü. Eski politikalarını sürdürüp Lübnan’da hâkimiyetini pekiştirdi. Aynı dönemde Lübnan’ın Avrupa ile ticarî ve dinî ilişkileri belirgin bir şekilde gelişti, yeni kiliseler inşa edildi ve misyoner faaliyetleri arttı. Gelişmeler üzerine IV. Murad, Şam Beylerbeyi Küçük Ahmed Paşa’yı Fahreddin’in üzerine gönderdi. Yakalanan Fahreddin iki oğlu ile birlikte İstanbul’a gönderildi ve burada Hüseyin hariç diğerleri idam edildi (1635).

Fahreddin’in iktidarının sona erdirilmesi Lübnan’daki Ma‘noğlu hâkimiyetine büyük bir darbe vurdu. Nüfuzları azalmakla birlikte ailenin başına geçen Fahreddin’in yeğeni Mülhem, Şûf bölgesinde etkinliğini devam ettirdi. Halefi olan oğlu Ahmed’in 1697’de geride çocuk bırakmadan ölmesiyle Lübnan’daki Ma‘noğulları dönemi sona erdi. Bölgedeki Dürzî ileri gelenleri Lübnan Emirliği’ne Beşîr Şihâbî’yi seçtiler. Ancak o sırada Osmanlı sarayında görevli Fahreddin’in oğlu Hüseyin’in girişimleriyle Beşîr’in emirliği tanınmayarak yerine ailenin diğer ferdi Haydar Şihâbî tayin edildi. Çocuk yaşta olan Emîr Haydar yetişkin seviyesine gelinceye kadar 1697-1707 yılları arasında Beşîr nâib olarak görev yapacaktı. Böylece Lübnan’da Şihâbîler devri diye adlandırılan yeni bir dönem başlamış oldu.

Sünnî olan Şihâbîler’in yönetimindeki halkın çoğunluğu akrabalık bağı olan Dürzîler ile Mârûnî hıristiyanlardan oluşmaktaydı. Bu devirde bazı hıristiyanlar emîrin yakınında görev almakla birlikte asıl güç Dürzîler’in elindeydi. Esasen bölgenin tarım arazisini de onlar işletmekteydi. Ancak XVIII. yüzyılın başında iki büyük Dürzî kabilesinden Kaysîler’e mensup olan Şihâbîler’in emirliğine karşı Yemenîler’e mensup Alemüddinler ayaklandı. 1708-1711 yılları arasında devam eden bu mücadelede Sayda valisinin desteğini alan Alemüddinler başlangıçta kısmî başarılar elde etmekle birlikte sonunda ağır bir yenilgiye uğradılar ve Lübnan’ı terkederek Havran’a yerleştiler. Bölgede kalan en önemli Yemenî ailesi Garb’da yerleşmiş bulunan Arslan ailesiydi. Şihâbîler’in dışında Kaysîler’den Ebü’l-Lam ailesi ve Yemenîler’den Arslan ailesi emîr unvanını kullanmaktaydılar. Bu sebeple Lübnan idaresini elinde bulunduran Şihâbî emîrlere “emîrü’l-kebîr” denmeye başlandı.

Şihâbîler, 1711’de önemli bir Dürzî muhalefetini bitirerek bölgedeki otoritelerini güçlendirdiler. Fakat bu durum uzun vadede Lübnan Dürzîleri’nin aleyhine oldu. Öncelikle önemli bir Dürzî nüfusun bölgeden ayrılması üzerine Mârûnîler’in genel nüfus içindeki oranı hayli arttı. Ayrıca XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren Mârûnîler giderek siyasî ve ekonomik güçlerini arttırmaya başladılar. Bunda Lübnan’da kalan Dürzîler arasındaki iktidar mücadelelerinin de rolü olmuştur. 1732’de babası Haydar’ın halefi olarak emirliğe geçen Mülhem 1754’te kardeşi Mansûr lehine görevden çekilince diğer kardeşi Ahmed buna razı olmadı. XVII. yüzyılda Lübnan’a yerleşerek gittikçe gücünü arttıran Dürzî ailelerden Canbolatlar’ın ve Mârûnî büyük ailelerden Hâzinler’in desteğini alan Mansûr, Yezbekî grubunu oluşturan Dürzî şeyh ailelerinin ve Mârûnî Hubeyşîler’in desteğini alan Ahmed ile mücadele etmek durumunda kaldı.

Bu arada kendisi Sünnî müslüman olan Mülhem’in çocukları Hıristiyanlığı kabul ettiler (1756). Aynı dönemde önemli Dürzî ailelerinden Ebü’l-Lam mensupları da hıristiyan oldular. Mülhem’in 1761’de ölümünün ardından mücadele Canbolat-Yezbekî grupları mücadelesine dönüştü, bu da Dürzîler’in Lübnan üzerindeki otoritesini zayıflatmaya başladı. 1770’te Mansûr’un emirlikten ayrılmasıyla yerine Mülhem’in hıristiyan olan oğlu Yûsuf geçti (1770-1788), böylece Lübnan’da bu defa da hıristiyan Şihâbîler dönemi başladı. Mârûnîler’in giderek güç kazanmalarının bu değişimde önemli payı olduğu söylenebilir. Avrupa ile geliştirdikleri ticarî, dinî ve kültürel ilişkiler Mârûnîler’in Lübnan içindeki gücünü hissedilir derecede arttırmış ve cazibe merkezi oluşturmuştur. Dürzî emîrlerinin hoşgörü ve desteğiyle faaliyetlerini yoğunlaştıran misyonerlerin de etkisiyle adı geçen iki büyük Dürzî ailesinin dışında birçok Dürzî de Mârûnîler’e katıldı. Genel olarak bölgedeki misyonerlerin tamamının Mârûnîler’i güçlendirmeye çalıştığı da belirtilmelidir. Mârûnîler Dürzî köylerine yerleşmeye başladılar ve Suriye’nin iç kesiminden bazı hıristiyan aileler de Lübnan’a göç ettiler.

Lübnan’daki gelişmeler 1775’te Cezzâr Ahmed Paşa’nın Sayda valiliğine tayin edilmesiyle yeni bir döneme girdi. İdarî merkez olarak Akkâ’yı kullanan Ahmed Paşa, Lübnan Emirliği’ni kontrolü altına almak amacıyla Emîr Yûsuf’a karşı kardeşlerini destekleyerek onu zayıflatmanın ötesinde Canbolat-Yezbek mücadelesinde Canbolatlar’ı destekledi ve ardından her iki grubu emîre karşı kullanmaya çalıştı. Bu iç rekabetin çatışmaya dönüşmesiyle 1788’de duruma müdahale eden Cezzâr Ahmed Paşa, Yûsuf’un yerine aynı aileden hıristiyan Beşîr Şihâbî’yi tayin etti. Yûsuf 1789’da emirliği tekrar ele geçirmeye teşebbüs ettiyse de muvaffak olamadı. Canbolatlar’ın ve Cezzâr Ahmed Paşa’nın desteğini alarak emîr olan II. Beşîr 1790’da Yûsuf’un ölümüyle büyük bir rakipten kurtulmuş oldu.

II. Beşîr, yarım asırdan fazla sürecek olan emirliğinin (1788-1840) ilk yıllarında Ahmed Paşa’nın müdahaleci ve otokratik tavırları sebebiyle sıkıntılı dönemler yaşadı. Ahmed Paşa 1793, 1794 ve 1798 yıllarında Beşîr’in yerine Yûsuf’un oğullarından Hüseyin, Sa‘deddin ve Selîm’i müştereken Lübnan emirliğine tayin etti. 1799’da Fransızlar Akkâ’yı muhasara altına aldıklarında Lübnan bu kargaşa dönemini yaşamaktaydı. Mârûnîler, Fransızlar’ın Lübnan’ı almalarını beklerken Dürzîler genel olarak Osmanlı tarafında yer aldılar. Fransızlar’ın kısa sürede bölgeden çıkarılmasının ardından Ahmed Paşa’nın gazabından çekinen II. Beşîr İngilizler’in de yardımı ile Mısır’a gitti. II. Beşîr daha sonra Lübnan’a döndü ve Ahmed Paşa ile iyi geçinmeye gayret etti.

1804’te Ahmed Paşa’nın vefatı Beşîr’in Lübnan’daki otoritesini tekrar tesis etmesine yaradı. Osmanlı Devleti, esas itibariyle Hicaz’da ortaya çıkan ve Suriye bölgesini tehdit eden Vehhâbî tehlikesiyle uğraşırken 1804 sonunda Akkâ valiliğine tayin edilen Süleyman Paşa ile iyi ilişkiler kuran Beşîr Lübnan’daki hâkimiyetini pekiştirdi. 1810 yılında yaklaşık 15.000 kişilik bir askerî güçle Şam’ın Vehhâbîler’e karşı savunulmasına yardımcı oldu. Vehhâbî probleminin doğurduğu sıkıntılar yüzünden yerlerini terkeden Halep civarından çok sayıda Dürzî ile Suriye’nin iç kesimlerinden hıristiyanların 1811’de Lübnan’a yerleşmesine müsaade eden Beşîr bölgedeki popülaritesini de arttırdı. Ancak 1818’de Süleyman Paşa’nın vefatının ardından yerine tayin edilen İbrâhim Paşa’nın Beşîr’in bölgedeki gücünden rahatsızlığını ortaya koyan politikalar izlemesi ve Lübnan’ın ödemesi gereken vergi miktarını arttırması kısa sürede gerginliklerin yaşanmasıyla sonuçlandı. Beşîr’in muhaliflerinden Hasan ve Selmân’ın desteklenmesiyle birlikte Metn ve Kisrevan’da vergi memurlarına karşı isyan çıkması Emîr Beşîr’i zor durumda bıraktı. Olayları kontrol edemeyince 1820’de emirlikten feragat ederek Havran’a çekildi. Müşterek emirlik göreviyle yerine geçen Hasan ve Selmân Lübnan’da otoriteyi tesis edemediler. Bunun üzerine Akkâ Valisi Abdullah Paşa ve Lübnan ileri gelenlerinin ortak kanaatiyle 1821’de Beşîr tekrar emirliği üstlendi.

Akkâ Valisi Abdullah Paşa ile Şam Valisi Derviş Paşa mücadelesinde Abdullah Paşa’yı destekleyen Beşîr, Abdullah Paşa’nın görevden alınmasıyla zor durumda kaldı ve Mısır’a gitti. Bu arada Abdullah Paşa, Osmanlı hükümetinin kararına karşı çıkarak Akkâ’da direnmeye başladı. Mehmed Ali Paşa’nın araya girmesiyle affedilen Abdullah Paşa Akkâ valiliğinde kalınca 1822’de Beşîr tekrar Lübnan’a döndü. Bütün bu gelişmeler Lübnan içerisinde güçlü aileler arasındaki rekabeti arttırdı. 1822-1825 yıllarında meydana gelen hıristiyan Şihâbîler ve Dürzî Canbolatlar arasındaki mücadele, Canbolatlar’ın kaybetmesi ve liderleri Beşîr Canbolat’ın Akkâ’da idam edilmesiyle yeni bir boyut kazandı. Bu olaylar, Mârûnîler ile Dürzîler arasında uzun süre devam edecek olan rekabetin önemli bir aşamasını teşkil etmiştir.

1832-1840 yılları arasında Mısır idaresinde kalan Lübnan etkileri uzun süre devam edecek olaylara sahne oldu. Bu dönemde Emîr Beşîr, Kavalalı İbrâhim Paşa’nın isteklerini yerine getirmekten öte bir fonksiyon icra edemedi. İbrâhim Paşa ise bölgede uzun süre içerisinde oluşmuş dengeleri ve uygulamaları göz ardı eden politikalara başvurdu. Osmanlı Devleti’ne karşı Avrupa devletlerinin desteğini kazanmak amacıyla geleneksel olarak gayri müslimlere uygulanmakta olan ayırımları kaldırdı, bölgede misyoner faaliyetlerini serbest bıraktı, ticarî değeri yüksek olan mallara -ipek, pamuk ve sabun- tekel sistemi uyguladı, yüksek askerî harcamalarını karşılamak üzere vergileri arttırdı ve zorunlu askerlik uygulamasını başlatarak ciddi isyanlara sebep oldu. Mısır yönetimine karşı duyulan rahatsızlıklar müslüman, Dürzî ve hıristiyanları birleştirdi ve Haziran 1840’ta geniş çaplı bir isyan meydana geldi. Emîr Beşîr Ekim 1840’ta Lübnan’ı terkederek Malta’ya sürgüne gitti, aynı yılın son aylarında da İbrâhim Paşa Lübnan’ı tamamen boşaltmak zorunda kaldı.

Eylül 1840’ta III. Beşîr Şihâbî Lübnan’ın yeni emîri olarak tayin edildi. Zayıf karakterli olan III. Beşîr Dürzîler’in ciddi muhalefetiyle karşılaştı. Lübnan iç dengeleri bozulmuş ve hıristiyanlarla Dürzîler arasındaki rekabet şiddetlenmişti. Lübnan’da hâkimiyet tesis edemeyeceği anlaşılan III. Beşîr Ocak 1842’de görevden alındı. Böylece Lübnan’daki Şihâbî ailesinin yönetimi sona erdi.

Bu arada Dürzîler ile Mârûnîler arasındaki vergilendirme ve bunların toplanması (mukātaat) meselelerinden ötürü oluşan gerginlik kanlı çatışmalara dönüştü. Henüz Tanzimat politikalarının uygulanamadığı Lübnan doğrudan merkeze bağlanmaya çalışıldı ve bu amaçla Ömer Paşa vali olarak tayin edildi. Bölgedeki yabancı nüfuzunun iç gelişmeleri etkileyecek boyuta geldiği bu dönemde Ömer Paşa’nın Dürzîler’i ve hıristiyanları yeni yönetim anlayışına kazanma gayretlerinin başarılı olmayacağı anlaşılınca Avusturya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Rusya’nın da desteğini alan yeni bir sistem uygulanmaya başlandı. Buna göre Lübnan iki idarî bölgeye ayrılacak, kuzeydeki Mârûnî bölgesinde Mârûnî bir kaymakam, güneyde ise Dürzî bir kaymakam görev yapacaktı. Böylece emirlik sistemi dönemi sona ermiş ve “çifte kaymakamlık” adı verilen yeni bir dönem başlamış oldu (1843-1860). Ocak 1843’te yapılan tayinlerle Haydar Ebü’l-Lâm Mârûnî bölgesinin, Ahmed Arslan Dürzî bölgesinin kaymakamlığına getirildiler.

Emirlik sistemi döneminin geleneksel yerel idare yapısını ortadan kaldıran yeni sistemin karşılaştığı en önemli sıkıntılardan biri hıristiyan, Dürzî ve müslümanların karışık olduğu mahallerde yaşandı ve “harekāt” adı verilen kanlı bir iç savaşın yaşandığı bir devir başladı. Sisteme her çevreden itirazlar geliyordu. Gerginlikler, küçük çaplı kavgalar Mayıs 1845’te silâhlı çatışmaya dönüştü. Bunun üzerine Osmanlı Hariciye Nâzırı Şekib Efendi Lübnan’a geldi. Mahallî gruplar ve Avrupa devletlerinin temsilcileriyle gerçekleştirilen müzakereler sonunda çifte kaymakamlık sisteminin etkinliğini arttıracak kararlar alındı. 1850’de gözden geçirilen kararlar Lübnan’da bürokratik hükümet yapısının meydana gelmesinde dönüm noktası olmuştur. Bunların en önemlisi her kaymakamlığa müslüman, Dürzî, Mârûnî, Grek Ortodoksları ve Grek Katolikleri temsil eden birer üyenin yanı sıra altı hâkimin yer alacağı birer meclisin kurulmasıdır. Hâkimlerden oluşan üyeler hukukî meselelerin halledilmesinde, cemaat temsilcileri de malî ve idarî meselelerde kaymakamlara yardımcı olacaklardı. Böylece çeşitli dinî gruplar -Şiîler hariç olmak üzere- ilk defa idarede resmen yer almaktaydı. Anlaşmazlık konularının başında gelen vergi meselelerinin bu kurumlar tarafından düzenlenmesi mukātaacı ve mukātaa sisteminin ilgasına giden yolu açmıştır.

Bu düzenlemeler bölgedeki gerginliği sona erdiremedi. Fransa’nın dâimî desteğini alan Mârûnîler, bir bütün olarak Lübnan’a Mârûnî bir emîrin tayin edilmesini isterken buna karşı İngilizler Fransız nüfuzunu frenleyebilmek için Dürzîler’i desteklemeye devam etmiştir. Bu gerginlikler, özellikle nüfusun karışık olduğu yerleşim merkezlerinde kavgaların sürüp gitmesine yol açıyordu. 1858-1860 arasında gerginliklere yeni bir boyut eklendi. Kisrevan’da Mârûnî çiftçiler Mârûnî toprak sahiplerine karşı ayaklandılar. Sonunda bölgenin köklü ailelerinden Hâzinler’in mallarına el koyan isyancılar aileyi de bölgeden çıkardılar. Çatışmalar 1860 bahar aylarında yoğunlaştı. Mârûnîler ve Dürzîler şiddetli bir çatışmaya hazırlanıyorlardı. Mayıs ayında Sayda yakınlarında öldürülen iki Dürzî bölgenin bilinen en kanlı Dürzî-Mârûnî çatışmasına yol açtı. Dürzîler çatışma başladıktan sonra mezhep ayırımı yapmadan bütün hıristiyanları hedef aldılar. Bu sebeple Dürzîler’le iyi ilişkiler içerisinde olan Mârûnîler’in rakipleri Grek Ortodokslar da nasibini aldı. Bölgedeki Osmanlı güçlerinin engellemekte başarısız olduğu çatışmalar haziran boyunca devam etti ve ekserisi hıristiyanlardan olmak üzere binlerce kişi hayatını kaybetti. Hıristiyan kayıplarının çoğunluğu Dürzîler’in yoğun olduğu Güney Lübnan’da idi. Temmuz 1860’ta Şam’da müslümanların hıristiyanlara saldırmaları ve orada da çok sayıda kişinin hayatını kaybetmesi Osmanlı Devleti’nin çok ciddi bölgesel bir krizle karşı karşıya olduğunun açık işaretiydi.

Avrupa’nın fiilî müdahalesini önlemek üzere Osmanlı Hariciye Nâzırı Keçecizâde Fuad Paşa fevkalâde yetkilerle donatılmış olarak 3000 askerle birlikte Lübnan’a geldi. Lübnan ve Şam’da olaylarla ilgili sorumlu gördüğü Şam Valisi Müşir Ahmed Paşa dahil çok sayıda kişiyi idam ettirdi. Fuad Paşa’nın sert tedbirleri, Fransızlar’ın hıristiyanları koruma gerekçesiyle Beyrut’a asker çıkarmalarını önleyemedi. Bu ise diğer Avrupa devletlerinin bölge ile daha yakından ilgilenmesine sebep oldu. Ekim 1860’ta Fuad Paşa’nın başkanlığında İngiltere, Fransa, Rusya, Avusturya ve Rusya temsilcilerinin katılımı ile Beyrut’ta başlayan müzakereler aylarca devam etti. Sonunda Lübnan’ın bir idarî birim olarak belirlenmesi ve meselelere bulunacak çözümün de bunu destekleyecek yapıda olması ilke olarak kabul edildi. Yeni oluşturulmakta olan Lübnan mutasarrıflığı sınırlarına Beyrut’un dahil edilip edilmemesi konusu da görüşüldü ve dahil edilmemesi kararlaştırıldı. Müzakere heyetinin Mayıs 1861’de üzerinde uzlaşma sağladığı taslak metin adı geçen ülkelerin İstanbul’daki büyükelçileri ve Sadrazam Âlî Paşa’nın yer aldığı üst kurula sunuldu. Bu arada Beyrut’ta bulunan Fransız askerleri geri çekildi. Lübnan yönetimi için son şekli verilen metin (reglement organique) 9 Haziran 1861’de imzalanmış ve ardından bir fermanla yürürlüğe konmuştur.

Yeni düzenleme ile Lübnan’a müstakil mutasarrıflık statüsü veriliyor ve mutasarrıfın Lübnan dışından Osmanlı vatandaşı bir hıristiyan olması şartı getiriliyordu. Mutasarrıf Bâbiâli tarafından tayin edilecek ve doğrudan Bâbiâli’ye karşı sorumlu olacaktı. Ancak anlaşmayı imzalayan ülkelerin de bu tayine itiraz etmemesi gerekiyordu. Mutasarrıfa yardımcı olmak üzere -başlangıçta eşit sayıda temsiliyet düşünülmüş olmakla beraber- dört Mârûnî, üç Dürzî, iki Grek Ortodoks, bir Grek Katolik, bir Sünnî, bir de Şiî üyeden oluşan on iki kişilik bir meclis görev yapacaktı. Lübnan, kaymakamları mutasarrıf tarafından tayin edilecek yedi kazaya ayrılmış, ayrıca nahiye ve köy sistemi de getirilmişti. Mutasarrıflığın iç güvenliğini sağlamak üzere jandarma teşkilâtı kuruldu. Halk din, mezhep ve sınıf ayırımına tâbi tutulmayacak, mutasarrıflık içinde hak ve sorumlulukları eşit olacaktı. Lübnan’da toplanacak vergiler öncelikle mutasarrıflığın ihtiyaçları için harcanacak, artan miktar İstanbul’a gönderilecekti. Gelirlerin yetersiz kalması durumunda ise açık merkezî hazine tarafından tamamlanacaktı. Adlî vak‘alar istînaf ve temyiz mahkemelerinde görülecekti. Sistemin işleyişini gözlemlemek üzere ilk mutasarrıfın görev süresi üç yıl olarak belirlenmişti. Mutasarrıf Dâvud Paşa’nın üç yıllık tecrübesinin ışığında uzun müzakereler yapıldı ve 6 Eylül 1864’te yeni bir milletlerarası protokol imzalandı. Gözden geçirilmiş bu metin, Osmanlı Devleti’nin I. Dünya Savaşı sebebiyle Temmuz 1915’te protokolü iptal etmesine kadar müstakil mutasarrıflık yönetiminin ana belgesini oluşturdu.

1861-1915 yılları arasında sekiz mutasarrıfın görev yaptığı Lübnan, tarihinin en sakin dönemlerinden birini yaşamıştır. Yeni dönemde siyasî beklentilerine karşılık bulamaması sebebiyle birkaç defa isyan eden Mârûnî lideri Yûsuf Kerem’in Ocak 1867’deki ağır yenilgisinin ardından Avrupa’ya sürgüne gönderilmesiyle mutasarrıflığın otoritesi Lübnan genelinde tesis edilmişti. Mârûnîler’in Fransızlar’la yakın ilişkisinin getirdiği bazı şikâyetler ve Yûsuf Kerem taraftarlarının mutasarrıflık karşıtı tavırları bir tarafa bırakılırsa bu dönemde ciddi bir kargaşa yaşanmamıştır. Dürzîler için yeni uygulama, yoğunlukla yaşadıkları yerlerin mutasarrıflık sınırları dışında bırakılmış olmasından ötürü olumsuz sonuçlar vermiş ve siyasî ağırlıklarını giderek kaybetmişlerdir.

I. Dünya Savaşı sebebiyle Lübnan hakkındaki milletlerarası protokol Osmanlı Devleti tarafından 11 Temmuz 1915’te tek taraflı olarak ilga edilmiş ve Dahiliye Nezâreti müslüman mutasarrıflar tayin etmeye başlamıştır. Savaş yıllarında Ali Münif Bey (Eylül 1915 – Mayıs 1916), İsmâil Hakkı Bey (Mayıs 1916 – Ağustos 1918) ve Mümtaz Bey (Ağustos-Eylül 1918) Lübnan’da mutasarrıflık görevlerinde bulunmuşlardır. İsmâil Hakkı Bey, Osmanlı döneminin son yıllarında Lübnan hakkında hazırlattığı Lübnân: mebâḥis̱ ʿilmiyye ve ictimâʿiyye adlı eserle (Beyrut 1334/1918) kalıcı bir iz bırakmıştır.

1918’den Günümüze Kadar. Lübnan 1918 Ekim başında İngiliz ve Fransız kuvvetlerince işgal edildi. Son Osmanlı mutasarrıfı Mümtaz Bey idareyi müslüman eşraftan Ömer Dâûk’a bırakmıştı. Kısa süre sonra Suriye’de bulunan Faysal’ın temsilcisi Şükrü Paşa el-Eyyûbî bir askerî birlikle Beyrut’a geldi ve Şerîf Hüseyin’e bağlı Arap hükümetini ilân etti. Ancak 8 Ekim 1918’de Fransız Generali de Piepape, Lübnan yönetimine el koyarak bir haftalık Arap hükümetine son verdi. Nisan 1920’de yapılan San Remo Konferansı’nda Lübnan Suriye ile birlikte Fransa manda yönetimine devredildi. Fransa Eylül 1921’de Büyük Lübnan Devleti’nin kurulduğunu ilân etti. Osmanlı dönemindeki Lübnan mutasarrıflığının genişletilmesiyle oluşturulan yeni devletin sınırları kuzeyde Kebîr ırmağı, doğuda Antilübnan dağlarının zirvesi, Ba‘lebek ile beraber Bikā‘ın tamamına yakını, güneyde ise Sayda ve Sûr şehirlerini içine alacak şekilde belirlenmişti. Bu şekilde ağırlıklı olarak müslüman nüfusu içine almış olan yeni devletin yüzölçümü 10.452 km2 olup başşehri Beyrut’tur. Lübnan’da Fransız manda yönetimi Temmuz 1922’de Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı.

23 Mayıs 1926’da anayasa kabul edilip Lübnan Cumhuriyeti ilân edildi. Grek Ortodoks hukukçusu Charles Dabbas ilk cumhurbaşkanı seçildi. İlân edilen cumhuriyet esasen Fransa’nın vesâyetindeydi. Yeni anayasaya göre Lübnan hükümeti iç işlerinde yetkili kılınmakta, dış ilişkiler tamamen Fransa’ya bırakılmakta ve yüksek komisere kanunları veto etme hakkının ötesinde meclisi feshetme ve anayasayı askıya alma yetkisi verilmekteydi. Fransızca Arapça ile birlikte resmî dil kabul edilmekteydi. Bu tür uygulamalar ve Mârûnî hıristiyanlara dayalı politikalar sebebiyle Fransa’ya karşı tepkiler giderek arttı. Bikā‘ ve Sûr bölgesinin Sünnî ve Şiî müslümanları, Suriyeli müslümanlarla oluşturacakları çoğunluktan koparılarak Lübnan’da azınlık yapılmalarına karşı reaksiyon gösterirken Dürzîler, Lübnan politikalarında etkisiz kalmanın tepkisini veriyordu ve bu durum 1925-1927 yılları arasında isyanlara yol açtı.

1927’de anayasada yapılan değişikliklerin ardından hem cumhurbaşkanı hem başbakan hıristiyanlardan seçildi. Meclis başkanlığına ise müslümanlardan Muhammed Cisr getirildi. Muhammed Cisr’in cumhurbaşkanlığına aday olmasına tepki gösteren Fransa Mayıs 1932’de anayasayı askıya aldı ve Lübnan Meclisi’ni feshetti. Cumhurbaşkanlığı seçimini de süresiz erteleyerek Charles Dabbas’tan bu görevi tekrar üstlenmesini istedi. Bu kararların yoğun tepkilere sebep olmasıyla Dabbas Ocak 1933’te istifa etti ve yerine Habîb Paşa getirilirken feshedilen meclisin yerine de bir konsey tayin edildi. 1936’da cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Fransa’nın desteklediği Emile Edde bir oy farkla cumhurbaşkanı seçildi. Seçimi kaybeden Bişâre Hûrî 1936’da anayasanın tam olarak yürürlüğe konması, Fransız manda rejiminin sona ermesi ve Lübnan’ın tam bağımsızlığa kavuşması taleplerini dile getiren bir hareket başlattı. 1936’da Suriye’nin geleceğini belirlemek için Suriye-Fransa görüşmelerinin başlaması Lübnan’da çoğunluğunu müslümanların oluşturduğu, Grek Ortodoks ve Protestanlar’ın da önemli destek verdiği Suriye yanlılarını harekete geçirdi. Bu görüşe muhalif olan hıristiyanlar da Lübnan milliyetçiliği temeline dayalı bir karşı hareket başlatarak bağımsız Lübnan için çalıştılar. Bu grup, Kasım 1936’da genç bir eczacı olan Mârûnî Pierre Cemayel’in liderliğinde Kataib veya Lübnan Falanjistleri adı altında paramiliter bir organizasyona dönüştü. Benzeri paramiliter bir grup da Neccâde adıyla müslümanlar tarafından kuruldu. Eylül 1936’da Fransa-Suriye Antlaşması’nın imzalanması Lübnan’ın bağımsızlık arayışlarını hızlandırdı. Benzer bir anlaşma Lübnan Cumhurbaşkanı Edde ile Fransa’nın Lübnan yüksek komiseri de Martel arasında yapıldı ve Kasım 1936’da Lübnan Meclisi tarafından ittifakla onaylandı. Buna göre Lübnan 1939 sonundan önce tam bağımsız bir ülke olarak Milletler Cemiyeti’ne üye olacak, Fransa ile barışta ve savaşta müttefik kalacak, toprakları ve karasuları Fransa tarafından askerî amaçlı kullanılabilecek, Lübnan ordusu Fransa tarafından eğitilecek, her türlü teknik ve bilgi ihtiyacı Fransa’dan giderilecek ve Fransız diplomatları dışında Lübnan’ın haklarını koruyacaktı. Lübnanlı müslümanlar anlaşmaya karşı sert tavır koydular. Müslümanların yoğun olduğu bölgelerde protesto gösterileri yapıldı ve bazı yerlerde hıristiyan karşıtı tavırlar alındı, çatışmalar çıktı. Ancak protestolar yönetimin tavrını değiştirmedi.

Ocak 1937’de Lübnan’da anayasa hükümleri uygulamaya konuldu. Ancak Fransa Parlamentosu anlaşmayı bir türlü onaylamadı ve Eylül 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı sebebiyle de meclis feshedilerek anayasa askıya alındı. Bu gelişmeler Fransız yanlısı Cumhurbaşkanı Edde’nin yıpranmasına ve otoritesinin giderek zayıflamasına yol açtı. Savaş yıllarının bunalımlı geçmesi de Lübnan’daki siyasî krizi şiddetlendirdi. Bunun üzerine Edde Nisan 1941’de istifa etti. Cumhurbaşkanlığına Alfred Nakkaş, başbakanlığa da Ahmed Dâûk getirildi. Ancak bu düzenleme kısa sürdü ve haziranda İngilizler’le Fransızlar Lübnan’ı işgal ettiler. Yeni yüksek komiserin unvanı “delege-general” olarak değiştirildi. General Catroux Kasım 1941’de Lübnan’a bağımsızlık verileceğini resmen ilân etti. Aralıkta ise Nakkaş ve Dâûk cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlerine döndüler. Ancak ülkedeki ekonomik sıkıntılar ve yiyecek kıtlığı birkaç ay sonra Dâûk hükümetinin istifası, yerine Sünnî müslümanlardan Sâmî Sulh’un tayiniyle sonuçlandı. Ülkenin önemli eski politikacılarından Emile Edde’nin lideri olduğu grup Fransa politikalarını desteklerken İngiliz yaklaşımı, Bişâre Hûrî’nin önderi olduğu anayasacılar grubu ile müslümanların ve genel olarak Arap milliyetçilerinin desteğini almıştı. Fransa içeriden ve dışarıdan baskılara boyun eğerek Mart 1943’te Lübnan anayasasını tekrar yürürlüğe koydu. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlerine Edde yanlısı olan Eyyûb Sâbit’i tayin etti. Sâbit’in otuz ikisi hıristiyan, yirmi ikisi müslüman ve Dürzîler’den oluşacak elli dört üyeli bir meclis planladığı anlaşılınca bu, hıristiyanların tahakkümünü sağlayıcı bir formül olarak görüldü ve büyük tepki aldı. Tepkilerin artması üzerine Sâbit görevden alındı. Grek Ortodoks hukukçu Petro Trad cumhurbaşkanlığa getirildi. Uzun mücadele ve müzakerelerden sonra 6-5 nisbetinin yanı sıra cumhurbaşkanının Mârûnî, meclis başkanının Şiî ve başbakanın Sünnî olması kabul edildi. Buna göre otuzu hıristiyan, yirmi beşi müslüman ve Dürzîler’den olmak üzere meclis elli beş üyeden oluşacaktı.

1943’te yapılan seçimler sonucunda Bişâre Hûrî’nin liderliğini yaptığı anayasacılar grubu ve müttefikleri çoğunluğu ele geçirdiler. 21 Eylül 1943’te toplanan meclis kırk dört oyla Hûrî’yi cumhurbaşkanlığına seçti. Hûrî de Sulh ailesinden Riyâz’ı Mârûnî, Sünnî, Şiî, Grek Ortodoks, Grek Katolik ve Dürzîler’in temsil edildiği bir kabine oluşturmak üzere başbakanlığa tayin etti. Yeni kabine göreve başladıktan hemen sonra Fransa manda yönetimini sona erdirme müzakerelerine başladı. 8 Kasım 1943’te Lübnan Meclisi manda yönetiminin getirdiği kısıtlamaları kaldıran bir kanun kabul etti. Yeni kanun hızla cumhurbaşkanının onayından geçirilerek yayımlandı. Lübnan’a döndüğünde gelişmeleri öğrenen Delege-General Helleu 11 Kasım’da Cumhurbaşkanı Hûrî, Başbakan Sulh ve bazı kabine üyelerini tutuklatmakla kalmadı, anayasayı da askıya aldı, meclisi feshetti ve yönetimi Emile Edde’ye teslim etti. Bu uygulamalar Lübnan’ın büyük çoğunluğunu Fransız karşıtlığında birleştirdi. Gösteriler, ayaklanmalar birbirini izliyordu. Olayların kontrolden çıkmak üzere olduğu bu aşamada İngiltere ve Amerika’nın da bağımsızlık yanlısı tavır sergilemeleri üzerine Fransa delege-generali görevden aldı ve Catroux tekrar Lübnan’a gönderildi. 22 Kasım 1943’te cumhurbaşkanı ve başbakan serbest bırakılarak görevlerine döndüler. Bu tarih Lübnan’ın Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm noktası oldu ve bağımsızlık günü olarak kutlandı. Bundan sonra Fransa’nın manda yönetimi vasıtasıyla elde ettiği haklar tedrîcen iptal edildi. Mayıs 1945’te Avrupa’da II. Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine İngiltere’den gelen baskıların da rolüyle Fransızlar Lübnan’daki askerlerini 1946 sonuna kadar tahliye etti. Bu arada bağımsız Lübnan 1945 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’na ve Arap Birliği’ne üye oldu.

Lübnan’ı bağımsızlığa götüren yönetimin başında bulunan Hûrî 1947 seçimlerinin ardından cumhurbaşkanlığına tekrar seçildi. Ancak iç politikada Hûrî’nin etkinliği giderek azaldı, Lübnan ekonomisi ciddi krizlere mâruz kaldı. 1950’li yıllara güçlü bir muhalefetle giren Hûrî’nin, en önemli yardımcılarından Başbakan Riyâz Sulh’un bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra otoritesi zayıfladı ve 18 Eylül 1952’de istifa etti.

Yeni cumhurbaşkanı Kâmil Şemun’un altı yıllık iktidar döneminde Suriye ve Mısır gibi bölgenin en önemli ülkeleri askerî idareye geçerken Lübnan nisbî bir barış ortamında hızlı bir ekonomik büyüme yaşadı. Batı yanlısı liberal ekonomik politikaların uygulandığı bu yıllarda Beyrut Ortadoğu’nun en gelişmiş bankacılık, ticaret ve turizm şehri oldu. Temmuz 1956’da Nâsır’ın Süveş Kanal Şirketi’ni millîleştirmesi ve Cumhurbaşkanı Şemun’un Mısır’a savaş ilân eden İngiltere ve Fransa ile diplomatik ilişkileri sürdürme kararı, Lübnan’da Batı yanlısı Şemun tarafı ile Nâsır’dan etkilenen milliyetçi cephe arasında gerginliklerin artmasına, hatta bazı bölgelerde çatışmalara yol açtı. Trablus, Şûf ve Beyrut başta olmak üzere büyük şehirlerde çatışmalar arttı. Bölgedeki gelişmeler de Lübnan’daki bölünmüşlüğü derinleştirecek çizgide seyrediyordu. Şubat 1958’de Mısır ve Suriye’nin Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni kurmaları, temmuzda Irak’ta Hâşimî Krallığı’nı sona erdiren ihtilâl Lübnan’ı iyice tedirgin etti. Lübnan’ın çağrısı üzerine Amerikan Altıncı Filosu’nun Beyrut’a asker çıkartması gelişmelerin seyri açısından dönüm noktası oldu. Mısır ve Suriye ile birleşme taraftarları amaçlarına ulaşamayacaklarını kabullendiler, ancak Şemun’un istifasında direttiler. Amerika Birleşik Devletleri, Robert Murphy’yi Lübnan’a göndererek krizi kontrol altına almaya çalıştı. 31 Temmuz’da Şemun’un yerine General Fuâd Şihâb’ı 22 Eylül’de görevi devralmak üzere cumhurbaşkanlığına seçti. Bu defa da Şemun taraftarlarının sert muhalefeti ülkedeki gerginliği tırmandırdı. Çatışmalar hızla müslüman-hıristiyan çatışmasına dönüşmeye başladı.

Amerika Birleşik Devletleri’nin etkin katılımı ile krizin önlenmesinin ardından Şihâb kısa sürede otoriteyi tesis etti. Önceki yıllarda özellikle ihmal edilen Sünnî, Şiî ve Dürzî bölgelerine yatırımları ve devletteki görevli sayılarını arttırarak onların devlete karşı gücenmişliklerini hafifletti. Bu atmosferde yapılan Haziran-Temmuz 1960 seçimleri Lübnan’ı yeniden ekonomik büyüme dönemine taşıdı. 1964 seçimleri sonunda cumhurbaşkanlığına Charles Hilu geldi. Yeni dönemde siyasî otoritede meydana gelen zaaf yolsuzluklara, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklara yol açtı ve ülke 1965-1966’da tarihinin en önemli finans krizlerinden birini yaşadı.

Haziran 1967 Arap-İsrail savaşı Lübnan açısından önemli gelişmelere yol açtı. Savaşın kısa sürmesi ve Arap ülkelerinin ağır yenilgisi bölgede Nâsır faktörünü ortadan kaldırdı. Ancak Batı Yakası ve Gazze’nin İsrail tarafından işgal edilmesiyle İsrail’e karşı mücadele eden örgütlerle birlikte yüz binlerce Filistinli mültecinin Lübnan’a geçmesi İsrail ile Lübnan’ı doğrudan karşı karşıya getirecekti. Nitekim Mayıs 1968’de Lübnan-İsrail askerleri arasında ilk sınır çatışmaları yaşandı. 1969 başından itibaren Suriye de Lübnan’daki gelişmelere doğrudan müdahale etmeye başladı. Gösteriler, grevler ve ardından çatışmalar yoğunlaştı. Ocak 1970’te Lübnan genelkurmay başkanı ile Filistin lideri Arafat arasında yapılan Kahire Antlaşması ve aynı yıl Ürdün’de, Filistinliler’in karıştığı Kral Hüseyin’e karşı yapılan başarısız darbe girişimi sonunda Filistinliler’in Lübnan’daki faaliyetleri arttı.

1970’li yıllarda enflasyonla birlikte işsizliğin artması, Temmuz 1971’de Ürdün’den çıkarılan Filistinliler’in Lübnan’a yerleşmesi, İsrail’in Lübnan içerisindeki Filistin kamplarına saldırılar düzenlemesi, cemaatler arası gerginliklerin tırmanması ve sol görüşlü hareketlerin silâhlı eylemlere katılması gibi gelişmeler Lübnan’ı hızla kriz ortamına sürükledi. 1974’te Lübnanlı Falanjistler ile Filistinliler arasındaki çatışmalar artış gösterdi. Müslümanlarla hıristiyanlar arasında Ekim 1976’ya kadar devam edecek bir iç savaş çıktı. Lübnanlı hıristiyanların çağrısı üzerine Mayıs 1976’da binlerce Suriye askeri savaşı durdurmak bahanesiyle Lübnan’a girdi. Çatışmaların milletlerarası bir boyut kazanmasından endişe eden Arap ülkeleri, Lübnan’a barış gücü gönderilmesine ve Suriyeli askerlerin barış gücünde görev alacaklar hariç kademeli olarak çekilmelerine karar verdi. Haziran ayında 1000 asker gönderildi. Yaklaşık elli ateşkes kararının etkisiz kalması sebebiyle Arap ülkeleri, Ekim 1976’da Riyad ve Kahire’de yaptıkları toplantıların ardından 30.000 barış gücü askeri gönderme kararı alarak kalıcı ateşkes sağladılar. Ancak mahallî çatışmalar yer yer devam ediyordu. Dürzî lider Kemal Canbolat’ın Mart 1977’de öldürülmesi, Filistin-İsrail çatışmalarının Güney Lübnan’ın İsrail tarafından işgaliyle sonuçlanması (Mart-Haziran 1978), Suriye askerleriyle hıristiyan milisler arasındaki çatışmalar Lübnan’da gerginliğin devam ettiğini gösteriyordu.

1980’li yıllarda Suriye birlikleriyle hıristiyan milisler arasındaki çatışmalar, Trablusşam’da Sünnî-Şiî çatışması, Güney Lübnan’da ve Beyrut’un banliyösünde Şiî Emel hareketiyle Filistinliler arasında çatışmalar devam etti. 1982 yılında Lübnan’da daha köklü gelişmelere şahit olundu. İsrail, hava bombardımanlarının ardından Haziran 1982’de Lübnan’ı işgal etti. Bu sırada Falanjistler’in ve Mârûnîler’in İsrail’in Suriye ve Filistinliler aleyhine yaptığı operasyonlara destek vermesi mevcut cemaatler arası krizi daha da derinleştirdi. Müslüman milletvekillerinin boykot ettiği seçim sonucunda İsrail’in desteklediği Beşîr Cemâyel cumhurbaşkanı seçildi, ancak üç hafta sonra öldürüldü. Bunun üzerine İsrail’in de desteğiyle Sabra ve Şatilla Filistin kamplarına giren Falanjistler binlerce kişiyi öldürdüler (16-17 Eylül 1982). Bir hafta sonra da ılımlı görüşleriyle tanınan kardeş Emîn Cemâyel müslümanlardan da önemli destek alarak cumhurbaşkanı seçildi.

Eylül 1982’den itibaren Amerikan, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan bir barış gücünün Lübnan’da bulunması kararlaştırıldı. İsrail, Suriye’nin de Bikā‘dan çekilmesini şart koşarak Lübnan’da kalışını uzatmaya çalışıyordu. Müzakereler devam ederken Nisan 1983’te Beyrut’taki Amerika Birleşik Devletleri büyükelçiliğinde yüzlerce Amerikan askerinin bulunduğu sırada büyük bir patlama olması ve çok sayıda askerin ölmesi üzerine Amerika Birleşik Devletleri taraflar üzerindeki baskısını arttırdı. 17 Mayıs Antlaşması ile İsrail’in Lübnan’dan tedrîcî olarak çekilmesi kararlaştırıldı. Amerikan, Fransız ve İtalyan birliklerinden oluşan barış gücü Şubat-Mart 1984’te Lübnan’dan ayrıldı. Lübnan’daki kayıplarının artması ve milletlerarası baskılar gibi sebeplerle İsrail Haziran 1985’ten itibaren Lübnan’daki askerlerini geri çekti. Ardından Suriye, Bikā‘ vadisinden 10.000’in üzerinde askerini çekerek Lübnan’daki asker sayısını 25.000’lere indirdi. Bu gelişmeler Lübnan’da gerginliği azaltmadı. Haziran 1987’de Başbakan Reşîd Kerâmî’nin öldürülmesi Lübnan’ın güven ortamından ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu.

Eylül 1988’de süresi dolan cumhurbaşkanı Emîn Cemâyel’in halefi seçilemedi. Cemâyel ayrılmadan önce Mârûnî General M. Avn’ı geçici hükümetin başbakanlığına tayin etti. Bu tayini kabul etmeyenlerden Beyrut’un batısında müslümanlar ve doğusunda hıristiyanlarca iki ayrı hükümet kuruldu ve ülke bölünmenin eşiğine geldi. Diğer taraftan Suriye destekli Şiî Emel grubu ile İran destekli Şiî Hizbullah mensupları çatışmalarının yanı sıra Beyrut’ta da müslümanlarla hıristiyanlar arasında çatışmalar meydana geliyordu. Kazablanka’da toplanan Arap liderleri Cezayir, Fas ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir komite kurarak Lübnan’da barışın sağlanması çalışmalarına Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa ülkeleri de destek verince Eylül 1989’da ateşkes sağlandı. Eylül sonunda Tâif’te toplanan Lübnan Meclisi uzlaşma konusunda önemli kararlar aldı. 22 Ekim 1989 Tâif Antlaşması Lübnan tarihi için bir dönüm noktası oldu. Halen uygulanmakta olan bu antlaşmaya göre cumhurbaşkanlığının yetkileri kısıtlanmış ve ülke yönetiminde esas sorumluluk müslümanlarla hıristiyanlar arasında eşit dağılımla oluşan hükümete verilmiştir. Milletvekili dağılımında hıristiyanlar lehine olan 6’ya 5 oranı kaldırılarak müslümanlar ve hıristiyanlar arasında eşit olarak paylaşılmak üzere millet vekili sayısı doksan dokuzdan 108’e çıkarıldı. Milislerin silâhsızlandırılması, Lübnan hükümetinin ülkenin tamamında hâkimiyetinin sağlanması, hükümete bağlı Lübnan güvenlik güçlerinin kuvvetlendirilmesi, Suriye’nin askerî güçlerini geri çekmesi alınan kararlar arasındaydı. Kasımda hem bu kararlar onaylandı hem de Rene Muavvad cumhurbaşkanı seçildi, ancak Muavvad’ın iki hafta sonra bir bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmesiyle yerine İlyas Hirâvî seçilerek cumhurbaşkanlığı seçimi krizi sona erdirildi.

Yeni dönem Lübnan siyasetinde Suriye’nin etkin rolü kabul edilerek normalleşme sağlanmaya çalışıldı. 1992 sonbaharında milletvekili sayısı 128’e çıkarılıp seçimler yapıldı. Milislerin silâh bırakmaları konusunda önemli başarılar elde edildi. 1989 Tâif Antlaşması, 1975-1990 arasında aralıklarla devam eden Lübnan iç savaşını sona erdirerek ülkede genel barışı ve siyasî istikrarı sağlamış görünmektedir. Şubat 2003’te Suriye askerî birliklerinin bir kısmını geri çekmekle birlikte Lübnan’da halen 20.000 civarında asker bulundurmaktadır. Bu sebeple Suriye ile her alanda ilişkiler geliştirilmekte ve Lübnan’ın güvenliği açısından Suriye’nin Lübnan’daki askerî varlığı her iki ülke yetkililerince savunulmaktadır. Diğer taraftan İran, Hizbullah aracılığıyla Lübnan üzerinde etkisini sürdürmektedir. 3.600.000 nüfusa sahip bu küçük ülkede 200.000’in üzerinde Filistinli’nin çeşitli kamplarda varlıklarını sürdürmesi Lübnan-İsrail ilişkilerini hassas bir dengede tutmaktadır.


BİBLİYOGRAFYA

, I, 307-332; III, 103-107.

, VIII, 395 vd.

P. K. Hitti, Lebanon in History, From the Earliest Times to the Present, London 1957, tür.yer.

Leila M. T. Meo, Lebanon. Improbable Development, Indiana 1965, tür.yer.

A. Haluk Ülman, 1860-1861 Suriye Buhranı: Osmanlı Diplomasisinden Bir Örnek Olay, Ankara 1966.

M. Ma’oz, Ottoman Reform in Syria and Palestine: 1840-1861, Oxford 1968, tür.yer.

A. H. Hourani, Syria and Lebanon: A Political Essay, Beirut 1968.

S. H. Longrigg, Syria and Lebanon under French Mandate, Beirut 1968, tür.yer.

A. I. Tibawi, A Modern History of Syria Including Lebanon and Palestine, London 1969.

A. J. Baaklini, Legislative and Political Development: Lebanon 1842-1972, Durham 1976, tür.yer.

J. P. Spagnolo, France and Ottoman Lebanon: 1861-1914, London 1977, tür.yer.

Walid Khalidi, Conflict and Vilonce in Lebanon, Harvard 1979, tür.yer.

M. Deeb, The Lebanese Civil War, New York 1980, tür.yer.

D. C. Gordon, Lebanon. The Fragmented Nation, London 1980, tür.yer.

Yûsuf el-Hakîm, Beyrût ve Lübnân fî ʿahdi Âl-i ʿOs̱mân, Beyrut 1980.

M. Adnan Bakhit, The Ottoman Province of Damascus in the Sixteenth Century, Beirut 1982, s. 54-81.

E. Rabbath, La constitution Libanaise origines, textes et commentaires, Beirut 1982, tür.yer.

a.mlf., La formation historique du Liban politique et constitutionnel. Essai de synthèse, Beyrouth 1986, tür.yer.

Abdul-Rahim Abu-Husayn, Provincial Leadership in Syria: 1575-1650, Beirut 1985, s. 67-128.

M. Zamir, The Formation of Modern Lebanon, Ithaca 1988.

Lebanon: A History of Conflict and Consensus (ed. N. Shehadi – D. H. Mills), London 1988.

Kamal S. Salibi, A House of Many Mansions: The History of Lebanon Reconsidered, London 1988.

a.mlf., The Modern History of Lebanon, New York 1993.

a.mlf., “The Secrets of the House of Ma’n”, , IV (1973), s. 272-287.

İrfan C. Acar, Lübnan Bunalımı ve Filistin Sorunu, Ankara 1989.

N. Alamuddin, Turmoil: The Druzes, Lebanon and the Arab-Israeli Conflict, London 1993.

Engin Akarlı, The Long Peace: Ottoman Lebanon 1861-1920, London 1993.

Leila T. Fawaz, An Occasion for War: Civil Conflict in Lebanon and Damascus in 1860, London 1994.

B. Schenk, Kamāl Ğunbulāṭ Das arabisch-islamische Erbe und die Rolle der Drusen in seiner Konzeption der Libanesischen Geschichte, Berlin 1994, tür.yer.

Şinasi Altundağ, “Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın Suriye’de Hâkimiyeti Esnasında Tatbik Ettiği İdare Tarzı”, , VIII/30 (1944), s. 231-244.

M. Tayyib Gökbilgin, “1840’tan 1861’e Kadar Cebel-i Lübnan Meselesi ve Dürzîler”, a.e., X/40 (1946), s. 641-703.

a.mlf. – M. C. Şehâbeddin Tekindağ, “Dürzîler”, , III, 665-680.

M. C. Şehâbeddin Tekindağ, “Lübnan”, , VII, 104-107.

D. Chevallier, “Lubnān”, , V, 791-798.

Feridun Emecen, “Fahreddin, Ma‘noğlu”, , XII, 80-82.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2003 yılında Ankara’da basılan 27. cildinde, 248-254 numaralı sayfalarda yer almıştır.