MUATTILA

Allah’ın zâtını sıfatlarından tecrit edenlere verilen isim.

Müellif:

Muattıla kelimesi, sözlükte “boş ve hâli olmak” anlamındaki atl (utûl) kökünün tef’îl kalıbından türeyen muattılın (boş ve hâli kılan) isim şeklidir. İlk dönemlerde Allah’ın zâtını sıfatlarından soyutlayanları ifade eden muattıla sonraları Allah’ın varlığını tanımayan, tabiatın yaratıcının tasarrufundan bağımsız varlığını sürdürdüğünü ileri sürenler için de kullanılmıştır (bk. DEHRİYYE). Kaynaklarda muattıla yerine ehl-i ta‘tîl tâbiri de geçmektedir.

Ta‘tîl görüşünün ilk defa II. (VIII.) yüzyılın başlarında Ca‘d b. Dirhem tarafından ileri sürüldüğü kabul edilir. Bu sebeple Ahmed b. Hanbel, Buhârî ve Osman b. Saîd ed-Dârimî gibi erken dönem âlimleri ta‘tîl anlayışını reddeden eserler kaleme almışlardır. Zamanla âlimler kâinatı yaratıcıdan, Allah’ın zâtını sıfatlarından veya sadece mâna sıfatlarından yahut te’vile giderek Kitap ve Sünnet’in delâlet ettiği mânalardan soyutlama şeklinde farklı türlerdeki ta‘tîl görüşlerinden bahsetmişlerdir (, s. 123-130; İbn Kayyim el-Cevziyye, II, 268). Şehristânî, Allah ve âhiret inancına sahip olamamış, duyulur nesnelerden akledilir âleme geçiş yapamamış ve metafiziğe kesin biçimde sırtını dönmüş maddeciler diye nitelendirdiği Dehriyye’yi “muattılatü’l-Arab” şeklinde adlandırmıştır (el-Milel, II, 3-5, 235). Bunun yanında tenzih ilkesine fazla yer veren ve bunun sonucunda bazı isimlerle mânevî sıfatları kabul etmeyen Mu‘tezile’nin yaklaşımı kısmî ta‘tîl, Berâhime’nin nübüvveti inkârı da bir tür ta‘tîl olarak değerlendirilmiştir (Muhammed b. Halîfe b. Ali et-Temîmî, s. 16-20).

İslâm tarihinde zât-sıfat münasebeti konusunda ilk defa ortaya çıkan fikrî hareketler, Allah’a sıfatlar isnat edilmesi ve tevhidin korunması noktalarında belirginleşiyordu. Bunlardan ilkine göre evrene ve içindeki bütün nesne ve olaylara hâkim olan yaratıcının bilinmesi, dolayısıyla bazı sıfatlarla nitelendirilmesi kaçınılmazdır. Bu sıfatlar hem zihinde hem zihnin dışında (hariçte) zât ve mahiyet çerçevesinde gerçek bir varlığa sahiptir (krş. , “Mâhiyyet” md.). Cenâb-ı Hakk’ın sonradan sıfat kazanmış olması mümkün değildir; aksi takdirde O’nun bu sıfatların içerdiği yetkinlikten daha önce yoksun bulunduğu, dolayısıyla kusurlu olduğu, ayrıca yeni bazı özelliklere kavuşmak suretiyle değişikliğe mâruz kaldığı sonucu ortaya çıkar. Buna göre sıfatların da zât gibi kadîm olması zaruridir. Fakat bu durumda kadîm varlıklar çoğalacağından tevhid prensibi zedelenmiş olur. Bu telakkilerin her ikisi de Asr-ı saâdet’ten itibaren müslümanların Allah’ın zâtı ve sıfatları hakkındaki inançlarına ters düşmektedir. Ca‘d b. Dirhem tenzihe dayanan tevhid ilkesine ağırlık verip Allah’ın hariçte sıfatları bulunmadığını, naslarda O’na nisbet edilen “yed, vech, ayn” gibi kavramların zâhirî mânalarından farklı şekilde yorumlanması gerektiğini belirtmiştir. Ca’d, sıfat anlayışına paralel olarak Kur’an’ın kadîm sayılmadığını da söylemiştir. Ca‘d’ın görüşleri Cehm b. Safvân, Vâsıl b. Atâ, Amr b. Ubeyd ve diğer bazı Mu‘tezile âlimlerince benimsenmiştir. Cehm b. Safvân’a göre Allah’tan başka her şey sonradan yaratıldığından ezelde ilâhî ilim ve kudrete konu teşkil edecek hiçbir şey yoktu. Dolayısıyla Allah’ın ezelde alîm ve kādir olduğu da söylenemez, şu halde O’nun ilmi hâdistir (Osman b. Saîd ed-Dârimî, s. 131). Teşbihten kaçınmak amacıyla Allah’a vücûd sıfatı bile atfetmeyen Cehm b. Safvân ehl-i hadîs tarafından tekfir edilmiş, hatta bazı Mu‘tezilîler’ce sapıklıkla nitelendirilmiştir (Hayyât, s. 92).

Kısmî bir ta‘tîl telakkisini benimsediği ileri sürülen Mu‘tezile âlimleri, aslında Kur’an’da ve Kur’an’ı destekleyen hadis metinlerinde yer alan sıfatların mevcudiyetini kabul ederken Sünnî âlimlerince ısrarla vurgulanan mâna sıfatları ile tevâtür yoluyla sabit olmayan bazı haberî sıfatları reddetmişlerdir. İlk bakışta yaratılmışlık özelliği taşıdığı görülen haberî sıfatlar -ister Kur’an’da ister sadece hadiste bulunsun- Ehl-i sünnet kelâmcıları tarafından doğrudan, Selef âlimlerince dolaylı biçimde te’vile tâbi tutulmakta ve bu sebeple Mu‘tezile anlayışına yaklaşılmaktadır (bk. MU‘TEZİLE; SIFAT).

Bâtınıyye adı altında toplanan çeşitli gruplar, dinî nasları mâkul ve sabit bir esasa veya yönteme bağlı kalmadan te’vil ederken tenzih ve tevhid konusunda ileri derecede titizlik gösteren İslâm filozofları naslarda Allah’a izâfe edilen isimleri (esmâ-i hüsnâ) taabbüdî çerçevede kabul etmişler, Allah’ın zâtına zihinde veya hariçte herhangi bir mâna, bir nitelik nisbet etmeyen selbî sıfatları da benimsemişlerdir. Selef âlimleriyle Mu‘tezile’nin ve diğer kelâmcıların kabul ettiği sıfatları zihnen de olsa müstakil mânalar olarak Allah’a nisbet etmeyi tevhide aykırı görmüşlerdir. Bu sebeple Takıyyüddin İbn Teymiyye muattıla nitelemesini filozoflar için de kullanır (Mecmûʿu fetâvâ, VI, 33-34; XIII, 80-81). Mâtürîdî ise sıfatın mâna ve muhtevasını ilâhî zâta nisbet eden filozofların ta‘tîl telakkisini benimsemediğini belirtir (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 46).

Muattıla, “tabiatın bir yaratıcı ve düzenleyiciden boş ve hâli olduğu görüşünü benimseyenler” mânasına alındığı takdirde tarihin her döneminde bu telakkiye sahip kimselerin bulunduğu görülür (bk. İLHÂD). Ancak bu anlamdaki Muattıla’nın İslâmî gruplarla bir ilgisi yoktur. Muattıla Allah’ın zâtını sıfatlarından tecrit edenler olarak kabul edilirse burada var olduğu ileri sürülen ta‘tîlin mahiyetine bakmak gerekir. Sıfat zâta nisbet edilen bir mâna ise görüşleri literatüre geçebilecek seviyede bulunan herhangi bir müslüman şahıs veya grubun Allah’ı bu sıfatlardan soyutladığı bilinmemektedir. Çünkü böyle bir anlayış kâinatı yaratan ve yöneten, kendisine ibadet edilen Allah’ın fiilen ve gerçekte var olduğu inancıyla bağdaşmaz. Bu durumda tartışma, ilâhî zâta nisbet edilen mânaların belli bir sistem içinde ifadelendirilmesiyle alâkalı görünmektedir. Dinin özellikle inanç konularında niyet ve kalbin ameli esas olduğuna göre inancın yokluğunu göstermeyen farklı ifadeler itikadî bir hüküm taşımaz, bu ifadelerin sahiplerini teşbih veya ta‘tîle nisbet etmek de isabetli olmaz. Ayrıca ta‘tîl konusunda isimleri başta zikredilen Ca‘d b. Dirhem ve Cehm b. Safvân’dan sonraki nesillere intikal eden eserlerin kaybolduğunu da unutmamak gerekir.

Ta‘tîl telakkisi çeşitli akaid ve kelâm kitaplarıyla “milel ve nihal” türü eserlerde ele alındığı gibi müstakil eserlerde de incelenmiştir. Ahmed b. Hanbel’in er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye, Buhârî’nin Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd, Osman b. Saîd ed-Dârimî’nin er-Red ʿale’l-Cehmiyye (üç kitap: nşr. Ali Sâmî en-Neşşâr – Ammâr et-Tâlibî, içinde, İskenderiye 1971), İbn Ebû Hâtim er-Râzî’nin er-Red ʿale’l-Cehmiyye, İbn Kayyim el-Cevziyye’nin İctimâʿu’l-cüyûşi’l-İslâmiyye ʿalâ ġazvi’l-Muʿaṭṭıla ve’l-Cehmiyye (Beyrut 1404/1984) ve Cemâleddin el-Kāsımî’nin Târîḫu’l-Cehmiyye ve’l-Muʿtezile (Sayda 1320; Kahire 1321) adlı çalışmaları bunlar arasında sayılabilir.


BİBLİYOGRAFYA

, “ʿaṭl” md.

, “ʿaṭl” md.

, “Mâhiyyet” md.

Ahmed b. Hanbel, er-Red ʿale’z-zenâdıḳa ve’l-Cehmiyye ( içinde), s. 64-68, 73.

Buhârî, Ḫalḳu efʿâli’l-ʿibâd, Beyrut 1404/1984, s. 7-8.

Osman b. Saîd ed-Dârimî, er-Red ʿale’l-Cehmiyye (nşr. Bedr b. Abdullah el-Bedr), Küveyt 1416/1995, s. 131, 202-203, 209.

, s. 92.

, s. 484-488.

Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 46, 102, 159, 161.

Fârâbî, el-Medînetü’l-fâżıla (nşr. Albert Nasrî Nâdir), Beyrut 1986, s. 46-51.

Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, et-Tenbîh ve’r-red (nşr. M. Zâhid Kevserî), Bağdad-Beyrut 1388/1968, s. 96-97, 112, 115-116, 118-119, 125-130, 140.

İbn Sînâ, en-Necât, Kahire 1357/1938, s. 228-229.

, V, 241-243.

, II, 3-5, 235.

a.mlf., Nihâyetü’l-iḳdâm fî ʿilmi’l-kelâm (nşr. A. Guillaume), London 1934, s. 123-130.

, tür.yer.

, I, 435.

a.mlf., Mecmûʿu fetâvâ, V, 20-22; VI, 33-34; XIII, 80-81.

İbn Kayyim el-Cevziyye, İġās̱etü’l-lehfân (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Beyrut 1395/1975, II, 268.

Muhammed b. Halîfe b. Ali et-Temîmî, Maḳāletü’t-taʿṭîl ve’l-Caʿd b. Dirhem, Riyad 1418/1997, tür.yer.

W. Montgomery Watt, “D̲j̲ahm b. Ṣafwān”, , II, 388.

a.mlf., “D̲j̲ahmiyya”, a.e., II, 388.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2005 yılında İstanbul’da basılan 30. cildinde, 330-331 numaralı sayfalarda yer almıştır.