- 1/6Müellif: NEBİ BOZKURTBölüme GitSözlükte “yazmak” anlamındaki ketb kökünden türetilmiş olup “yazılan şey” demektir. Ancak Araplar bunun yerine daha çok kitâb, risâle, ahd, vasıyye ve…
- 2/6Müellif: İSMAİL DURMUŞBölüme GitArap Edebiyatı. Arap edebiyatında mektup karşılığında kullanılan en yaygın kelime risâledir. Bunun yanında kitâb, hıtâb, sahîfe, kelime, makāle, lisân…
- 3/6Müellif: RIZA KURTULUŞBölüme GitFars Edebiyatı. Fars edebiyatında sultâniyyât ve ihvâniyyât şeklinde iki mektup (nâme) türü bulunmaktadır. Sultanların, devlet adamlarının birbirine y…
- 4/6Müellif: M. ORHAN OKAYBölüme GitTürk Edebiyatı. Günlük ve hâtırat gibi mektup da insanların özel hayatını veya sadece yazıldığı kişilerle ilişkilerini ilgilendirdiği için doğrudan do…
- 5/6Müellif: MÜBAHAT S. KÜTÜKOĞLUBölüme GitOsmanlı Bürokrasisinde Mektup. Mektubun Osmanlı diplomatiğinde bir tür yazışma evrakı olarak özel bir yeri bulunmakta olup yazılış şartları ve şekille…
- 6/6Müellif: REŞAT ÖNGÖRENBölüme GitTASAVVUF. Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren sûfîler mektup yazmayı irşad ve eğitim faaliyetinin bir parçası olarak görmüşlerdir. İçerikleri dikkat…
Sözlükte “yazmak” anlamındaki ketb kökünden türetilmiş olup “yazılan şey” demektir. Ancak Araplar bunun yerine daha çok kitâb, risâle, ahd, vasıyye ve sahîfe kelimelerini kullanmaktadır. Türkçe’de bunun yanında Farsça’dan geçen nâme kelimesiyle “ihbarnâme, temliknâme, vasiyetnâme” gibi yazılı evrak adları yapılmıştır. Mektubu yazan kişi muhatabından birtakım isteklerde bulunuyorsa bu tür mektuplara vasıyye adı verilir. Bir kimsenin ölümü halinde yakınlarına bıraktığı, mallarının paylaşımı ve tasarrufu hususundaki isteklerini içeren mektubuna da bu bakımdan “vasiyet” veya “vasiyetnâme” denilmiştir. Ayrıca mektup bir edebiyat türüdür (mektûbat, münşeat, resâil). Çeşitli âyetlere dayanılarak (meselâ bk. el-A‘râf 7/62, 68, 93; el-Ahzâb 33/39; el-Cin 72/28; Abese 80/11-16) Kur’ân-ı Kerîm de Allah Teâlâ’nın kullarına gönderdiği emir ve uyarılarını içeren bir mektuplar mecmuası kabul edilebilir.
Günümüze ulaşan en eski mektuplar, milâttan önce II. binyılın başlarında Kayseri yakınlarındaki Kültepe ile (Kaniş-Kārum) Mezopotamya’daki Asur şehri arasında karşılıklı gönderilen, çivi yazısıyla kilden tabletler üzerine yazılmış ve yine kilden zarflar içine konularak metni ve zarfı mühürlenmiş mektuplardır. Kitâb-ı Mukaddes’te de birtakım mektuplardan söz edilmektedir. Bunların en eskileri Hz. Dâvûd ve Süleyman’ın yazdıkları olup çoğunlukla Mescid-i Aksâ’nın ve Süleyman Sarayı’nın inşasıyla ilgilidir. Yeni Ahid’in büyük bir bölümü ise Pavlus, Petrus ve Yuhanna’nın çeşitli milletlere gönderdikleri dine davet mektuplarından oluşmaktadır (Concordance to the Good News Bible, s. 668). Kitâb-ı Mukaddes gibi Kur’an’da da Hz. Süleyman’ın yazdığı bir mektuptan (kitâb) bahsedilir. Bu mektup, Sebe melikesine (Belkıs) gönderilen ve onunla kavmini güneşe tapmaktan vazgeçip Allah’a ve Süleyman’a itaate çağıran bir mektuptur. Kur’an’da Belkıs’ın ağzından nakledilen ifadelerden mektubun besmele ile başladığı anlaşılmaktadır (en-Neml 27/28-31). Araplar’da, mektuba Allah’ın adıyla başlama geleneğini ilk başlatanın Hz. Peygamber’in çağdaşı Hanîfler’den Ümeyye b. Ebü’s-Salt olduğu rivayet edilir. Ümeyye mektubuna “bismikellāhümme” ifadesiyle başlardı (Kalkaşendî, I, 480). Resûl-i Ekrem de ilk dönemlerde mektuplarının başına tevhid akîdesine uygun düşen bu ibareyi koydurmuştur. Daha sonra sırasıyla Hud sûresinin 41. âyetinden ilhamla “bismillâh”, İsrâ sûresinin 110. âyetinden ilhamla “bismillâhirrahmân” ve Neml sûresinin 30. âyetinden ilhamla “bismillâhirrahmânirrahîm” ifadelerini kullanmıştır (İbn Sa‘d, I, 263-264).
Neml sûresinin 30. âyetinde Belkıs’a yazılan mektubun vasfını belirleyen “kerîm” sıfatını “güzel, değerli, önemli” gibi zâhirî mânasıyla anlayanlar bulunduğu gibi mektubun mühürlü olduğu şeklinde yorumlayanlar da vardır (Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XIX, 153; İbn Abdürabbih, IV, 241). Mektubun mühürlenmesi işi mektubun ilk ortaya çıktığı günden beri devam eden bir gelenekti. Tablet mektuplar ve zarfları gibi parşömene yazılan mektupların altı ve rulo halinde içine konuldukları mahfazaların ağızları da mühürlenirdi. Hz. Peygamber, İran kisrâsına mektup göndermek istediğinde kendisine Acemler’in mühürsüz mektupları okumadıkları hatırlatılmış, o da üzerinde “Muhammed Resûlullah” yazan akik bir mühür edinmiştir. Abdullah b. Abbas mühürsüz mektubu işareti olmayan, yani işe yaramayan falkumar okuna (gufl) benzetir (İbn Abdürabbih, IV, 281). Daha sonra kişilerin birbirine yazdıkları mektuplara imza atmaları âdet olmuştur. Resmî mektupların ise yetkili kişi tarafından imzalanmış olsa dahi mühürlenmesi -veya özel bir alâmetle işaretlenmesi- işi devam etmiştir. Hz. Süleyman – Belkıs kıssasında dikkat çeken diğer bir husus da söz konusu mektubun bir kuş tarafından götürülmüş olmasıdır. Mektup göndermede eskiden beri güvercinlerden yararlanılmaktadır. Müslümanlar da bu geleneğe uymuşlar ve mektubu hızla yerine ulaştırmada posta güvercinlerinden (el-hammâmü’z-zâil, el-hammâmü’l-hevâdî) faydalanmışlardır. Mektuplar güvercine ağırlık verip yormasın diye küçük boyutlu ince parşömen üzerine gubârî hatla (kalemü’l-cenâh “kanat yazısı”) iki sûret halinde yazılır ve bunlar iki saat arayla gönderilirdi (bk. BERÎD).
Müslüman geleneğinde kişiye yazılmış özel mektupların mahremiyeti vardır. Hz. Peygamber, sahibinin izni olmadan bir kimsenin mümin kardeşinin mektubuna bakmasının günah olduğuna işaret eder (Ebû Dâvûd, “Vitir”, 23; Taberânî, el-Muʿcemü’l-kebîr, X, 320; Hâkim, IV, 300-301). Ancak askerî sırların haber verilme ihtimali ve casusluk faaliyeti gibi durumlarda bu mahremiyet kalkar. Nitekim müslümanların Mekke’nin fethi için yaptığı sefer hazırlıklarını Mekke’deki yakınlarına bildirmek isteyen Hâtıb b. Ebû Beltea’nın mektubu onu götüren kadın yolda yakalanarak ele geçirilmiş (Buhârî, “İstiʾẕân”, 23) ve bu olay üzerine Allah’a ve inananlara düşman olanları dost edinmeyi ve onlara sır vermeyi yasaklayan âyet (el-Mümtehine 60/1) inmiştir. Gizlilik gerektiren işlerde mektuplar sır kâtipleri tarafından yazılır, bunların açılmamasına ve başkalarının eline geçmemesine dikkat edilirdi. Özellikle siyasî mektupların ve muahedenâmelerin mahremiyetini korumak veya tahrifini önlemek için bazı tedbirler alınmıştır (bk. KOZAK).
Hz. Peygamber arkadaşlarına, ordu kumandanlarına ve yabancı devlet adamlarına birçok mektup göndermiştir. Onun vahiy kâtiplerinin yanında resmî yazışmalarını kaleme alan kâtipleri ve mütercimleri vardı. Gönderilen mektupların büyük bir bölümü İslâm’a davet amacıyla yazılmıştır. Bunlardan Bizans İmparatoru Herakleios’a yolladığı mektubu Buhârî, Ehl-i kitaba mektup yazmanın usulüne dair açtığı babda verir (“İstiʾẕân”, 24). Resûl-i Ekrem mektubuna besmele ile başlamış, adını açıkladıktan ve Allah’ın kulu ve elçisi olma vasfını belirttikten sonra Herakleios’un adını zikretmiştir. Bu arada ona “melik” yerine “Rumlar’ın büyüğü” şeklinde hitap ederek mülkün gerçek sahibinin Allah olduğunu vurgulamayı amaçlaması dikkat çekicidir. Ardından selâm faslı gelmektedir; ancak muhatabı müslüman olmadığı için dua anlamı taşıyan selâmı “hidayete erenlere” şeklinde genel ifadeyle vermiştir. Mektubun sonunda, yazılmasındaki asıl amacı teşkil eden İslâm’a davet gelir. Buraya muhatabın hıristiyan oluşu sebebiyle müslümanlarla ortak bir söze yani Allah’ın birliğine davet eden Âl-i İmrân sûresinin 64. âyeti konulmuştur. Hz. Peygamber’in mektubu gereksiz ifadelere yer verilmediğinden dolayı kısa ve özdür. Onun mektuplarından bir kısmı günümüze kadar ulaşmıştır; bunlardan Mukavkıs ile yalancı peygamber Müseylime’ye yazdıkları Topkapı Sarayı Müzesi’nde muhafaza edilmektedir.
Resûl-i Ekrem ve Hulefâ-yi Râşidîn resmî yazışmalarda yazının güzelliğine ve üslûbuna büyük bir önem vermiştir. Hz. Peygamber mektup yazan kişinin kendi adıyla başlamasını ve yazdığı mektubu topraklamasını istemiş, bunun işi daha kolay kılacağını belirtmiştir (Taberânî, Müsnedü’ş-Şâmiyyîn, I, 38). Hadiste geçen “topraklama” ifadesini muhataba tevazu ile hitap etme şeklinde mecaz olarak yorumlayanlar varsa da onu yazıdaki fazla mürekkebin toprağa emdirilerek dağılmasının önlenmesi şeklinde anlayanlar da vardır (Mübârekfûrî, VII, 410). Hadisin farklı rivayetlerinden bu ikinci yorumun daha doğru olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim kurutma kâğıdının kullanılmasına kadar yazı üzerine tebeşir tozu serpildiği bilinmektedir. İdareciler tarafından mektupların imlâsına özen gösterilmesi istenirdi. Nitekim Hz. Ömer, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den aldığı bir mektupta “min Ebî Mûsâ” yerine “min Ebû Mûsâ” yazıldığını görünce ona kâtibini cezalandırmasını emretmiştir (Belâzürî, s. 497; Beyhakī, II, 258). Arap yazısının yeni geliştiği, henüz nokta ve harekenin olmadığı dönemlerde yazışmalar sebebiyle bazı sıkıntılar yaşandığında şüphe yoktur. İslâm tarihi boyunca büyük kargaşalara ve iç savaşlara sebep olan ve etkileri günümüze kadar uzanan ilk fitne olayına Hz. Osman’ın, kâtibi Mervân b. Hakem’e yazdırdığı bir mektubun nokta ve harekesi olmadığı için yanlış anlaşılması veya Mervân’ın kasten halifenin ağzından farklı anlama gelen bir mektup yazması sebep gösterilir (Taberî, Târîḫ, II, 662 vd.). Herhalde bu gibi sebeplerden dolayı resâil ve inşâ divanlarıyla berîd teşkilâtı erken bir dönemde kurulmuştur.
BİBLİYOGRAFYA
Buhârî, “İstiʾẕân”, 23, 24, 25; Ebû Dâvûd, “Vitir”, 23; Tirmizî, “İstiʾẕân”, 20; Belâzürî, Fütûh (Fayda), s. 497; İbn Sa‘d, eṭ-Ṭabaḳāt, I, 263-264; Taberî, Câmiʿu’l-beyân, XIX, 153; a.mlf., Târîḫ, Beyrut 1407, II, 662 vd.; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd (nşr. Abdülmecîd et-Terhînî – Müfîd M. Kumeyha), Beyrut 1404/1983, IV, 241, 242, 281, 287; Taberânî, el-Muʿcemü’l-kebîr (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Musul 1404/1983, X, 320; a.mlf., Müsnedü’ş-Şâmiyyîn (nşr. Hamdî Abdülmecîd es-Selefî), Beyrut 1409/1989, I, 38; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), IV, 300-301; Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1410, II, 258; Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ (Şemseddin), I, 480, 481; Tahsin Özgüç, Kültepe-Kaniş, New Researches of the Center of Assyrian Trade Colonies, Ankara 1959, tür.yer.; Mübârekfûrî, Tuḥfetü’l-aḥveẕî, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), VII, 410; Concordance to the Good News Bible (ed. D. Robinson), New York 1976, s. 668; Hamîdullah, İslâm Peygamberi, I, 337 vd.; Câbir Kumeyha, Edebü’r-resâʾil, Kahire 1406/1986, s. 5 vd., 79 vd., 155 vd.; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye (Özel), I, 204 vd.; Gül Özaktürk, “Yazınsal Mektubun Tarihçesi”, Archivum Anatolicum: Anadolu Arşivleri, sy. 4, Ankara 2000, s. 143 vd.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 13-14 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Arap Edebiyatı. Arap edebiyatında mektup karşılığında kullanılan en yaygın kelime risâledir. Bunun yanında kitâb, hıtâb, sahîfe, kelime, makāle, lisân, me’lüke, elûk, meyâmir gibi kelimeler de aynı konumda görülmüştür. Özellikle mektup formundaki resmî risâlelerle uzun risâlelere kitap adının verilmesi daha yaygındır. “Mektup, kitapçık” anlamındaki risâlenin çoğulu resâil, “bilgi ve haberlerin bir kimseden diğerine iletilmesi işi” (elçilik, mesaj) mânasındaki risâlenin çoğulu ise risâlâttır (Lisânü’l-ʿArab, “rsl” md.). Kur’ân-ı Kerîm’de Allah’a ait bilgi, haber, emir ve yasakların kullara ulaştırılmasını ifade eden risâle ve risâlât kelimeleri yer almıştır. Bu görevi yerine getirmek üzere Allah tarafından seçilmiş kimseye de resul denmiştir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rsl” md.).
“Bilgilerin yazı ile aktarılması, bilgileri içeren yazılı belge” anlamında risâle teriminin kullanılmasının Emevî Halifesi Hişâm b. Abdülmelik zamanında (724-743) başladığı kaydedilir. Emevîler’in ilk kâtiplerinden olan Sâlim Ebü’l-Alâ, Aristo’nun, öğrencisi Büyük İskender’e gönderdiği, onun fethettiği şehirleri nasıl yöneteceğine dair bilgiler içeren yazılı belgenin Yunanca aslından yaptığı tercümesinde risâle kelimesini kullanmış ve buna “Risâletü Arisṭoṭâlîs ile’l-İskender fî siyâseti’l-müdün” adını vermiştir. Şair Ebû Dülâme ilk Abbâsî halifesi Ebü’l-Abbas es-Seffâh’a yazdığı methiyede, bir kâtibe tarafından yazılmış olan, Benî Esed reisine ait bir risâleden söz etmektedir (Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, X, 266). Daha sonra risâlenin “bilgi ve haberlerin yazılı iletme aracı” şeklindeki anlamı yaygınlaşmıştır; ilk mânada kullanılmasına ise nâdir olarak rastlanmaktadır (a.g.e., XX, 56; Yâkūt, II, 4-5; VI, 106, 166). İlmî ve edebî konularda makale tarzında yazılmış monografi kitapçıklarına risâle adının verilmesi, bunların ilk örneklerinin formel olarak mektup üslûbunda kaleme alınmış olması ve talep üzerine hazırlanıp ilgiliye gönderilmesi sebebiyledir. Bu türün ilk örneklerinden olan Câhiz’in risâlelerinde bu özellik açıkça görülmektedir (ilmî risâleler için bk. RİSÂLE).
Arap edebiyatında mektup, kompozisyon türlerinin başında yer aldığı için edebî bir mektubun hitap edilen kişinin anlayışı ile sosyal mevkiine uygun, gereksiz uzatmalardan, yapmacık ifadelerden uzak, tabii, yalın, akıcı fakat edebî bir anlatımla kaleme alınmış olması temel özellikleridir (Ahmed el-Hâşimî, I, 44-45). Edebî bir mektubun sanat değeri, başta iç kafiyeler (seci) olmak üzere anlatıma derinlik ve tasvir gücü kazandıran mecaz, teşbih, istiare, kinaye, tevriye gibi sanatlara dayanır. Bu bakımdan edebî mektupla kaside arasında ilgi kuran İbn Tabâtabâ edebî mektubu serbest vezinli, nesre dönüştürülmüş (mahlûl) kaside, kasideyi de şiire dönüştürülmüş (ma‘kūd) risâle olarak görür ve her ikisinin bölümleri, belâgat incelikleri ve yöntemlerinin birbirine benzediğini söyler (ʿİyârü’ş-şiʿr, s. 6-7). Ebû Hilâl el-Askerî bu noktalarda hutbe ile edebî mektup arasında benzerlik görür (Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn, s. 136).
Çağdaş âlimler mektupları özel-resmî, edebî-gayri edebî, didaktik ve klişe mektuplar, ilmî, ehlî ve mütedâvel mektuplar, siyasî, içtimaî, hukukî, ticarî, dinî, zatî mektuplar, mensur ve manzum mektuplar, kısa, orta ve uzun mektuplar gibi sınıflamalara tâbi tutmuşlardır. Klasik tasnifte Arapça mektuplar için “ihvâniyyât” ve “dîvâniyyât” olmak üzere iki temel kategori belirlenmiştir. Bunlara ilmî risâleleri de eklemek gerekir.
İhvâniyyât türü mektuplar dost ve akraba arasındaki özel yazışmalardır. Konuları doğum, evlilik, bayram ve başarı kutlamaları, tâziye, teşekkür, hediyeleşme gibi normal hayatın olaylarıdır. Bunlarda hitap edilen kimseye karşı duyulan sevgi ve özlem gibi duygularla nostalji dile getirilir. Duyguların tasviri için bu tür mektuplarda uzun yazım (ıtnâb) üslûbunun kullanılması uygun görülmüştür. Mesafeler ve uzun süren ayrılıklar dostluk ve sevgi bağlarını zayıflattığından bu durumlarda gelen mektuplar uzaklardaki dostun vekili ve sadakatin şahidi olarak dostluğu kurtaran, sürdüren ve güçlendiren en önemli faktör olarak görülür. Kalkaşendî’den önceki yazarlar ihvâniyyâtın kutlama, tâziye, hediyeleşme ve iltifat gösterme gibi birkaç türünden söz etmişlerdir. Kalkaşendî ise ihvâniyyât için on yedi kategori belirlemiştir. Bunlar arasında ara buluculuk talebi, aşk, özlem, ziyaret daveti, sevgi, evlenme teklifi, özür beyanı, teşekkür, sitem, hastanın durumunu sorma, haber iletme gibi hususlar yer alır (Ṣubḥu’l-aʿşâ, VIII, 126). Halife, vezir ve emîr gibi yüksek dereceli devlet adamlarıyla onların altında bulunan kimseler arasında özel işlerle ilgili olarak yazılan mektuplar da ihvâniyyâta dahil edilmiş, ancak bunlar resmî mektuba benzeyen ihvâniyyât olarak görülmüştür. İhvâniyyât türü mektuplarda nesirle yazılanlar çoğunluğu oluşturmakla birlikte nesir-nazım karışık olanlarla yalnız şiir halinde yazılan mektuplar da vardır. Ebû İshak es-Sâbî ile Şerîf er-Radî arasında teâti edilen mektupların ilk bölümünü bu tür teşkil eder (krş. Resâʾilü’ṣ-Ṣâbî ve’ş-Şerîf er-Raḍî, s. 7-62). Özel mektuplarda anlatım daha lirik ve şiirseldir; çünkü övme, yerme, şikâyet ve sitem gibi birçok temada şiirle ortaktır.
Diğer inşâ türlerinde olduğu gibi mektuplarda da giriş (bidâyet/sadr), gelişme (mevzû) ve sonuç (nihâyet/hâtime) kısımları bulunur. Yazışma müslümanlar arasında ise mektup besmeleden sonra kısa hamdele ve bazan salvele ile başlar, daha sonra mektubun asıl konusuna geçilir. Doğu mektuplarında görülen bu standart başlama formuna karşılık Endülüs mektupları genellikle gönderilene dua veya bir manzume ile başlar ya da konuya doğrudan giriş yapılır. Müslümanlarla gayri müslimler arasındaki yazışmalarda bu klişeler yer almaz. Onlarda, “Bu falancadan falancaya bir mektuptur …” gibi bir ifadeyle başlanır. Mektuplar çoğunlukla bir dua klişesiyle, bazan da muhtevaya uygun âyet, hadis, şiir, atasözü vb. ile son bulur. Resmî mektupların (dîvâniyyât) bölümlerinde de benzer klişeler yer alır. 90 (709) yılında Mısır valisi olan Kurre b. Şerîk’in mektuplarında bu klişelerin görülmüş olması, Arap toplumunda ondan çok daha önce mektup yazma geleneğiyle klişelerinin bulunduğunu gösterir (Becker, I, 92-94).
Dîvâniyyât (resâilü dîvâniyyât) adını, ilk teşekkülü Muâviye b. Ebû Süfyân zamanında (661-680) gerçekleşen, devletin resmî yazışmalarını hazırlamakla görevli Dîvânü’r-resâil’den (Dîvân-ı İnşâ) alır. Ancak yönetimin bütün mektupları bu divandan çıkmadığından devlet, idare ve hükümet işleriyle ilgili mektuplar için “resmî mektuplar” (resâil resmiyye) tabiri daha kapsamlı görülmüştür (Hüsnî Nâise, s. 246). Bunlar idarî, siyasî, adlî, kazâî, teşrîî, iktisadî vb. konularda tayin-azil, icâzet, yemin, kutlama, sulh, biat, iktâ, vasiyet, mehir, tezkire mektupları, veliaht olacaklar için yazılan ahidnâme, bir düşmana veya âsiye güvence olarak verilen emânnâme, savaş veya zafer kutlaması, âsiler için yazılan tehdit mektupları, umuma açıklamalar içeren beyan mektubu (menşûrât/fermanlar) gibi resmî mektuplardır. İbnü’n-Nedîm, bu tür mektuplardan konularına göre belirlenmiş çok sayıda örnek zikrettiği gibi Kalkaşendî Dîvânü’l-inşâ’dan çıkan otuz çeşit mektup kaydetmektedir (Ṣubḥu’l-aʿşâ, XV, 1-73). Dîvâniyyâtta, günümüzdeki idarî mektupların ince diplomasi üslûbunun yanında yüksek düzeyde bir edebî dilin kullanıldığı görülür. Bu sebeple Ahmed b. Yûsuf el-Kâtib, Ebû İshak es-Sâbî, Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd, Sâhib b. Abbâd, Kādî el-Fâzıl ve İbn Nübâte gibi edip ve kâtiplerin kaleminden çıkmış dîvâniyyât mektupları, edebiyat ve belâgat âlimlerince yüksek edebî düzeyde inşâ örnekleri olarak değerlendirilmiştir. Bunların en iyileri divanda örnek olarak saklandığı gibi bu tür resmî ve edebî mektuplar halka okunur, muhtevaları tartışılıp yorumlanırdı.
Edebî mektup yazma sanatına “teressül” (sınâatü’t-teressül), yazana da “müteressil” denir. Dîvân-ı İnşâ’da görev alacak müteressiller en yüksek edebî üslûba sahip edip ve yazarlar arasından seçilirdi. III. (IX.) yüzyılın ortalarından itibaren devletin çeşitli kademelerinde görev yapacak kâtipler için el kitapları yazılmaya başlanmıştır. İbn Kuteybe’nin Edebü’l-kâtib’i, İbn Ebû Tâhir Tayfûr’un Kitâbü’l-Mens̱ûr ve’l-manẓûm’u, Ebû Bekir es-Sûlî’nin Edebü’l-küttâb’ı, İbn Halef’in Mevâddü’l-beyân’ı, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr’in el-Mes̱elü’s-sâʾir fî edebi’l-kâtib ve’ş-şâʿir ile el-Miftâḥu’l-münşâ li-ḥadîḳati’l-inşâ’sı, Şehâbeddin Mahmûd el-Halebî’nin Ḥüsnü’t-tevessül ilâ ṣınâʿati’t-teressül’ü, İbn Fazlullah el-Ömerî’nin, et-Taʿrîf bi’l-muṣṭalaḥi’ş-şerîf’i ve bunun şerhi, İbn Nâzırülceyş’in Tes̱ḳīfü’t-Taʿrîf’i bu tür eserlerdendir. On dört ciltlik hacmiyle bu nevi eserlerin en kapsamlısı Kalkaşendî’nin Ṣubḥu’l-aʿşâ fî ṣınâʿati’l-inşâ’sıdır (bu eserlerin bir listesi için bk. Samir al-Droubī, s. 60-79). Sözü edilen eserlerde, Dîvân-ı İnşâ’da kâtip olarak görev yapacak edibin yüksek düzeyli bir edebî ve belâgī üslûba, ayrıca geniş bir kültüre sahip olmasının zarureti, yetişmesi için okuyup ezberlemesi gereken ilmî ve edebî formasyon bilgileri, sahip olması istenen ahlâkî meziyetler, çeşitli kişi ve makamlara yazılacak mektupların başlangıç, sonuç ve muhtevalarının nasıl olması gerektiği, hitaplarda çeşitli düzeydeki yöneticiler için kullanılacak sıfat, lakap ve künye klişeleri, kompozisyon ve imlâ esasları, hat ve çeşitleri, harfler ve nitelikleri, mektuplarda kullanılacak kâğıdın evsafı, kalem ve divit çeşitleri, mürekkep, hokka vb. konularda ayrıntılı bilgilerle muhtelif mektup örnekleri yer alır.
Eski ve yeni zamanlara ait çok sayıda mektup koleksiyonu oluşturulmuştur. Bunlardan Ahmed Zekî Saffet’in Cemheretü resâʾili’l-ʿArab’ı (I-IV, Kahire 1971) Câhiliye, sadr-ı İslâm, Emevî ve Abbâsîler’in ilk dönemlerine ait mektup örneklerini kapsamaktadır. Bunun dışında Muhammed Kürd Ali’nin Resâʾilü’l-büleġā’sı, Fâyiz Abdünnebî Felâh el-Kaysî’nin Edebü’r-resâʾil fi’l-Endelüs fi’l-ḳarni’l-ḫâmisi’l-hicrî’si zikredilebilir. Ayrıca eskilerden Câhiz, İbn Hazm, İbn Zeydûn, İbnü’l-Mu‘tez, Ebû Bekir el-Hârizmî, Bedîüzzaman el-Hemedânî, Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, Ebü’l-Alâ el-Maarrî, Ebû İshak es-Sâbî, Şerîf er-Radî, Şerîf el-Murtazâ, Sâhib b. Abbâd, Ebü’l-Fazl İbnü’l-Amîd, Kādî el-Fâzıl, İbn Nübâte el-Mısrî; yenilerden Mahmûd el-Âlûsî, Kermelî, Cübrân Hâlil Cübrân, Mey Ziyâde, Mustafa Sâdık er-Râfiî, M. Reşîd Rızâ, Şekîb Arslan ve Cemîl Sıdkī ez-Zehâvî tarafından yazılmış mektup ve mektuplaşma örneklerini kapsayan birçok koleksiyon mevcuttur (bunların bir listesi için bk. M. Şükrî el-Âlûsî, neşredenin girişi, s. 65-77)
BİBLİYOGRAFYA
Lisânü’l-ʿArab, “rsl” md.; M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “rsl” md.; İbn Ebû Tâhir, el-Mens̱ûr ve’l-manẓûm (nşr. Ahmed el-Elfî), Beyrut 1986, tür.yer.; Ebü’l-Hasan İbn Tabâtabâ, ʿİyârü’ş-şiʿr (nşr. Tâhâ el-Hâcirî – M. Zağlûl Sellâm), Kahire 1956, s. 6-7; Mes‘ûdî, Mürûcü’ẕ-ẕeheb, Tahran 1970, VI, 116; Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, X, 266; XX, 56; Ebû Hilâl el-Askerî, Kitâbü’ṣ-Ṣınâʿateyn (nşr. Ali M. el-Bicâvî – M. Ebü’l-Fazl), Kahire 1371/1952, s. 69, 136; Resâʾilü’ṣ-Ṣâbî ve’ş-Şerîf er-Raḍî (nşr. M. Yûsuf Necm), Kahire 1968, s. 7-62; Mecmûʿu resâʾil ve maḳāmât, Bibliothèque Nationale, Arabe, nr. 3923, vr. 55, 60-61; Seâlibî, Yetîmetü’d-dehr (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1375-77/1956-57, III, 8, 10-12, 80-83, 312; IV, 190, 191, 192; İbn Halef, Mevâddü’l-beyân (nşr. Fuat Sezgin), Frankfurt 1407/1986, s. 45-48, 323-355, ayrıca bk. tür.yer.; Ebü’l-Velîd İsmâil el-Himyerî, el-Bedîʿ fî vaṣfi’r-rebîʿ (nşr. H. Beiris), Rabat 1940, s. 55, 60, 178; Humeydî, Ceẕvetü’l-muḳtebis, Kahire 1386/1966, s. 212; İbn Bessâm eş-Şenterînî, eẕ-Ẕaḫîre fî meḥâsini ehli’l-Cezîre (nşr. İhsan Abbas), Kahire 1978-79, I/1, s. 242, 486, 491; II/1, s. 194-195; III/1, s. 332; III/2, s. 705-755; Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ (nşr. D. S. Margoliouth), London 1909-13, II, 4-5; V, 329, 351; VI, 67-68, 106, 166; Ziyâeddin İbnü’l-Esîr, el-Mes̱elü’s-sâʾir (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1411/1990, I, 87-148; İbn Fazlullah el-Ömerî, et-Taʿrîf bi’l-muṣṭalaḥi’ş-şerîf (nşr. Semîr ed-Dürûbî), Kerek 1413/1992, s. 6-245, ayrıca bk. tür.yer.; İbn Nübâte, Serḥu’l-ʿuyûn (nşr. Saîd el-Efgānî), Beyrut 1969, s. 3-8; İbn Nâzırü’l-Ceyş, Tes̱ḳīfü’t-Taʿrîf bi’l-muṣṭalaḥi’ş-şerîf (nşr. R. Vesely), Kahire 1987, neşredenin girişi, s. IV-V; Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, bk. Fehâris, XV, 1-73; a.e. (Şemseddin), I, 244-356; II, 327; VIII, 126; IX, 9-225; Ahdeb, Keşfü’l-meʿânî ve’l-beyân ʿan resâʾili Bedîʿizzamân, Beyrut 1890, s. 372-373, 431-432, 511; C. H. Becker, Papyri Schott Reinhardt, Heidelberg 1906, I, 92-94; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab fî ʿuṣûri’l-ʿArabiyyeti’z-zâhire, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), III, 57, 61, 114-115, 120-121, 122-124, 136; IV, 262, 364-365; J. Leclercq, “L’amitié dans les lettres du moyen âge”, Revu du moyen âges latin, Strasbourg 1945, I, 391-410; a.mlf., “Le genre épistolaire au moyen âge”, a.e. (1946), II, 63-78; G. Lecomte, “L’introduction au Kitāb Adab al-Kātib”, Mélanges Louis Massignon, Damas 1957, III, 45-63; Şevkī Dayf, el-Fen ve meẕâhibüh, Kahire 1977, s. 95-113; G. Karlsson, Idéologie et cérémonial dans l’épistolographie byzantine, Uppsala 1962, s. 22; Ahmed el-Hâşimî, Cevâhirü’l-edeb, Kahire 1385/1965, I, 44-45, ayrıca bk. tür.yer.; G. Constable, “Letters and Letter-Collections”, Typologie des sources du moyen âge occidental, Turnhout 1976, fas. 17, s. 25, 32; H. Hunger, Die Hochsprachliche profane literatur der Byzantinev I, Munich 1978, s. 206, 210-211; Hüsnî Nâise, el-Kitâbetü’l-fenniyye, Beyrut 1398/1978, s. 243-257, 318-329; Ali Ahmed Saîd Adonis, es̱-S̱âbit ve’l-müteḥavvil, Beyrut 1983, III, 21-33; Câbir Kumeyha, Edebü’r-resâʾil fî ṣadri’l-İslâm, Kahire 1406/1986, s. 5-14; M. Şükrî el-Âlûsî, Edebü’r-resâʾil beyne’l-Âlûsî ve’l-Kermelî (nşr. K. Avvâd – M. Avvâd), Beyrut 1407/1987, neşredenlerin girişi, s. 7-9, 65-77; Fâyiz Abdünnebî Felâh el-Kaysî, Edebü’r-resâʾil fi’l-Endelüs fi’l-ḳarni’l-ḫâmisi’l-hicrî, Amman 1409/1989, s. 7-86, 100-133; Samīr al-Droubī, A Critical Edition of and Study on Ibn Fadl Allāh’s Manual of Secretaryship, “al-Ta‘rīf bi’l-mustalah al-sharīf”, Mu‘tah 1992, s. 60-79; W. Marçais, “Les origines de la prose littéraires arabe”, RAfr. CCCXXX/1 (1927), s. 1-15; M. Grignaschi, “Le romain épistolaire classique …”, Le Muséon, LXXX, Louvain 1967, s. 219, 223; A. Arazi – H. Ben Shammay, “Risāla”, EI2 (Fr.), VIII, 549-557.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 14-16 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Fars Edebiyatı. Fars edebiyatında sultâniyyât ve ihvâniyyât şeklinde iki mektup (nâme) türü bulunmaktadır. Sultanların, devlet adamlarının birbirine ya da emirleri altında bulunanlara gönderdikleri resmî mektuplara sultâniyyât, halktan olan kişilerin yazdığı özel mektuplara da ihvâniyyât adı verilir. İran’da mektup yazmanın kuralları Sâmânîler döneminden itibaren oluşmaya başlamış, IX ve X. yüzyıllarda İran’ın doğusunda mahallî hânedanlıkların kurulmasıyla birlikte Farsça’nın saray ve edebiyat dili olarak kullanılması yaygınlaşınca emîrler arasında mektuplaşmada Farsça ağırlık kazanmıştır. Resmî yazışmalarının çoğunun Farsça olduğu Gazneliler, Selçuklular ve Hârizmşahlar devrinde Dîvân-ı Risâlât müessesesinin oluşmasıyla sultâniyyât türü mektup yazımı edebî bir gelişme kaydetmiştir. Bunun sonucunda mektup yazma işinin bir sanat olduğu kabul edilerek inşâ ilminin alanına dahil edilmiş, Ḳābûsnâme, Siyerü’l-mülûk ve Çehâr Maḳāle gibi edebî eserlerde kâtiplik ve mektup yazma kurallarını anlatan bölümlere yer verilmeye başlanmıştır. Destûr-i Debîrî ve Destûrü’l-kâtib fî taʿyini’l-merâtib gibi eserler mektup yazmanın edebî bir nitelik kazandığı bu dönemde kaleme alınmıştır.
Mahmûd-ı Gaznevî devrinde Vezir Ebü’l-Abbas Fazl b. Ahmed el-İsferâyînî’nin teşebbüsüyle resmî ve idarî mektuplaşmalarda Arapça terkedilip Farsça kullanılmaya başlandı. İranlı münşî, edip ve âlimlerin mektup yazmaya özel bir ilgi duymaları sonucunda her iki mektup türü gelişti, yeni üslûplar ortaya çıktı. Bilhassa resmî mektuplaşmalarda sıfat, unvan, lakap ve özel isteklere yer verilmesi bu mektup türünün kendine has bir üslûp ve şekil almasını sağladı. VI (XII) ve VII. (XIII.) yüzyıllarda Arapça mektupların örnek alınmasıyla V. (XI.) yüzyıl mektuplarında kullanılan unvan ve sıfatlar yerini uzun ve secili izâfet terkiplerine bıraktı. Divandaki her iş ve görev için Arapça mektuplardan iktibas edilen veya yeni üretilen özel unvan ve sıfatlar kullanıldı; bunlar üst makamlara yazılan mektuplarda daha çok yer almaya başladı. Safevîler devrinde özellikle resmî mektuplarda aşırı derecede sanatlı ve süslü anlatım yaygınlaştı. Bu mektupların okunması son derece güçleşti. Kaçarlar döneminde ise üslûpta sadeleşme oldu.
Mektuplarda yer alan unvan, lakap ve dualar bunların yazıldığı siyasî ve içtimaî makam ve mevkiye göre değişiklik gösterir. Çoğunluğu Arapça olan bu sıfatların padişahlar için “melikü a‘zam el-müeyyed bi-te’yîdi’r-rahmân hallede’llāhu eyyâme saltanatihî”, âlimler için “üstâzü’l-efdal ve’l-ekâbir allâmetü’z-zamân”, dostlar veya aile fertleri için “mahdûm-ı muazzam yâ hudâvendigâr ale’l-ıtlâk ebkāhu’llāhu teâlâ” gibi ifadeler kullanılmıştır. Mektuplar çoğunlukla Arapça veya Farsça manzum bir ifade, selâmlaşma ve buluşma isteğiyle başlar, şairane ifadelerin yer aldığı dua bölümüyle son bulurdu.
Eski Farsça’da mektuplar menşur, tevkī‘, fetihnâme, şikestnâme, ahidnâme ve sevgendnâme unvanlarıyla da görülür. Farsça edebî mektuplar “mekâtîb”, “münşeât” veya “rukaât” adı verilen mecmualarda derlenmiştir. Beyhakī’nin Târîḫ’inde naklettiği, Sultan Mahmûd-ı Gaznevî’nin mektupları olan Münşeʾât-ı Ebû Naṣr Müşkân, İmam Gazzâlî’nin Feżâʾilü’l-enâm min resâʾili Ḥücceti’l-İslâm adlı kitapta (Tahran 1353 hş.) toplanan ve zamanın şahsiyetleri hakkındaki görüşlerini içeren mektupları V. (XI.) yüzyılın örnekleri içinde sayılabilir. VI. (XII.) yüzyılda özel mektup türü örnekleri olarak dönemin âlim şeyhleri arasındaki yazışmaların şeklini yansıtan Nâmehâ-yi Ḥüccetü’l-İslâm Aḥmed Ġazzâlî (Tahran 1356 hş.), tasavvufî incelikli özel mektupları içeren Namehâ-yi ʿAynü’l-Ḳuḍât-ı Hemedânî (Tahran 1348 hş.), hem özel hem resmî mektupları ihtiva eden Münşeʾât-ı Ḫâḳānî (Tahran 1349 hş.) gösterilebilir. Reşîdüddin Vatvât’ın Ebkârü’l-efkâr fi’r-resâʾil ve’l-eşʿâr adlı eserinde yer alan mektupları (Nâmehâ-yi Reşîdüddîn Vaṭvâṭ, Tahran 1338 hş.) bu yüzyılın özel mektuplarına örnek teşkil eder. Bahâeddin Muhammed b. Müeyyed el-Bağdâdî’nin et-Tevessül ile’t-teressül’de yer alan mektupları da (Tahran 1315 hş.) bu döneme aittir. VII. (XIII.) yüzyıla ait örnekler arasında yer alan Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mektupları (Mektûbât-ı Mevlânâ Celâleddîn, İstanbul 1356/1937) tasavvufî öğütleri ihtiva eder. VIII (XIV) ve IX. (XV.) yüzyıllarda Reşîdüddin Fazlullah (Nâmehâyî Ḫâce Reşîdüddîn Fażlullāh, Lahor 1940), Mahmûd-ı Gâvân (Riyâżü’l-inşâʾ, Haydarâbâd 1948) ve Abdurrahman-ı Câmî’nin (Risâle-i Münşeʾât, Nuruosmaniye Ktp., nr. 4171) mektupları yüksek edebî değeri olan mektuplar içinde zikredilebilir. Münşeʾât-ı Ferhâd Mirzâ Muʿtemedüddevle (Bombay 1318) ve Emîr-i Nizâm Fâzıl Hân-ı Gerrûsî’nin Münşeʾât’ı (Tahran 1327 hş.) Kaçarlar döneminin edebî mektuplarına örnek olarak gösterilebilir. Muhammed Şah Kaçar’ın veziri Kāimmakām-ı Ferâhânî’nin Münşeʾât’ı da (Tahran 1337 hş.) özel ve resmî mektupları içerir. Hint alt kıtasında da Farsça mektuplar derlenerek Mekâtîb-i ʿAllâmî (Kalküta 1810), Mektûbât-ı Şeyḫ Şerefüddîn Yaḥyâ Münîrî (Kanpûr 1910) ve Rukaʿât-ı ʿAzîzî (Kanpûr 1895) adlı kitaplar oluşturulmuştur. Nâmehâ-yi Siyâsî-yi ʿAllâme ʿAlî Ekber Dihḫudâ (Tahran 1358 hş.), Nâmehâ-yi ʿAllâme Muḥammed Ḳazvînî be-Seyyid Ḥasan Taḳīzâde (Tahran 1353 hş.), Nâmehâ-yi Târîḫî ve Siyâsî-yi Seyyid Cemâlüddîn Esedâbâdî (Tahran 1350 hş.) İran’da Meşrutiyet’ten sonra yapılan başlıca mektup derlemeleridir (ayrıca bk. İNŞÂ).
BİBLİYOGRAFYA
Muhammed b. Abdülhâliḳ el-Meyhenî, Destûr-i Debîrî (nşr. Adnan Sadık Erzi), Ankara 1962, neşredenin önsözü; Müntecebüddin Bedî‘, ʿAtebetü’l-ketebe (nşr. Muhammed Kazvînî – Abbas İkbâl), Tahran 1329 hş.; Hânbâbâ, Fihrist, V, 5143-5150; Hüseyin Hatîbî, Fenn-i Nes̱r der Edeb-i Fârisî, Tahran 1366 hş., s. 323-345; Hüseyn Rezmcû, Envâʿ-ı Edebî ve Âs̱âr-ı Ân der Zebân-ı Fârsî, Meşhed 1372 hş., s. 191-199; Abdülhüseyin Zerrînkûb, Ez Güzeşte-i Edebî-yi Îrân, Tahran 1375 hş., s. 131-137; Hâşim Recebzâde, “Terkîb Elkû-yi Mersûm der Âġāz ve Pâyân-ı Nâme ve Ḫiṭâb ve İmżâ-yı Ân”, Nâme-i Ferhengistân, I/2, Tahran 1374 hş., s. 12-29; Dihhudâ, Luġatnâme, XII, 19672-19675; Fath-Allah Mojtabâ’î, “Correspondence in Islamic Persia”, EIr., VI, 290-293; Tahsin Yazıcı, “Destûr-i Debîrî”, DİA, IX, 211.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 16-17 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Türk Edebiyatı. Günlük ve hâtırat gibi mektup da insanların özel hayatını veya sadece yazıldığı kişilerle ilişkilerini ilgilendirdiği için doğrudan doğruya bir edebî tür sayılmaz. Bu metinlerin edebî bir tür olarak kabul edilmesi için dil, üslûp, kompozisyon ve belli bir nisbette kurmaca özellikleri taşıması gerekir. Ancak mektup şeklinde yazılan, bir çeşit deneme/eleştiri yazısı sayılabilecek metinlerle (Nurullah Ataç, Okuruma Mektuplar, İstanbul 1958) manzum mektuplar (Necip Fazıl Kısakürek, “Zindandan Mehmed’e Mektup”), klasik mesneviler (Şeyh Galib’in, Hüsn ü Aşk’ında Hüsn’ün ve Aşk’ın birbirine mektupları) ve romanlardaki mektuplar, hatta tamamen mektuplardan ibaret romanlar (Halide Edip Adıvar, Handan) hakkında bir edebî türden veya edebî anlatım tekniğinden bahsedilebilir. Edebiyatçılar arasında belli bir konu üzerinde ve yayımlanması niyetiyle yazılmış mektuplar da ayrı bir kategori teşkil eder (Muallim Nâci – Beşir Fuad, İntikād, İstanbul 1304). Bu örneklerin dışında itinalı bir üslûpla yazılan özel mektuplar da edebî bir değer atfedilerek muhafaza edilmiş ve yayımlanmıştır. Bir edebiyatçının kaleme aldığı mektupların bir gün neşredilebileceğini düşünmesi, hatta sağlığında kendisi tarafından yayımlanması gibi durumlar özel mektupları edebî bir tür olmaya yaklaştırır. Bugün mektubu edebî tür olarak benimseyenler yanında makale, tenkit, deneme, roman veya şiir türlerinde kullanılan ifade tekniklerinden biri olarak kabul edenler de vardır (Türk roman ve hikâyesinde mektubun anlatım tekniği olarak incelendiği bir araştırma için bk. bibl. Emel Kefeli).
Bütün bu nitelikleri dikkate alınarak özel mektupların bir edebî tür olmanın dışında netice itibariyle birer belge değeri taşımalarının daha ön planda geldiği görülmektedir. Mektuplar tarihî, içtimaî, askerî, siyasî, dinî-tasavvufî, fikrî-felsefî ve edebî konularda dönemlerine, kişilere, kişiler arasındaki ilişkilere, sanat eserlerinin arka planındaki çok defa bilinmeyen oluşum safhalarına ışık tutan, dolayısıyla monografik/biyografik araştırmalarda önemli kaynaklardan birini teşkil etmektedir.
Batı’da XVI. yüzyıldan itibaren özel mektuplar derlenip yayımlanmakla beraber bunların edebî bir tür olarak benimsenmesi XVIII. yüzyıldan sonradır. Bu dönemden sonra gittikçe artan bir ilgiyle siyaset adamlarının, sanatkârların ve özellikle edebiyatçıların mektupları külliyat halinde neşredilmiştir.
Türk divan edebiyatı geleneğinde resmî ve özel mektuplar inşâ sanatı içinde kabul edilmiş, itinalı bir dil ve üslûpla yazılan mektuplar münşeat mecmualarında derlenmiş, hatta bu gibi mektupların kimlere nasıl bir tarz ve protokol üslûbuyla yazılması gerektiği hakkında didaktik mahiyette eserler kaleme alınmıştır. Bu tarzın mektup örnekleri Tanzimat’tan sonra da bir süre devam etmiştir (bk. İNŞÂ).
Türk edebiyatında özel mektupların herhangi bir yazı veya kitap içinde yahut bir kişiye ait toplu olarak yayımlanması Batılılaşma süreciyle başlamıştır. Bunlar arasında, Ebüzziyâ Mehmed Tevfik’in Numûne-i Edebiyyât-ı Osmâniyye’sinde (İstanbul 1296) bulunan Âkif Paşa’nın Şeyh Müştâk’a, Şinâsi’nin Paris’ten annesine ve Nâmık Kemal’in değişik kişilere yazdıkları, edebî bir değer atfedilerek veya belge kabul edilerek yayımlanan ilk özel mektuplardır. Daha sonra edebiyatçıların özel mektupları zaman zaman dönemin dergilerinde ve özellikle antoloji mahiyetindeki kitaplarda neşredilmiştir. Cumhuriyet’ten önce bir kitapta derlenmiş pek az örneği bulunan mektup külliyatı yayınları arasında Beşir Fuad – Fazlı Necib arasında Mektûbât (İstanbul 1305), Ahmed Midhat – Muallim Nâci arasında Muhâberât ve Muhâverât ile (İstanbul 1301) Abdülhak Hâmid’in Mektuplar’ı (I-II, İstanbul 1334-1335) sayılabilir. Cumhuriyet döneminde özellikle 1960’lı yıllardan sonra okuyucu ve araştırmacılardan gördüğü ilgi üzerine hâtırat türü kitaplarla beraber mektup külliyatlarının yayımında da büyük artış olmuştur. Bunlardan önemli sayılanları şunlardır: İbrahim Alâeddin Gövsa, Süleyman Nazif (İstanbul 1933, s. 160-228); Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar (İstanbul 1957); Ziya Gökalp, Limni ve Malta Mektupları (Ankara 1965); Namık Kemal’in Husûsî Mektupları (I-IV, Ankara 1967-1986); Nazım Hikmet, Kemal Tahir’e Mahpusaneden Mektuplar (Ankara 1968); Nazım Hikmet, Bursa Cezaevinden Vâ-Nû’lara Mektuplar (İstanbul 1970); Ahmet Hamdi Tanpınar, Mektuplar (Ankara 1974); Yahyâ Kemal, Mektuplar-Makaleler (İstanbul 1977, s. 67-108); Ahmed Hâşim, Bütün Eserleri IV (İstanbul 1991, s. 39-104); Mehmet Kaplan, Âli’ye Mektuplar (İstanbul 1992); Abdülhak Hâmid’in Mektupları (I-II, İstanbul 1995); Bedrettin Tuncel’e Mektuplar (İstanbul 1995); Tâhir Olgun, Edebî Mektuplar (Ankara 1995); Cevdet Kudret’e Mektuplar (1995); Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın Mektupları ve Tiyatro Eleştirileri (1998, s. 25-142); Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi (İstanbul 1999); Behçet Necatigil, Serin Mavi (İstanbul 1999); Bedri Rahmi – Eren Eyüboğlu, Aşk Mektupları (İstanbul 2000); Memduh Şevket Esendal, Kızıma Mektuplar (Ankara 2001); Arif Nihat Asya’nın Sevgi Mektupları (İstanbul 2001); İsmet Binark, Samiha Ayverdi’nin Mektupları (İstanbul 2002); M. Orhan Okay, Mehmet Kaplan’dan Hatıralar, Mektuplar (İstanbul 2003).
Tercüme dergisinin mektup özel sayısı olarak yayımlanan sayıları (nr. 77-80, 1964), çeşitli milletlere ait mektup örneklerinin yanında mektup türü ve bu türün tarihî gelişimiyle ilgili yazıları ihtiva etmesi bakımından önemli bir kaynaktır. Ayrıca Türk Dili’nin antoloji ağırlıklı bir sayısıyla (nr. 274 [1974]) aynı mahiyette olarak Türk Dil Kurumu’nun “Güzel Yazılar” dizisinde Mektuplar (Ankara 1997), Batı dillerindeki mektuplar için de İnci Asena’nın Mektuplar’ı ile (İstanbul 1994) 1983 yılından itibaren Düşün Yayınevi tarafından çıkarılan yirmiden fazla mektup külliyatı zikredilebilir.
BİBLİYOGRAFYA
Nâmık Kemal’in Mektupları (haz. Ömer Faruk Akün), İstanbul 1972, neşredenin önsözü; M. Orhan Okay, “Mektuplaşmaya, Mektuba ve Tevfik Fikret’e Dair”, Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi (haz. M. Fatih Andı v.dğr.), İstanbul 1999, s. VII-IX; Emine Eroğlu, Türk Edebiyatında Özel Mektuplar Bibliyografyası (yüksek lisans tezi, 2000), Fatih Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü; Emel Kefeli, Anlatım Tekniği Olarak Mektup, İstanbul 2002; Mustafa Kutlu v.dğr., “Mektup”, TDEA, VI, 231-236.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 17-18 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Osmanlı Bürokrasisinde Mektup. Mektubun Osmanlı diplomatiğinde bir tür yazışma evrakı olarak özel bir yeri bulunmakta olup yazılış şartları ve şekillerine münşeat mecmualarında bolca rastlanır. Mektuplar diğer belgeler gibi belli rükünlerden meydana gelmiştir. Meselâ hitâbî mektupların rükünleri “İbtidâ olunur” sözünün kullanılması, senâ, dua, gönderilenin isminin yazılması, kâtibin adı, selâm ve hayır duada bulunma, selâm ulaştırılması, özlem belirtme (iştiyak); görüşme isteğinde bulunma, tarih, halini bildirme, iltimas talebi, hâtimenin başlangıcı, uygun bir dua ile bitirme şeklinde sıralanır. Bunlardan dua, senâ, selâm, halin bildirilmesi ve dua ile bitirme rükünlerinin yazılması mecburi olup diğerlerinin bir kısmı ihmal edilebilir. Cevabî mektuplarda ise bunlara ilâve olarak mektubun sıfatı, mektubun varmış olduğu ve mektubun cevabî rükünleri de bulunur.
Mektubun on şartı ise şöyledir: 1. Gönderen ve gönderilenin rütbeleri dikkate alınmalıdır. 2. Eğer gönderilen gönderenden üst rütbede ise isminin yazılmaması tercih edilmelidir. Ancak gönderenin meşâyihten olması halinde bu hususa riayet edilmeyebilir. Gönderenle gönderilenin mevkileri eşitse gönderilenin ismi yazılır. 3. Gönderilen gönderenden daha aşağı bir mevkide ise iştiyak ve görüşme talebi rükünlerinin yerine iyi niyet, devletin bekāsı, ricanın kabulü ve muradın hâsıl olması yazılır. 4. Uzun süredir ayrı değillerse iştiyak kısmının da yazılmaması tavsiye edilir. 5. Gönderenin rütbesi aşağı ise “Sâmi-i huddâm-ı zevi’l-ihtirâm i‘lâm olunur ki” şeklinde bir ifade kullanılması gerekir. 6. Uzun zaman geçmemiş bulunması ve mekânın uzak olmaması halinde tarih rüknü ihmal edilir. 7. Gönderilen için gaip sîgası kullanılıp şahsen hitap edilmemelidir. Meselâ, “… talep etmişsin” denilmeyip “taraflarından … talep etmişler” şekli yazılmalıdır. 8. Üstten alta yazılan mektuplarda “… edesiz” şeklinde çoğul sîgası kullanılmamalıdır. 9. İ‘lâm-ı hâl rüknü selâm rüknüne bağlı olmalıdır. 10. Selâm iblâğı ile halini i‘lâm rükünlerinde kullanılan sîgalar aynı olmalıdır.
Mektuplar da diğer belgeler gibi davet rüknü ile başlar. Bu çok defa sadece “hüve” yazılarak, bazan da mektubun yazılış sebebine göre değişik formüller kullanılarak yapılır. Elkāb denilen hitap formülü de gönderen ve gönderilenin mevkiine göre farklılık gösterir. Alt makamdan üst makama yazılan mektuplarla üstten alta ve aynı düzeydekiler arasında yazılan mektuplardaki elkāb birbirinden farklıdır. Yabancı devlet büyüklerine gönderilen mektupların elkābı ise nâme-i hümâyun elkābına oldukça benzer. Ancak gönderilen şahsın müslüman veya hıristiyan oluşuna göre elkāb da değişir. Elkābdan sonra müslümanlara gönderilen mektuplarda birbirine oldukça benzeyen, fakat uzunluğu değişen dua ve ona bağlı selâm rükünleri bulunur; mektubun hal bildirme rüknüne geçilmeden önce muhatabın elkābı genellikle bir defa daha tekrarlanır. Mektubun hal bildirme kısmına ise ekseriya “hâlâ, bu esnada, bu hilâlde, bu defa” kelimelerinden biriyle girilip mektubun yazılma sebebi izah edilir. Mektubun herhangi bir hususun yerine getirilmesini emretmesi, bilgi veya haber verici mahiyette olması, iltimas ricası vb. maksatlarla yazılmasına göre bitiş kısmına geçiş şekli değişir. Tayin bildiren veya bir hususun yerine getirilmesini emreden bir fermanla birlikte gönderilen sadrazam mektuplarıyla bir vazifenin yerine getirildiğini bildiren yahut iltimas talebinde bulunulan mektuplarda bu kısım farklılık gösterir. Mektubun sonunda ise belgenin mektup olduğunu belirten bir ifade kullanılır. Bitiş rüknünün bundan sonraki kısmı, mektubu gönderen ve gönderilenin mevkiine ve mektubun hüviyetine göre değişiklik arzeder. Hâtime ve sonda yer alan dua rükünleri de mektubun yazılış maksadına göre değişir.
Münşeat mecmualarında mektup rükünleri arasında tarih de bulunmasına rağmen XIX. yüzyıldan önceki mektupların çoğunda buna rastlanmamaktadır. Sonda imzanın üzerinde yazan ve yazılanın rütbelerine göre değişen “kulunuz, köleniz, dostunuz” mânalarına gelen ibareler vardır. İmzanın yeri de yazan ve yazılanın mevkiine göre değişikti; eşit durumdaki şahıslarda mektubun sağ yanına yahut bir tevazu işareti olarak mektubun bitiminde sağ tarafa, yazanın daha aşağı rütbede bulunması halinde ise sol alt tarafa konulması gerekirdi. Ancak XVI. yüzyıldan sonra buna pek riayet edildiği söylenemez. XVI. yüzyıl başlarına ait sağ marja pençe çekilmiş emir mahiyetindeki mektuplar istisna edilirse alttan üste gönderilenlerde imza hemen hep sol altta yer almaktadır. Resmî mektuplarda XVI, hatta XVII. yüzyıldakilerde imza yanda veya altta olsun pençe şeklindedir. Alttakilerin bazılarında başlangıçta helozonî bir kuyruk varken sadrazam ve vezir imzalarında bunların yerini zamanla “vasla”lılar almıştır. XIX. yüzyıl sonlarında ise artık sade ve basit imzalar kullanılmaya başlanmıştır.
Davet ve elkābda olduğu gibi yazan ve yazılanın mevkilerine göre mektubu gönderenle gönderilenin mevkilerine göre de kâğıdın kullanılış şekli farklılık gösterirdi. Alttan üste yazılan mektuplarda kâğıdın orta yerinden başlanır, satırlar sık ve katlaması ince olurken üstten alta yazılan mektuplarda satırlar seyrek ve katlama geniş yapılırdı. Eşit rütbedekiler arasında gönderilen mektuplara ise kâğıdın yarıdan yukarı kısmından başlanırdı.
Özel mektuplara gelince padişahın şehzadeler, vâlide ve haseki sultanlar vb.ne yahut bunların padişaha, daha küçük mevkilerdekilerin üstleri veya birbirlerine, eşlerin baba, anne ve evlâtların, dostların birbirine yazdıkları mektuplar bu türe girer. Özel mektupların rükünleri de diğerlerinden farklı değildir. Yalnız yakınlık derecesine göre elkāb çok daha samimi ve basittir; zaman içinde daha da sade ve basit bir şekle bürünmüştür.
Mektuplar yazılış sebeplerine göre tebrik, teşekkür, tâziye, tavsiye ve itizar mektupları şeklinde sınıflandırılabilir. Bunlar da kendi içlerinde kısımlara ayrılabilir. Meselâ tebrik mektuplarının pek çok çeşidi vardır: Kandil, ramazan ve bayram, yeni yıl tebrikleri, bir makama tayin edilen veya bir üst rütbeye terfi edene gönderilen tebrikler, doğum tebriği vb. Bu vesilelerle yazılan mektuplarla cevapları hep belli kalıplara uygun olarak yazılırdı. XIX. yüzyılda kitâbet usullerinde değişiklik meydana gelince mektuplar da yeni şekle göre yazılmaya başlandı. Bunlar da yazan ve yazılanın anne, baba, kardeş, evlât veya eş oluşuna göre gerek elkāb gerekse bitiş formüllerinde değişiklik gösterirdi.
Mektupların cinsine göre kullanılan kâğıdın büyüklüğü ve yazının cinsi de değişirdi. Özel mektuplarda resmî mektuplar gibi büyük ebatta kâğıtlar ve divanî yazı kullanılma kuralı yoktu. Bununla beraber XIX. yüzyılda resmî mektupların da gerek kâğıt büyüklüğü gerekse yazı cinsinin zaman içinde değişikliğe uğradığı, ebat küçülürken divanî yazının da yerini rik‘aya bıraktığı dikkati çeker.
Arîza, tahrirat, şukka gibi mektuplar önceleri bir keseye konulurken XIX. yüzyılda bir zarf içine konmaya başlandı. Bunların üzerine de gönderilenin adresi yazılırdı. Buraya ekseriya “bi-mennihî teâlâ”, bazan da “inşâallāhu teâlâ” duaları eklenirdi. Zarflarda gönderilenin makamıyla birlikte adı da zikredildiği gibi sadece “sultanım, paşa, karındaşım” kelimelerinin yer aldığı da olurdu. Genellikle üst makama gönderildiği takdirde sadece vazifesi yazılır, isim konmazdı. Alta yazılanlarda isim de bulunurdu. Gönderilenin sıfatları belgedeki elkābda kullanılan sıfatlarla hemen hemen aynıdır. Tanzimat sonrasında elkābda yapılan sadelik üzerine adreslerin de basitleştirildiği görülür. Ancak adreslerde ihmal edilmeyen bir kelime vardır: “Bedûh.” Bir rivayete göre bedûh yazışmaları yerlerine ulaştırmakla görevli meleğin adıdır. Kelime bazan bedûh olarak açıkça yazılır, bazan da bedûh yazılı bir mühür basılır. Bedûh kelimesi yerine adresin altına konulan helezonî şeklin içine “2, 4, 6, 8” rakamlarının yazıldığı zarflar ve mektup arkalarına da rastlanır. Bedûh kelimesi ebced hesabıyla bu rakamları verir. Fakat hepsinden çok kullanılan şekil adresin kâğıdın arkasına yazılması halinde hemen bitimine, zarflanması durumunda adresin altına konan bedûh kelimesinin stilize biçimidir. XVIII. yüzyıl sonlarına kadarki yazışmalarda adreslerin daha çok belgenin arkasına yazılmasına karşılık XIX. yüzyılda çoğunlukla ince uzun zarfların kullanıldığı dikkati çeker. Adresler ise genellikle dar kenarlarına paralel bir şekilde ve üstten dörtte birlik kısmı boş bırakılarak yazılmıştır. Bugün olduğu gibi zarfın geniş kenarına paralel olarak yazılan adresler de vardır. Elkāb gibi adresler de yazılan ve yazan şahsın mevkiine göre değişiklik göstermektedir.
BİBLİYOGRAFYA
BA, A.AMD, dosya nr. 12/35, 13/31; BA, A.MKT, dosya nr. 58/22, 30, 53; BA, A.ÇVB, dosya nr. 1/8; BA, A.DVN.MHM, dosya nr. 1/35, 55; 1/45, 55; BA, A.NŞT, dosya nr. 25/33, 55; 1251/25, 29, 51, 54, 59; BA, A.RST, dosya nr. 2/9, 36; BA, YEE, nr. 18-526/1-13-142; BA, D.BŞM.KGB, dosya nr. 67/107, 70/131; TSMA, nr. E. 148/30, 5448, 5876; Public Record Office, State Papers, nr. 102/61; Feridun Bey, Münşeât, II, 239, 243, 245; Münşeât Mecmuası, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 760, vr. 24b-25a; İnşâ-i Mergūb, İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Muallim Cevdet, nr. K. 36, s. 60-61; İbrâhim Fevzi, İlm-i İnşâ, İstanbul 1316, tür.yer.; Mehmed Rifat, Zübdetü’l-münşeât, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 37-40, 42, 68-71; Muallim Cevdet, Zamanımızda Usûl-i İnşâ ve Muhabere, İstanbul 1925, s. 432-439; L. Fekete, Türkische Schriften aus dem Archive des Palatins Nikolaus Esterházy, 1606-1645, Budapest 1932, tür.yer.; Susan Skilliter, “Three Letters from the Ottoman ‘Sultana’ Ṣāfiye to Queen Elizabeth I.”, Documents from Islamic Chanceries (ed. S. M. Stern), Oxford 1965, s. 134-135; M. Tayyib Gökbilgin, Osmanlı İmparatorluğu Medeniyet Tarihi Çerçevesinde Osmanlı Paleografya ve Diplomatik İlmi, İstanbul 1979, s. 91-94, 108; a.mlf., “Venedik Devlet Arşivindeki Vesikalar Külliyatında Kanunî Sultan Süleyman Devri Belgeleri”, TTK Belgeler, I/2 (1964), s. 119-220; Bekir Kütükoğlu, “Münşeat Mecmualarının Osmanlı Diplomatiği Bakımından Ehemmiyeti”, Tarih Boyunca Paleografya ve Diplomatik Semineri-Bildiriler, İstanbul 1988, s. 169-176; Mübahat S. Kütükoğlu, “Cevdet Paşa ve Âile İçi Münâsebetleri”, a.e., s. 199-222 (aynı yazı için bk. a.mlf., Osmanlı Belgelerinin Dili: Diplomatik, İstanbul 1994, s. 221-229).
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 18-21 numaralı sayfalarda yer almıştır.
TASAVVUF. Tasavvufun ilk dönemlerinden itibaren sûfîler mektup yazmayı irşad ve eğitim faaliyetinin bir parçası olarak görmüşlerdir. İçerikleri dikkate alındığında sûfîlerin mektupları yöneticileri uyarmak ya da onlara bazı istekleri iletmek, ilim ehli kimselerle görüş alışverişinde bulunmak, soruları cevaplamak, yanlarında olmayan müridlerin seyrüsülûk esnasında karşılaştıkları problemleri çözmek ve rüyalarını yorumlamak gibi amaçlarla kaleme aldıkları görülür.
İlk zâhid sûfîlerden Hasan-ı Basrî’nin başta Ömer b. Abdülazîz olmak üzere devrin âlim ve yöneticilerine mektup yazarak bazı tavsiyelerde bulunduğu bilinmektedir. İbrâhim b. Edhem’in de kendisine sorulan sorulara cevap niteliğinde mektuplar yazdığı, ayrıca Süfyân es-Sevrî ve Evzâî ile zaman zaman mektuplaştığı nakledilmektedir. III ve IV. (IX-X.) yüzyıllarda yaşayan sûfîlerin mektuplarında dinî nasihatlerin yanı sıra ağırlıklı olarak tasavvufun inceliklerine, bazı makam ve hallerin açıklanmasına yer verilmiştir. Serrâc bu dönem sûfîlerinden Amr b. Osman el-Mekkî, Serî es-Sakatî, İbn Atâ, Ebû Bekir eş-Şiblî, Ebü’l-Hüseyin en-Nûrî, Mümşâd ed-Dîneverî, Zünnûn el-Mısrî, Ebû Abdullah er-Rûzbârî, Yûsuf b. Hüseyin er-Râzî, Yahyâ b. Muâz, Şah b. Şücâ‘-ı Kirmânî, Ebû Hafs el-Haddâd ve Ca‘fer el-Huldî gibi şahsiyetlerin dostlarına, müridlerine ya da birbirlerine yazdıkları mektupların muhtevalarına işaret etmiş; ayrıca Cüneyd-i Bağdâdî, Ebû Ali er-Rûzbârî, Ebû Saîd İbnü’l-A‘râbî, Ebû Saîd el-Harrâz, Ürmevî, Dükkī gibi sûfîlerin mektuplarından bölümler kaydetmiştir (el-Lümaʿ, s. 305-317). Yine bu dönem sûfîlerinden Hallâc-ı Mansûr’un hapisteyken İbn Atâ’ya iki mektup yazdığı (Aḫbârü’l-Ḥallâc [ed. L. Massignon – P. Kraus], Paris 1957, s. 118-120), Hakîm et-Tirmizî’nin de Muhammed b. Fazl el-Belhî ve Ebû Osman el-Hîrî ile mektuplaştığı bilinmektedir (Sviri, XI [2003], s. 465). Mektuplarında tevhid, fenâ, mîsak gibi konuları ele alan Cüneyd-i Bağdâdî kapalı ve rumuzlu bir dil kullanmaya özen göstermiş, bunu Ebû Bekir el-Kisâî’ye gönderdiği bir mektupta (el-Lümaʿ, s. 312) başkasının eline geçerse yazdıklarının yanlış anlaşılabileceği endişesiyle yaptığını belirtmiştir.
İmam Gazzâlî’nin mektupları da yöneticileri uyarmak ve ilim ehli kimselere tavsiyelerde bulunmak amacıyla yazılan mektuplara örnek olarak zikredilmelidir (Feżâʾilü’l-enâm min resâʾili Ḥücceti’l-İslâm, Tahran 1333 hş.; Letters of al-Gazzali [İng. trc. Abdul Qayyum], New Delhi 1992). Açık ve samimi bir üslûpla yazılan bu mektuplar arasında dinî içerikli olanlarla birlikte tasavvufî mahiyette olanları da vardır. Yine bu çerçevede Ahmed er-Rifâî’nin Abbâsî Halifesi Müstencid-Billâh’a (DİA, II, 128), İbnü’l-Arabî’nin Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a ve Fahreddin er-Râzî’ye (DİA, XX, 494-495, 498), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin II. İzzeddin Keykâvus’a (Mektûbât Mevlânâ’nın Mektupları [nşr. M. F. Nafiz Uzluk], İstanbul 1356/1937), Evhadüddîn-i Kirmânî’nin Halife Müstansır-Billâh’a (DİA, XI, 519), Zeynüddin el-Hâfî’nin dönemin yöneticilerine (Ali Şîr Nevâî, s. 396-397), Ubeydullah Ahrâr’ın Sultan Ebû Saîd’e ve Ali Şîr Nevâî’ye (Tosun, s. 166-167), Abdüllatîf el-Kudsî’nin Cüneyd-i Safevî ile ilgili Karamanoğlu İbrâhim Bey’e (Âşıkpaşazâde, s. 265-266), Şeyh Abdülkuddûs’ün İskender-i Lûdî (1488-1517), Bâbür ve Hümâyun ile bazı Afgan ve Bâbür soylularına (DİA, VIII, 344-345), İmâm-ı Rabbânî’nin dönemin birçok yöneticisine ve ilim adamlarına yazdığı mektupları örnek olarak kaydedilebilir.
Değişik sebeplerle yöneticilere yazılan mektup örneklerine Osmanlı dönemi sûfîlerinde de sıkça rastlanmaktadır. Akşemseddin İstanbul’un fethi sırasında Fâtih Sultan Mehmed’e (mektuplar için bk. Halil İnalcık, Fatih Devri Üzerinde Tetkikler ve Vesikalar I, Ankara 1954, s. 217-219), Sofyalı Bâlî Efendi Bedreddin Simâvî aleyhine Kanûnî Sultan Süleyman’a, Şeyh Mehmed Dâğî kendisinden nasihat isteyen III. Murad’a (Âlî Mustafa, vr. 12b-13a), Aziz Mahmud Hüdâyî III. Murad, I. Ahmed ve II. Osman ile bazı devlet erkânına, Mehmed Nasûhî III. Ahmed’e ve Enderun Kâhyası İbrâhim Ağa’ya (Şeyh Muhammed Nasûhî, Hayatı, Eserleri, Dîvânı, Mektupları Mürâselât / Vâridât-ı Kudsiyye, nşr. Kemal Edip Kürkçüoğlu, İstanbul, ts., s. 85-155), Hasan Sezâî ile (Mektûbât-ı Hazret-i Sezâyî, İstanbul 1289) Abdullah Salâhî de (Muslu, s. 117) devlet ricâline bazı öğütleri içeren mektuplar yazmışlardır. Şeyhlerin yöneticilere ihtiyaçlarını bildirmek ya da ihtiyaç sahiplerine aracı olmak maksadıyla da mektup yazdıkları görülmektedir. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin mektuplarının çoğu bu niteliktedir. Osmanlılar döneminde de birçok şeyhin halkın ihtiyaçları için yöneticilere mektup yazdığı bilinmektedir. Meselâ Şeyh Muslihuddin Tavîl’in Kastamonu bölgesinde halka yapılan zulmü önlemek için II. Bayezid’e mektup yazdığı (Taşköprizâde, s. 362), Beşiktâşî Yahyâ Efendi’nin Kanûnî’ye ve diğer devlet erkânına (Atâî, s. 149), Şeyh Mehmed Dâğî’nin III. Murad’a birçok ihtiyaç sahibi için mektup gönderdikleri (Âlî Mustafa, vr. 13a) görülmektedir.
Sûfilerin ilim ehli kimselerle görüş alışverişinde bulunmak için yazdıkları mektuplara örnek olarak Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr ile İbn Sînâ’nın mektuplaşmaları zikredilebilir. Bu mektuplaşmadan sonra gerçekleştiği kaydedilen görüşmenin ardından İbn Sînâ’nın, “Benim bildiklerimi o görüyor”, Ebû Saîd’in de, “Benim gördüklerimi o biliyor” dediği, böylece hakikate akılla da keşifle de ulaşılabileceğine işaret ettikleri belirtildiğine göre (DİA, X, 221) mektupların tasavvuf ve felsefe konularını içerdiği söylenebilir. Sadreddîn-i Konevî ile Nasîrüddîn-i Tûsî arasındaki yazışmalar da varlık, bilgi, hakikat gibi konularda tasavvuf ehliyle felsefecilerin yaklaşımları çerçevesinde cereyan etmiştir. Son dönem mutasavvıflarından Ahmet Avni Konuk ile Muhammet İhsan Oğuz arasındaki mektuplaşmalarda ise vahdet-i vücûd ile vahdet-i şühûd konuları tartışılmıştır.
Tasavvuf çevrelerinde müridlere nasihat etmek ve tasavvufun inceliklerini öğretmek maksadıyla yazılan mektuplar daha yaygındır. Bu tür mektup yazma geleneği hemen bütün tasavvuf ehli tarafından benimsenmiş, tarikatların yaygınlaşmasından sonra da genellikle uzakta olan müridlerin şeyhle irtibatı bu şekilde sağlanmıştır. Erken dönemlerden itibaren yazılmaya başlanan bu mektupların yüzlerce örneğine rastlanmaktadır. Serrâc’ın kaydettiklerinden başka (el-Lümaʿ, s. 305-317) bu tarzda mektup yazan önemli sûfîler şunlardır: Aynülkudât el-Hemedânî (Nâmehâ, I-II [nşr. Ali Nakī Münzevî – Afîf Useyrân], Tahran 1362; III [nşr. Ali Nakī Münzevî], Tahran 1377 hş.); İbnü’l-Arîf (Miftâḥu’s-saʿâde ve ṭaḥḳīḳu ṭarîḳi’s-saʿâde [derleyen Ebû Bekir Atîk b. Mü’min], Beyrut 1993); Abdülkādir-i Geylânî (Mektûbât-ı Geylânî [trc. Abdülkadir Akçiçek], İstanbul 1966); Ebü’l-Hasan eş-Şâzelî (EI2 [İng.], IX, 171); Necmeddîn-i Kübrâ (bk. M. Takī Dâniş Pejûh, s. 161-162); Mecdüddin el-Bağdâdî (a.g.e., s. 168-174; ayrıca bk. Köprülü Ktp., nr. 1589, vr. 422b); Şerefeddin Mânerî (Paul Jackson, The Way of A Sufi, Delhi 1987, s. 3-4, 122-124, 260) ve halifeleri Muzaffer Şems Belhî ile Hüseyin Muiz Belhî (a.g.e., s. 258); İbn Abbâd er-Rundî (Letters on The Sûfî Path [trc. John Renard], New York, Mahwah, Toronto 1986; Lettres de direction spirituelle: The Rasāil as Sughrā of Ibn Abbād [nşr. Paul Nwyia], Beyrut 1958, 1974 [ilâvelerle]); Ubeydullah Ahrâr (DİA, VII, 94); Alâeddin Attâr (Reşehât Tercümesi, s. 150-151); Muhammed Pârsâ (Süleymaniye Ktp., Lala İsmâil, nr. 698, vr. 79b-81a), Abdullah Kutb (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 1418); Bâkī-Billâh (Tosun, s. 203); Sârbân Ahmed; Hüsâmeddin Ankaravî; Hasan Kabâdûz; Beşir Ağa (son dördü için bk. Abdülbaki [Gölpınarlı], s. 67, 71, 78, 159-160, 204), Abdülmecid Sivâsî (Gündoğdu, s. 231-233); Niyâzî-i Mısrî (Süleymaniye Ktp., Mihrişah Sultan, nr. 384, vr. 97a-98a); Atpazarî Osman Fazlı (DİA, IV, 85) ve halifesi İsmâil Hakkı Bursevî (Namlı, s. 176); İbrâhim Hakkı Erzurûmî (DİA, XXI, 311); Mustafa Müştak (Yücer, s. 360); Kuşadalı İbrâhim (Yaşar Nuri Öztürk, Kuşadalı İbrahim Halvetî, Hayatı, Düşünceleri, Mektupları, İstanbul 1982, s. 125-276) ve halifesi Tevfik Bosnevî (Yaşar Nuri Öztürk, Muhammed Tevfik Bosnevî, Hayatı, Mektupları, Halifeleri, İstanbul 1981, s. 33-152); Mulây Ali el-Cemel ve halifesi Mulây el-Arabî ed-Derkāvî (Bir Mürşidin Mektupları [Resāil; İng. nşr. Titus Burckhardt; T trc. İbrahim Kalın], İstanbul 1995); Ahmed b. İdrîs (The Letters of Ahmad Ibn Idris / Resâʾilü Aḥmed bin İdrîs [Arapça aslı ve İngilizce tercümesiyle birlikte nşr. Einar Thomassen – Bernd Radtke], Londra 1993).
Şeyhle müridleri arasındaki mektuplaşmaların bir kısmı doğrudan müridin seyrüsülûküyle alâkalıdır. Meselâ Mevlânâ’nın mektuplarından biri seyrüsülûk erkân ve şartlarını soran bir âlime cevap olarak yazılmıştır. Necmeddîn-i Kübrâ’nın, müridi Seyfeddin el-Bâharzî’ye seyrüsülûkü esnasında yapması gerekenleri mektupla bildirdiği, yaşadığı halleri ve gördüğü rüyaları yine bu yolla tabir ettiği (bk. Meier, s. 325), Mecdüddîn-i Bağdâdî’nin Şerefeddin el-Belhî’ye (mektuplar için bk. a.g.e., s. 353-366), Mehmed Nasûhî’nin İbrâhim b. Osman’a (Süleymaniye Ktp., Tâhir Ağa, nr. 410), son dönem sûfîlerinden Mehmet Nusret Tura’nın (ö. 1979) gemi kaptanı olan müridi Sabri Nebioğlu’na yazdığı mektupları (Mektuplar, İstanbul 1995) bu türdendir. Bu sonuncusunda mektup yazmanın ve okumanın usulüne de ilk mektupta işaret edilerek mânevî tesirin gerçekleşmesi için bunun sabahın erken saatinde aç karnına okunmasının uygun olacağı belirtilmiştir. Yine Nûreddin Abdurrahman el-İsferâyînî’nin, müridi Alâüddevle-i Simnânî’ye sülûkü esnasında yapması gerekenleri ilk zamanlar mektupla bildirdiği (bk. Meier, s. 325-326; Correspondence spirituelle échangée entre Nuroddin Esfarayeni et son disciple Alaoddawleh Semnani [nşr. H. Landoldt], Tahran-Paris 1972), Abdüllatîf el-Kudsî’nin Câm şehrinde girdiği erbaîn sırasında yaşadığı halleri Herat’ta bulunan şeyhi Zeynüddin el-Hâfî’ye düzenli olarak yazdığı mektuplarla aktardığı ve sonunda Şeyh Hâfî’nin kendisine icâzet yazıp gönderdiği (Lâmiî, s. 551-552; Taşköprizâde, s. 66-67), Kastamonulu Şâbân-ı Velî’nin vefatına yakın Gelibolu’daki müridi Muhyiddin Mehmed Dâğî’ye yazdığı mektupla bir üst zikre geçmesi için izin verdiği (Âlî Mustafa, vr. 3a-6a) belirtilmektedir, Son dönem Nakşî şeyhlerinden Muhammet İhsan Oğuz ise şeyhi Seyyid Ahmed Çapakçurî’yi görmeden kendisine mânevî yolla intisap etmiş, şeyhten gelen mektuplarla sülûkünü tamamlayıp icâzet almıştır (Muhammet İhsan Oğuz, Mektuplar, I, İstanbul 1994, eserin başında yer alan müellifle ilgili biyografi). Bunun kadın sûfîlerden iki örneği XVII. yüzyıl dervişlerinden Üsküplü Âsiye Hatun ile Hindistanlı Cihanârâ Begüm’dür. Âsiye Hatun, bir halifesi vasıtasıyla kendisini görmeden intisap ettiği Muslihuddin Efendi’ye yaşadığı halleri ve gördüğü rüyaları düzenli olarak yazmış ve şeyhinden aldığı yazılı tâlimatlarla sülûküne devam etmiştir (Rüya Mektupları [nşr. Cemal Kafadar], İstanbul 1994). Bâbürlü Hükümdarı Şah Cihan’ın kızı Cihanârâ Begüm ise erkek kardeşinden dinleyerek etkilendiği Molla Şah Bedahşî’ye yazdığı mektuplar yoluyla yine görmeden mürid olmuştur (Smith, s. 154-155).
İmâm-ı Rabbânî’nin yöneticilerle âlimlere ve müridlerine yazdığı, tasavvuf meseleleri ve kelâm terminolojisi ağırlıklı mektuplarından sonra (bk. MEKTÛBÂT) Nakşibendî-Müceddidî tarikatında mektup geleneğinin daha da yaygınlaştığı anlaşılmaktadır. İmâm-ı Rabbânî’den sonra geleneği oğlu Muhammed Ma‘sûm (Mektûbât, İstanbul 1277), Muhammed Murad Buhârî (İÜ Ktp., FY, nr. 327, vr. 52a-87b), Beyzâde Mustafa Ahıskavî (Süleymaniye Ktp., Dârülmesnevî, nr. 135, vr. 40a-42a, 84a-b, 86b, 91b-92b), Köstendilli Süleyman Şeyhî gibi şeyhler devam ettirmiş, bu gelenek Hâlid el-Bağdâdî (Buġyetü’l-vâcid fî mektûbâti’l-Mevlânâ Ḫâlid, Şam 1334) ve takipçileri Abdurrahman Tâhî (Şeyh Abdurrahman Taği’nin Mektupları [trc. Ahmed Yıldırım – Enbiya Yıldırım], İstanbul 1995), Muhammed Sâmî (Ünal Tuygun, Muhammed Sâmî-i Erzincanî [Pîr-i Sâmî Hazretleri] Hayatı ve Sohbetleri, İstanbul 1997, s. 93-129), Şeyh Fethullah (a.g.e., s. 107-122), Muhammed Ziyâeddin, Ahmed Haznevî (Şeyh Muhammed Ziyâeddin – Şeyh Ahmed el-Haznevî, Yeni Mektûbât [trc. Feyyaz Karabel], Ankara 1982), Esad Erbîlî (Mektûbât, İstanbul 1341), Osman Hulûsi Ateş (Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî [nşr. Mehmed Akkuş], Ankara 1996) ve Muhammet İhsan Oğuz (Mektuplar, I-II, İstanbul 1994) vasıtasıyla günümüze kadar gelmiştir.
Hindistan’da da özellikle Çiştiyye tarikatında mektup yazma yoluyla irşad geleneği oldukça yaygındır ve belli başlı örnekleri şunlardır: Ṣaḥâʾifü’s-sülûk (Ahmed Fakīr’in mektupları, Cihaccar, ts.); Baḥrü’l-meʿânî (Seyyid Ca‘fer Mekkî’nin mektupları, Muradâbâd 1889), Mektûbât-ı Kelîmî (Şah Kelîmullah-ı Cihânâbâdî’ye ait mektuplar, Delhi 1301), Mektûbât-ı Mânerî (Şerefüddin Mânerî’nin mektupları, Delhi 1987); Mektûbât-ı Eşrefî (Seyyid Eşref Cihangîr-i Simnânî’nin mektupları); Mektûbât (Seyyid Nûr Kutb-i Âlem’in mektupları); Mektûbât-ı Ḳuddûsî (Şeyh Abdülkuddûs Gengûhî’nin mektupları; bk. DİA, VIII, 344-345).
Mektuplar çoğunlukla düz yazı şeklinde kaleme alınmış olmakla birlikte içlerinde manzum ya da manzum-mensur karışık olarak yazılanlar da vardır. Abdurrahman-ı Câmî bazı mektuplarını manzum (Münşeʾât, Kalküta 1811; Leknev 1264/1847; Kanpûr 1873), II. Bayezid’e yazdığı iki mektubu ise manzum-mensur karışık olarak kaleme almıştır (Tercüme [mektup özel sayısı], sy. 77-80 [1964], s. 78-80). Tâhir Olgun’un çile çıkardığı 1896-1899 yılları arasında Ahmet Remzi Akyürek’e gönderdiği mektuplarla (Çilehâne Mektupları / Tâhirül-Mevlevî’nin Mevlevî Çilesi, Hâtırât ve Tahassüsâtını Hâvî Olarak Ahmed Remzi Dede’ye Mektuplar [nşr. Cemâl Kurnaz – Gülgün Erişen], Ankara 1995) Osman Hulûsi Ateş’in mektupları da (Mektûbât-ı Hulûsî-i Dârendevî) manzum-mensur karışıktır.
BİBLİYOGRAFYA
Serrâc, el-Lümaʿ, s. 305-317; Mevlânâ, Mektuplar (trc. ve nşr. Abdülbâki Gölpınarlı), İstanbul 1963; Sadreddin Konevî, Sadreddin Konevî ve Nasireddin Tûsî Arasında Yazışmalar: el-Mürâselât (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2002; Âşıkpaşazâde, Târih, s. 265-266; Ali Şîr Nevâî, Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve (haz. Kemal Eraslan), İstanbul 1979, s. 396-397; Reşehât Tercümesi, s. 150-151; Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 551-552; Taşköprizâde, eş-Şeḳāʾiḳ, s. 66-67, 362; Âlî Mustafa, Risâle-i Menâkıb-ı Mevlânâ Şeyh Mehmed eş-şehîr bi’d-Dâğî, India Office Library and Records, Or., nr. 12795, vr. 3a-6a, 12b-13a; Atâî, Zeyl-i Şekāik, s. 149; Derkāvî, Bir Mürşidin Mektupları (trc. İbrahim Kalın), İstanbul 1995, Martin Lings’in önsözü, s. 10; M. Smith, Rābi‘a The Mystic Her Fellow-Saints in Islām, Cambridge 1928, s. 154-155; Abdülbaki [Gölpınarlı], Melâmîlik ve Melâmîler, İstanbul 1931, s. 67, 71, 78, 159-160, 204; Ahmed Zekî Safvet, Cemheretü resâʾili’l-ʿArab fî ʿuṣûri’l-ʿArabiyyeti’z-zâhire, Beyrut, ts. (el-Mektebetü’l-ilmiyye), II, 233-234, 324-334; Süleyman Ateş, Cüneyd-i Bağdâdî: Hayatı, Eserleri ve Mektupları, İstanbul 1970, s. 107-162; M. Takī Dâniş Pejûh, Ḫırḳa-i Hezârmîḫî (Mecmûʿa-i Süḫenrânîhâ ve Maḳālehâ der Bâre-i Felsefe ve ʿİrfân-ı İslâmî içinde, nşr. Mehdî Muhakkık – H. Landolt), Tahran 1349/1971, s. 160-162, 165-174; F. Meier, “Ein briefwechsel zwischen Šaraf ud-dîn-i Balḫî und Mağd ud-dîn-i Bagdâdî”, Mélanges offerts à Henry Corbin (ed. Seyyed Hossein Nasr), Tehran 1977, s. 321-366 (Şerefeddin Belhî ile Mecdüddin Bağdâdî’nin mektuplarının metni); Ali Yılmaz, Köstendilli Süleymân Şeyhî, Ankara 1989, s. 215-226; Dilâver Gürer, Abdülkādir Geylânî: Hayatı, Eserleri, Görüşleri, İstanbul 1999, s. 115-116, 373; Cengiz Gündoğdu, Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî: Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Ankara 2000, s. 231-233; Ali Namlı, İsmâil Hakkı Bursevî: Hayatı, Eserleri, Tarîkat Anlayışı, İstanbul 2001, s. 176; Necdet Tosun, Bahâeddin Nakşibend: Hayatı, Görüşleri, Tarîkatı, İstanbul 2002, s. 118, 166-167, 203; Ramazan Muslu, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (18. Yüzyıl), İstanbul 2003, s. 117, 212-213; Hür Mahmut Yücer, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İstanbul 2003, s. 360; Tercüme, XVI/77-80, Ankara 1964, s. 78-106 (mektup özel sayısı; Gazzâlî, İbnü’l-Arabî, Mevlânâ ve Molla Câmî’nin mektuplarından örnekler); Reşat Öngören, “Osmanlılar’da Devlet Ricâli-Meşâyih Münâsebetlerinin Boyutlarını Gösteren Yeni Bir Kaynak: Âlî’nin Şeyh Mehmed-i Dâğî ile Alâkalı Menâkıbı”, İslâm Araştırmaları Dergisi, I, İstanbul 1997, s. 109, 112; a.mlf., “İbrâhim b. Edhem”, DİA, XXI, 294; a.mlf., “Konuk, Ahmet Avni”, a.e., XXVI, 181; Sara Sviri, “İlk Dönem Tasavvuf Kültüründe Melâmetiyye Hareketi ve Hakîm Tirmizî” (trc. Salih Çift), Tasavvuf, XI, Ankara 2003, s. 465; P. Lory, “al-S̲h̲ād̲h̲ilī”, EI2 (İng.), IX, 171; Mustafa Tahralı, “Ahmed er-Rifâî”, DİA, II, 128; M. Nazif Şahinoğlu, “Alâüddevle-i Simnânî”, a.e., II, 345; Hasan Kâmil Yılmaz, “Aziz Mahmud Hüdâyî”, a.e., IV, 339-340; a.mlf., “Esad Erbilî”, a.e., XI, 348; Sâkıb Yıldız, “Atpazarî Osman Fazlı”, a.e., IV, 85; Mustafa Kara, “Bâlî Efendi, Sofyalı”, a.e., V, 21; a.mlf., “İbn Abbâd er-Rundî”, a.e., XIX, 267; Ömer Okumuş, “Câmî, Abdurrahman”, a.e., VII, 94-95, 98; K. A. Nizami, “Çiştiyye”, a.e., VIII, 344-345; Tahsin Yazıcı, “Ebû Saîd-i Ebü’l-Hayr”, a.e., X, 221; Nihat Azamat, “Evhadüddîn-i Kirmânî”, a.e., XI, 519; Hamid Algar, “Hâlid el-Bağdâdî”, a.e., XV, 285; a.mlf., “İmâm-ı Rabbânî”, a.e., XXII, 198-199; M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, a.e., XX, 494-495, 498; Mustafa Çağrıcı, “İbrâhim Hakkı Erzurûmî”, a.e., XXI, 311.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2004 yılında Ankara’da basılan 29. cildinde, 21-23 numaralı sayfalarda yer almıştır.