Sözlükte “yönelmek, izini takip etmek” anlamındaki nahv kelimesi isim olarak “yön, taraf, yol” mânasına gelir. İsimlendirmeye dair rivayetlerin çoğuna göre gramerin sentaks kısmına bu adın verilmesinin sebebi, Hz. Ali’nin kelime çeşitleriyle tanımlarını kapsayan bir sayfayı Ebü’l-Esved ed-Düelî’ye verdikten sonra, “Bu yola girerek ilerle” (Ünhu hâce’n-nahve) demesi veya Ebü’l-Esved’in, gramerle ilgili bazı düşüncelerini belirtip öğrencilerine Hz. Ali’ninkine benzer bir tâlimat vermesidir (Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, s. 89; Kemâleddin el-Enbârî, s. 4, 7, 12). Ayrıca Kur’an okutanlarla muallimlerin bir ifade konusundaki düzgün (fasih) örneği belirtmek üzere, “Bu hususta Araplar’ın nahvi şöyledir” gibi klişeleşmiş söylemleri tekrar etmelerinin de bu terimleşmede rol oynadığı kabul edilir. Yuhannâ el-İskenderânî’nin Yahyâ en-Nahvî olarak tanınmasından “nahv” ve “nahvî” terimlerinin Hz. Peygamber zamanında bilinmekte olduğu anlaşılıyorsa da o süreçte bu kelimeler “lugat, lugat âlimi” mânasında kullanılıyordu (Abdülkerîm M. el-Es‘ad, s. 262-263).
Hz. Ömer ve İbn Mes‘ûd gibi sahâbîlerin, hatta Resûl-i Ekrem’in (Buhârî, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 1; “Tevḥîd”, 51) “eski Arap şiirinin kendisiyle yazıldığı edebî Arapça” ve “Kur’an’ın kendisiyle indiği bâdiye Arapça’sı” anlamında kullandığı “Arabiyye” tabiri (Ebû Bekir ez-Zübeydî, s. 13) Kur’an kıraatinin etkisiyle kısa zamanda terimleşerek imâle, idgam, ibdâl, i‘lâl, hemz gibi daha çok kıraat, sarf ve fonetiğe dair konularla i‘rab olgusunu kapsayan ilmin adı olmuş, sonuçta Arabiyye nahiv, sarf, fonetik, garîb kelimeler ve lehçe farklarını kapsayan disiplini ifade etmiştir. Ebû Amr b. Alâ, Yûnus b. Habîb ve İbn Sellâm el-Cumahî gibi kadim râvi ve dilciler de Arabiyye’yi bu mânada kullanmışlardır (İbn Sellâm el-Cumahî, I, 12; M. Hayr el-Hulvânî, s. 12-13). Öte yandan nahiv teriminin Arabiyye’nin i‘rab ve sarfla ilgili kısmını (gramer) belirtmek üzere I. (VII.) yüzyıldan itibaren kullanılmakta olduğu İbn Ebû İshak’ın bir sarf konusuna “nahiv babı” demesinden de anlaşılmaktadır (İbn Sellâm el-Cumahî, I, 15).
Nahiv konusunda üzerinde durulması gereken en önemli kavramlardan biri i‘rabdır, zira i‘rab bu ilmin özünü teşkil eder. Hz. Peygamber, “Kur’an’ı i‘rab edin, anlaşılması zor kelimelerini (garâib) araştırın” (İbn Ebû Şeybe, VI, 116; Hâkim, II, 477; Beyhakī, II, 427); “Arabiyye’nin inceliklerini öğrenin, Kur’an’ı i‘rab edin, çünkü o Arapça’dır (veya onun dili Arabiyye’dir)” (İbn Ebû Şeybe, VI, 116) gibi hadislerinde i‘rab tabirinin önemi vurgulanmıştır. Bu hadisler bazı râvileri sebebiyle zayıf sayılmakla birlikte Hz. Ebû Bekir, Ömer, Abdullah b. Mes‘ûd, Ebû Zer el-Gıfârî, Ebû Hüreyre ve Abdullah b. Ömer gibi sahâbîlerin Kur’an’ı i‘rab ederek okumanın daha sevap olduğuna dair sözleri (İbn Atıyye el-Endelüsî, I, 40) bahis konusu hadislerin içeriğini teyit etmektedir. Bu tür metinlerde geçen “i‘râbü’l-Kur’ân” tabiri “Kur’an’daki gizli/kapalı noktaları, anlaşılmayan kelime, ifade ve mânaları araştırıp ortaya çıkarmak, anlaşılır hale getirmek” biçiminde algılanabilir. Ancak i‘râbü’l-Kur’ân’ı tarihî perspektif içinde ve lahn hadisesiyle bağlantılı olarak ele almak daha uygun görünmektedir. Çünkü kıraat hataları (lahn) çoğunlukla kelime sonlarında oluyordu. Buna göre i‘râbü’l-Kur’ân ifadesi, “Kur’an kıraatinde sonları nasıl okunacağı bilinmeyen kelimelerin araştırılıp açıklığa kavuşturulması” şeklinde anlaşılabilir. Nitekim Ebü’l-Esved ed-Düelî, Kur’an’da yer alan bütün kelimelerin sonlarına nokta şeklinde harekeler koymuş ve bu faaliyeti için bizzat kendisi “Kur’an’ın i‘rab edilmesi” sözünü kullanmıştır (Dânî, s. 4). Ebü’l-Esved’in bu ifadesi ve yaptığı iş, Hz. Peygamber ile ashabın kullandığı i‘râbü’l-Kur’ân tabirini açıklığa kavuşturan bir yorum niteliği taşımaktadır. Onların dil çalışmaları İbn Abbas’ın garîbü’l-Kur’ân’a dair mesaisiyle başlamış ve Ebü’l-Esved’in Kur’an’ın i‘rab edilmesi faaliyetinin hemen arkasından Hz. Ali’nin yol göstermesiyle nahiv ilminin temelleri atılmıştır.
Kadim dilciler nahvi geniş mânasıyla gramer karşılığı olarak anlamışlardır. Günümüze ulaşan en eski nahiv çalışması olan Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ı bunun örneğini teşkil eder. Bu eserde nahiv ve sarftan başka imâle, i‘lâl, idgam, hemz gibi fonetik meseleler, kıraat ve lehçe farkları, hatta bazı edebî ve belâgī anlatımlar iç içedir. Bu anlayış sonraki yüzyıllarda el-Muḳteḍab (Müberred), el-Mufaṣṣal (Zemahşerî) ve el-Elfiyye (İbn Mâlik) gibi eserlerde devam ettirilmiştir. İbnü’s-Serrâc ve İbn Usfûr el-İşbîlî gibi dilciler nahvi “ilmü’l-Arabiyye” ile eş anlamlı kabul ederek alanını daha da genişletmiş, nahiv, sarf, lugat, aruz, kafiye, iştikak, şiir yazma usulü, inşâ, meânî, beyân, hat gibi dilin bütün yönlerini kapsayan bir ilim şeklinde algılamışlardır (Ali Ebü’l-Mekârim, II [1404-1405], s. 381-382). Nahiv kitaplarında nahvin tanımına genellikle yer verilmemiş, yer verenler de bilimsel bir tanım yapmaktan çok felsefî yaklaşımlarını yansıtmışlardır. Günümüzdeki yaygın kabule göre de geçerli olan ve gramerin söz dizimi (terkip) kuralları ile i‘rab olgusuna has kısmını kapsayan nahvin dar çerçevedeki anlamına Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Abdullah b. Ahmed el-Fâkihî ve Sabbân gibi dilcilerle modern zamanda İbrâhim Mustafa ve Abdülalîm İbrâhim gibi bazı yazarlarda rastlanır. Bugün nahiv söz dizimi, cümle bilimi, sentaks terimleriyle karşılanır ve dil bilgisinin söz dizimi kurallarıyla i‘rab olgusuna ilişkin kısmını içerir. Bu bakımdan nahvin konusu terkip ve cümlelerin kuruluşu, öğeleri, çeşitleri, i‘rab olgusu, âmiller, mâmuller, i‘rab alâmetleri, mu‘reb ve mebnîler gibi meseleleri kapsar.
Kuruluşu. Kadim râvi ve müellifler nahiv ilminin ortaya konulmasını gerektiren bazı sebepler zikretmişlerdir. Bir kısım âyetlerin (et-Tevbe 9/3; el-Hâkka 69/37) kıraatinde görülen okuma hataları yahut ana dili Arapça olmayanlardan birinin veya Ebü’l-Esved’in kızının yaptığı bir konuşma hatası üzerine Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh’in yahut oğlu Ubeydullah’ın ya da Hz. Ömer’in emriyle, diğer bir rivayete göre ise Hz. Ali’nin bazı temel esasları zikredip yol göstermesiyle Ebü’l-Esved ed-Düelî tarafından nahiv ilminin kurulmuş olduğu kabul edilir (İbn Kuteybe, II, 159; İbn Cinnî, II, 8). Nahiv ilminin bir Kur’an okuyucusunun hatalı okuyuşunu işiten Hz. Ali tarafından kurulduğu da kaydedilmektedir (Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, s. 89; Kemâleddin el-Enbârî, s. 7, 12). Gerçekte bu cüz’î hadiseler, kıraatte ve konuşma dilinde görülen hataların yaygınlık kazanması tehlikesi karşısında ashabın duyduğu endişeyi açıklamakta olup bunlar nahiv ilminin ortaya konulmasını zorunlu kılan sebeplerin başında yer alır. Aslında lahin hadiselerine Câhiliye devrinde ve Hz. Peygamber döneminde de rastlanıyordu. Kıraat hataları daha ziyade kelime sonlarının harekelerinde yoğunlaştığından Resûl-i Ekrem ile Ebû Bekir, Ömer, Abdullah b. Mes‘ûd ve Ebû Zer el-Gıfârî gibi sahâbîlerin Kur’an’da yer alan kelimelerin sonlarının belirlenmesini, ayrıca garîb kelimelerin ve Kur’an dilinin öğrenilmesini teşvik etmelerinin, Hz. Osman’ın, mevâlî ile Araplar’ın karışması ve bilhassa câriyelerden doğan çocuklar yoluyla Araplar’ın dil melekesinin bozulduğuna, konuşma dilinde ve kıraatte hataların zuhur ettiğine, zamanla Kur’ân-ı Kerîm’in anlaşılmasında güçlükler çekileceğine dikkat çeken hutbesinin (İbnü’l-Mu‘tez, s. 110-111) sözlük ve gramer çalışmalarını başlatan temel unsurlar olduğunu söylemek gerekir. Fetihler neticesinde kitleler halinde İslâm’a giren ve ana dili Arapça olmayan unsurlarla Araplar’ın karışması sonunda hatalı okumalar daha da yaygınlaşmıştır. Bu sebeple âlimler lugat ve şiir malzemesini derlemiş, kadim şiirler tesbit edilmiş, Ebü’l-Esved ed-Düelî de en çok kıraat hatasının yapıldığı Kur’ân-ı Kerîm’in kelime sonlarının i‘rabını nokta şeklindeki harekelerle tesbit etmiştir. Onun bu faaliyetinin ardından nahiv ilminin esaslarını belirleme işine girişmiş olması mâkul görünmektedir. Ayrıca Kur’ân-ı Kerîm’in harflerinin özel telaffuzu, med, hemze, idgam, izhar, iklâb, gunne gibi kendilerine has okunma kaideleri de özellikle şehir halkı için birçok dil meselesi ortaya çıkarıyordu. Yabancılarla karışmanın ve dolayısıyla dilin bozulmasının en yoğun yaşandığı yer Irak-Basra olduğu için dil ve gramer çalışmaları orada başlamıştır.
Zamanımıza ulaşan ilk gramer eseri olan Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ında görülen üstün düzey ve beklenmedik kemal, modern dönemde bazı şarkiyatçılarla Arap yazarlarında tekâmül kanununa uygun düşmediği gerekçesiyle kuşku uyandırmış, onları Arap gramerinin doğuşu ve gelişmesinde yabancı tesir arayışına yöneltmiş, bu tesir bazı benzer noktalar öne sürülerek açıklanmaya çalışılmıştır. Bunlar Aristo’nun gramer ağırlıklı sûrî mantığa dair eserleriyle Yunan grameri, Süryânî ve Sanskritçe grameri tesirleridir. Milâdî VI. yüzyılda Nusaybin medresesinde ve Cündişâpûr Süryânî-Fârisî mektebinde okunan Yunan gramerinin yanı sıra gramer ağırlıklı Aristo mantığının etkisiyle Süryânî gramerinin kurulduğu, Arap gramerinin de Araplar’ın Irak’ta Süryânîler’le karışmasından sonra ortaya konulduğu, dolayısıyla Arap nahvinin Süryânî gramerinin aracılık ettiği Yunan gramerinin etkisiyle oluştuğu, Aristo mantığındaki isim-fiil-ribat (bağ, edat) taksiminin Arap gramerindeki isim-fiil-harf (edat) taksimine benzediği, nitekim Süryânî grameriyle birçok benzerliğin bulunduğu, harekeleri de İncil’i doğru okumak için Süryânîler’in icat ettiği ve Araplar’ın bunu onlardan aldığı iddia edilmiştir. Her şeyden önce Sâmî dil ailesine mensup olmalarından dolayı Arap grameriyle Süryânî, İbrânî ve Keldânî gramerleri arasında benzerliklerin bulunması tabii bir hadise olup bu mutlaka bir etkileşimi göstermez. İsim-fiil-ribat taksimi Aristo mantığının, isim-fiil-harf taksimi ise Arap nahvinin eseridir, mevcut farklılık bir etkileşimin olmadığını göstermektedir (Muhammed et-Tantâvî, s. 11). Süryânî gramerinin kurucusu kabul edilen Ya‘kūb er-Rehâvî (ö. 90/709) Arap gramerinin kurucusu olan Ebü’l-Esved ed-Düelî’den (ö. 69/688) sonradır. Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ındaki mükemmelliğin tekâmül kanunuyla bağdaştırılamaması da gerçeği yansıtmamaktadır. Arap gramerinin kurulduğu I. (VII.) yüzyılın ortalarından Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ının yazıldığı II. (VIII.) yüzyılın sonlarına kadar bir asrı aşan zaman dilimi söz konusu olup Îsâ b. Ömer es-Sekafî’nin el-Câmiʿ ve el-İkmâl’i dışında bir yangında yandığı rivayet edilen eserleri, Ebû Amr b. Alâ’nın hayatının sonlarına doğru zühd yoluna girerek yaktığı defterleri, İbn Ebû İshak, Yûnus b. Habîb, Ebû Zeyd el-Ensârî gibi dilcilerin çalışmaları ile onlardan rivayet edilenler, dehasıyla tanınan Halîl b. Ahmed’den yapılan ve el-Kitâb’ın temelini teşkil eden iktibaslar eserin söz konusu mükemmelliğinin arka planını teşkil eder. Bu arada Arap gramerinin Hint gramerinden etkilendiği de ileri sürülmüştür.
T. J. de Boer (Târîḫu’l-felsefe fi’l-İslâm, s. 77-78), Muhammed et-Tantâvî (Neşʾetü’n-naḥv, s. 10) ve Ali Abdülvâhid Vâfî gibi yazarlar Arap nahvinin doğuşu ve gelişiminin Araplar’ın eseri olduğunu, Enno Litteman, Arap nahvinin Sîbeveyhi ile önceki Arap dilcileri tarafından ortaya konulup geliştirildiğini, Aristo felsefesiyle mantığının tesirlerinin ise sonraki süreçte gerçekleştiğini ve isim-fiil-harf taksiminin Araplar’ın icadı olduğunu söylemiştir. Litteman’ın görüşlerine kısmen katılan Ahmed Emîn’in başlangıçta Yunan ve Süryânî tesirlerinin zayıf olduğunu, II. (VIII.) yüzyılda İbnü’l-Mukaffa‘ veya oğlu Muhammed tarafından Aristo felsefe ve mantığının Arapça’ya tercümesinden sonra gramer kaidelerinin ortaya konulmasında ve sebeplerinin açıklanmasında büyük ölçüde etkilenmenin vuku bulduğunu ifade etmesi (Ḍuḥa’l-İslâm, II, 292-293) daha gerçekçi görünmektedir. Aristo’nun mantık kitaplarında yer alan lafızlar, isim-fiil-edat taksim ve tanımları, cümlenin taksim ve tanımları ile mevzu-mahmul şeklindeki öğeleri, eril-dişil, tekil-çoğul, olumlu-olumsuz, dilek ve soru gibi gramer meseleleri, Arap nahvinde konuların belirlenmesi, tanım ve taksimlerin yapılması, kuralların ve sebeplerin izahında sonraki süreçte etkili olduğu bir gerçektir. Ancak Arap gramerinin ilk devresinde görülen kıyas ve ta‘lîllerin mantık ve felsefeden kaynaklanmadığı, aksine fıtrî bir yöneliş olduğu, daha sonraki süreçte ise kelâm-felsefe veya fıkıh usulü kıyas ve illiyetinden etkilenerek geliştiği kabul edilir. Yine Aristo mantığının sûrî niteliği Arap nahvini olumsuz yönde de etkilemiş, biçim ve şekiller esas hale gelirken öz ve mâna ihmale uğramış, gramer kitapları vehmî faraziyelerle doldurulmuştur.
İbn Sellâm el-Cumahî’den itibaren İbn Kuteybe, Müberred, Ebü’t-Tayyib el-Lugavî ve Ebû Saîd es-Sîrâfî gibi tabakat ve dil âlimleri Ebü’l-Esved ed-Düelî’nin nahiv ilminin kurucusu olduğunu kabul ederler. Ebü’l-Esved de nahiv ilminin esaslarını Hz. Ali’den aldığını ifade etmiştir (Ebû Bekir ez-Zübeydî, s. 21 vd.). Bu ilmin esaslarının bizzat Hz. Ali tarafından ortaya konulduğu yolunda başka nakiller de bulunmakla birlikte (İbnü’l-Kıftî, I, 45-47) onun siyasî çalkantılarla yoğun biçimde meşgul olması sebebiyle sadece fikir verme ile yetinmesi ve bizzat telif işine girişmemiş olması daha mâkul görülmüştür (Abdülkerîm M. el-Es‘ad, s. 261). Bazı kaynaklarda, nahiv ilminin kurucusu olarak Ebü’l-Esved’in öğrencileri olan ve benzeşen harfleri birbirinden ayırmak için noktaları icat eden Nasr b. Âsım ile İbn Ya‘mer’in adları geçerse de (Sîrâfî, s. 13-14) gerçekleştirdikleri işin nahivle ilgisi bulunmadığından bu uzak bir ihtimal şeklinde değerlendirilmiştir. Abdurrahman b. Hürmüz el-A‘rec ile Nadr b. Şümeyl de bu konuda zikredilir (Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, s. 22; Sîrâfî, s. 13-14). Diğer taraftan dilin tevkīfiliği olgusundan hareket eden İbn Fâris nahvin kadim olduğu ve Arab-ı âribenin nahiv terimlerini bildiği, ancak bu alandaki müktesebatın zamanla zayıflamasından sonra Ebü’l-Esved’in elinde yeniden canlandığı şeklinde farklı bir fikir ortaya koymuştur (eṣ-Ṣâḥibî fî fıḳhi’l-luġa, s. 10-15; Yâkūt, I, 80).
Modern zamanda bazı şarkiyatçıların yanı sıra Arap yazarları, Hz. Ali ile Ebü’l-Esved devrinin basit ruhunun ilmî ve felsefî tanım, taksim ve terimler ortaya koymaya elverişli olmadığını ileri sürerek bu işin daha sonraki bir süreçte gerçekleşmiş olmasının gerektiğini iddia etmişlerdir. Nahiv ilminin kuruluşunu Ebü’l-Esved’e nisbet eden rivayetleri efsane kabilinden gören Carl Brockelmann, kaynak göstermeden bu işin İbn Ebû İshak ile (ö. 117/735) Halîl b. Ahmed ve Sîbeveyhi’nin hocası Îsâ b. Ömer es-Sekafî (ö. 149/766) zamanında gerçekleştiğini öne sürmüştür (GAL [Ar.], II, 123, 128). Ahmed Emîn de Hz. Ali ile Şiî Ebü’l-Esved’e yapılan nisbetlerin mezhep gayretkeşliği endişesi taşıdığını belirtmiş, i‘rab harekelerini koyan Ebü’l-Esved’in nahiv kaideleri üzerinde fikir yormasının tekâmül kanunu ile çelişmemekle birlikte nahvin bir ilim niteliğinde kuruluşunun daha sonra gerçekleştiğini, adının da Halîl b. Ahmed tarafından konulduğunu, kadim müelliflerin nahvin vaz‘ı ile i‘rab harekeleri ve zamme, fetha, kesre, sükûn gibi hususları kapsayan Arabiyye’nin vaz‘ını kastettiklerini, ilim olarak gerçek nahvin ise hemze hakkındaki görüşleri bir kitap oluşturacak kadar ayrıntılı olan İbn Ebû İshak ve onun tabakası tarafından ortaya konulduğunu kaydetmiştir (Ḍuḥa’l-İslâm, II, 285-290). Ahmed Emîn’in öğrencisi Şevkī Dayf da hocasını desteklemektedir (Medârisü’n-naḥviyye, s. 5, 16). Netice olarak Kur’ân-ı Kerîm’in Hz. Osman zamanında çoğaltılmasının ardından hatasız okunması için nokta şeklindeki i‘rab harekeleriyle benzer harfleri ayıran temyiz noktalarının konulması, bunun arkasından Kur’ân’ın dilini bozulmaktan korumak amacıyla gramer çalışmalarının ve dolayısıyla nahiv disiplininin kurulmaya başlanması, Kur’an’ın kıraatini ve dilini koruma gayretiyle gerçekleşmiş bir gelişme olarak Ebü’l-Esved devrini göstermektedir.
Gelişmesi. Nahiv ilminin doğuşu Kays ve Temîm gibi fasih Arap kabilelerine mekân teşkil etmesi, çöle yakınlığı münasebetiyle fasih bedevîlerden sağlıklı dil malzemesini derleme imkânına sahip olması, hitabet ve şiir yarışmaları gibi kültürel etkinliklerin yapıldığı Mirbed panayırına zemin oluşturması sebebiyle Basra’da ve Basra ekolüne mensup dilciler tarafından gerçekleştirilmiştir (bk. BASRİYYÛN). Ebü’l-Esved ed-Düelî’den Halîl b. Ahmed dönemine kadar süren bu devre Ebü’l-Esved ile onun öğrencileri ve onların öğrencilerinin zamanını kapsar. Nahiv ilmini Ebü’l-Esved’den oğlu Atâ, Anbese b. Ma‘dân, Meymûn el-Akren, Nasr b. Âsım, İbn Ya‘mer ve Abdurrahman b. Hürmüz el-A‘rec okumuştur. Bu süreçte bazı sayfa ve cüzlerden bahsedilirse de tam bir telif görülmez, şifahî nakil ve öğretim hâkimdir. Bunlardan ders alan İbn Ebû İshak, Îsâ b. Ömer es-Sekafî ve Ebû Amr b. Alâ döneminde ise nahiv ilminin konuları ile kuralları artmış, tartışmalar başlamış, ilk defa izahlara fıtrî ta‘lîl ve kıyas boyutu eklenmiştir. Başta nahvin kendi konuları olmak üzere sarf, lugat, edebiyat, ahbâr vb. alanlara dair meseleler de nahiv kapsamında ele alınmıştır. Bu süreçte İbn Ebû İshak’ın Kitâbü’l-Hemz’i ile (Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, s. 12) Sekafî’nin el-Câmiʿ ve el-İkmâl’i (İbnü’l-Kıftî, II, 375) gibi bazı eserler yazılmıştır. Halîl b. Ahmed bir kıtasında hocasının bu iki eserini övdüğü gibi Sîbeveyhi el-Câmiʿi kendi eserinde kaynak olarak kullanmış, Müberred de el-İkmâl’in bir kısmını gördüğünü ifade etmiştir (Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, s. 23).
Gelişme devresi Basra ve Kûfe mekteplerine mensup dilciler tarafından gerçekleştirilmiş olup Basralı Halîl b. Ahmed ile Kûfeli Ruâsî devrinde başlar, Kûfeli İbnü’s-Sikkît ile Basralı Ebû Osman el-Mâzinî zamanına kadar devam eder. Bu dönemde Fars asıllı Sîbeveyhi, başta üstadı Halîl’den aldığı nakillerle onun dehası ve kendi dil yeteneğini, ayrıca İbn Ebû İshak el-Hadramî, Ahfeş el-Ekber, Yûnus b. Habîb, Ebû Zeyd el-Ensârî gibi âlimlerden yaptığı nakilleri birleştirerek Selef’ten intikal eden nahiv mirasını el-Kitâb adıyla bilimsel açıdan mükemmel ve şaşkınlık yaratan bir eser olarak ortaya koymuştur. Bundan daha mükemmelinin yazılamayacağı kanaatine varan âlimler üç asır boyunca şerh, ihtisar, eleştiri, savunma, ikmal vb. çalışmalarını onun üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Meydana getirilen telif eserlerde de onun esasına ve konularına ilâveler yapılmamış, sadece biçim, sunum ve üslûp yönünden yenilikler getirilmiştir. Bu dönemde Basra mektebinden Halîl b. Ahmed, Yûnus b. Habîb, Sîbeveyhi ve Ahfeş el-Evsat; Kûfe mektebinden Ruâsî, Muâz b. Müslim el-Herrâ, Ali b. Hamza el-Kisâî ve Yahyâ b. Ziyâd el-Ferrâ dersleri ve eserleriyle nahiv ilminin gelişiminde etkili olmuşlardır. Ayrıca lugat, edebiyat, nevâdir, ahbâr gibi doğrudan ilgisi bulunmayan konular nahiv ilminin bünyesinden çıkarılmış, nahiv yalnız kendi konuları ile sarf konularını kapsar duruma getirilmiştir. Ancak Kûfe mektebi dilcileri tarafından Kitâbü’t-Taṣġīr (Ruâsî), Kitâbü’l-Meṣâdir (Kisâî), Kitâbü Feʿale ve efʿale (Ferrâ) gibi sarfın bazı konularına tahsis edilmiş eserler kaleme alınmıştır. Halîl b. Ahmed’in çağdaşı olan Ruâsî’nin el-Fayṣal’ı Kûfe mektebinde nahve dair ilk eser olup Halîl b. Ahmed bu eseri okuduğu gibi öğrencisi Sîbeveyhi de el-Kitâb’ında, “Kûfî şöyle dedi …” referansıyla ondan nakiller yapmıştır. Kisâî’nin Kitâbü’l-Ḥudûd’u ile Ferrâ’nın Kitâbü’l-Ḥudûd’u gramer terminolojisinin açıklanmasına dair ilk eserlerdir. Rummânî, Ahmed b. Hibetullah el-Cübrânî ve Abdullah b. Ahmed el-Fâkihî çalışmalarıyla Ferrâ’yı izlemişlerdir. Halîl b. Ahmed’e Kitâbü’l-Cümel adıyla bir eser nisbet ediliyorsa da (nşr. Fahreddin Kabâve, Beyrut 1405/1985) yapılan araştırmalar sonunda bunun Ebû Bekir İbn Şükayr’a (ö. 316/928) ait el-Muḥallâ (Vücûhü’n-naṣb) olduğu anlaşılmış ve neşredilmiştir (nşr. Fâiz Fâris, Beyrut 1987). Halef el-Ahmer’e nisbet edilen Muḳaddime fi’n-naḥv adlı muhtasarın da ona aidiyeti şüphelidir.
Olgunluk devresi de Basra ve Kûfe mekteplerine mensup dilciler tarafından gerçekleştirilmiş olup Ebû Osman el-Mâzinî ve İbnü’s-Sikkît döneminden Müberred ve Sa‘leb’in zamanına kadar devam eder. Basra mektebinden Cermî, Abdullah b. Muhammed et-Tevvezî, Ebû Osman el-Mâzinî, Ebû Hâtim es-Sicistânî, Riyâşî ve Müberred; Kûfe mektebinden Muhammed b. Sa‘dân, İbnü’s-Sikkît, Sa‘leb ve Tuvâl gibi dilciler bu devreyi hazırlamış, önceki çalışmaları şerh, ikmal ve ihtisar etmiş, terimleri tamamlamış ve tanımları yeniden gözden geçirmiştir. Cermî Kitâbü Tefsîri ġarîbi Sîbeveyhi’yi yazmış, Mâzinî Kitâbü Sîbeveyhi’deki sarfla ilgili konuları et-Taṣrîf’inde toplayarak Basra mektebinin ilk müstakil sarf kitabını telif etmiş, Müberred, el-Muḳteḍab adlı eseriyle Kitâbü Sîbeveyhi’nin muhtevasını bir yandan daha anlaşılır bir ifade ile yer yer özgün terminoloji çerçevesinde anlatırken öte yandan el-Medḫal ilâ Sîbeveyhi, Mesâʾilü Kitâbi Sîbeveyhi (er-Red ʿalâ Sîbeveyhi / Mesâʾilü’l-ġalaṭ) gibi eserleriyle gramere dair mesailerini yoğunlaştırmış ve bu çalışmalarıyla gramer incelemelerinde Kitâbü Sîbeveyhi’yi esas alan Basra mektebi geleneğinin kurucusu olmuştur. Bu dönemde başta Müberred ile Sa‘leb olmak üzere iki mektebe mensup dilciler arasında gramer tartışmaları kızışmış, bu tartışmalarda Müberred Sîbeveyhi’nin, Sa‘leb de Ferrâ’nın görüşlerine dayanmıştır. Müberred, Ṭabaḳātü’n-naḥviyyîn el-Baṣriyyîn’i ile nahivcilerin biyografisine dair ilk eseri yazan dilci olmuş, daha önce fiilen var olan Basra mektebi için “Basriyyûn” adı da ilk defa onun tarafından konulmuştur. Öte yandan Sa‘leb Kitâbü İḫtilâfi’n-naḥviyyîn’i ile iki mektep arasındaki görüş farklarına dair ilk veya ikinci eseri ortaya koymuş, damadı Ebû Ali Ahmed b. Ca‘fer ed-Dîneverî, İbn Keysân, Nehhâs, İbn Dürüsteveyh, Kemâleddin el-Enbârî, Ukberî, Abdüllatîf b. Ebû Bekir eş-Şercî’nin eserleri onu takip etmiştir. Ardarda gelen Zenc, Zutlar ve Karmatî saldırıları neticesinde Basra ve Kûfe’de ortaya çıkan karışıklıklar sebebiyle iki ekole mensup dilcilerin III. (IX.) yüzyılın sonlarına doğru Bağdat’a yönelmesiyle bu devre kapanmıştır. İki ekol temsilcileri bir süre Bağdat’ta da tartışmalarını sürdürmüş, ancak kısa bir müddet sonra mektep taassubu ve ihtilâflar erimeye yüz tutmuştur.
Tercih devresi Bağdat mektebine mensup dilciler tarafından gerçekleştirilmiş olup III. (IX.) yüzyılın sonlarında başlar, Büveyhîler’in elinde İslâm devletinin çözülmesine paralel olarak Bağdat ekolünün çözüldüğü IV. (X.) yüzyılın ortalarında nihayete erer. Bu tarih, kaynaklarda sık geçen mütekaddimîn ve müteahhirîn nahivcilerinin ayırım noktasını teşkil etmiş, Niftaveyh, Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî ve İbn Dürüsteveyh mütekaddimîn dilcilerinin sonuncuları, Ebû Saîd es-Sîrâfî, İbn Hâleveyh ve Ebû Ali el-Fârisî gibi dilciler de müteahhirînin ilkleri sayılmıştır. Müberred’in güçlendirdiği Sîbeveyhi otoritesi bu dönemde de sürmüş, Zeccâc, İbn Düreyd, İbn Dürüsteveyh ve özellikle Ebû Saîd es-Sîrâfî’nin şerhleriyle zirveye ulaşmıştır. Basra ekolünün kıyas esasları sistem olarak oturmuş (Fleisch, IV [1957], s. 11), Arap gramerinin mutlak mantıkla uyumu Ebû Saîd es-Sîrâfî, Rummânî, Ebû Ali el-Fârisî ile öğrencileri İbn Cinnî ve Ebü’l-Hasan Ali b. Îsâ er-Rabaî tarafından izah ve ispat edilerek gramer mantığının inşasına çalışılmış, İbnü’s-Serrâc el-Uṣûl adlı eserinde Arap nahvini, öğrencisi Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî el-Îżâḥ fî ʿileli’n-naḥv’inde Arap sentaksını rasyonel bir zemine oturtmaya çalışmıştır. Bu devrede Bağdat ekolünün eklektizminden söz edilirse de tercihlerde Kûfe ekolüne ait olarak Ferrâ’nın bazı şevâhidi dışında Basra’nın ve Sîbeveyhi’nin hâkimiyeti devam etmiştir (a.g.e., IV [1957], s. 10-11). İbn Cinnî, el-Lümaʿ fi’l-ʿArabiyye adlı eserinde Arap grameriyle İslâm fıkhının metot, ilke, illet ve kıyas açısından benzeşik ve özdeş olduğunu göstermeye çalışmıştır.
İbn Cinnî’nin eserleriyle gramer konuları tamamlandığından V. (XI.) yüzyılın başından itibaren araştırma ve çalışmalar ciddi bir durgunluk devresine girmiştir. Ancak aynı yüzyılda medrese eğitiminin başlamasıyla gramer çalışmaları mecrâ ve yöntem değiştirmiş, kemalini bulmuş gramer mirasının ders programlarında yerini almasıyla esnekliklerin atılıp kesin olan kuralların bırakıldığı anlaşılır bir sunum ve şematik izahlarla cazibesi arttırılmış, özlü metinler halinde sektörleşmiş, ders kitapları ve el kitapları sürecine girilmiştir. İbn Bâbeşâz’ın el-Muḳaddime fi’n-naḥv’i, Abdülkāhir el-Cürcânî’nin Miʾetü ʿâmil’i (el-ʿAvâmilü’l-miʾe), Zemahşerî’nin el-Ünmûẕec ile el-Mufaṣṣal’ı bu tür eserlerin öncüleridir. Zemahşerî, el-Mufaṣṣal’ında Kitâbü Sîbeveyhi’yi anlaşılır bir üslûpla özetlemiştir. İbnü’l-Hâcib, İbn Mâlik ve İbn Hişâm en-Nahvî’nin eserleri okul ve el kitapları sektöründe hâkimiyetini günümüze kadar sürdürmüştür. İbnü’l-Hâcib’in el-Kâfiye’si el-Mufaṣṣal’ın nahve dair konularının, eş-Şâfiye’si de sarfa dair konularının özeti mahiyetindedir. Aynı amaçla yazılan, daha ziyade çocuklar ve yeni başlayanlar için tasarlanmış eserler arasında Mutarrizî’nin el-Miṣbâḥ’ı, Kuhendîzî’nin Muḳaddimetü’ḍ-Ḍarîrî’si, İbn Âcurrûm’un el-Âcurrûmiyye’si özellikle anılmalıdır. Bunların çoğu pedagojik metinler olarak klasikleşmiş, her birinin üzerinde çok sayıda şerh, hâşiye ve i‘rab gibi çalışmalar gerçekleştirilmiştir.
Kolayca ezberleme imkânı sağladığı için pedagojik amaçlar doğrultusunda gramer kurallarını nazımla anlatan didaktik manzumelerin tarihi Halîl b. Ahmed’e kadar çıkarılır. 293 beyitte grameri özetleyen el-Manẓûmetü’n-naḥviyye ile (el-Bâʾiyye, nşr. Ahmed el-Afîfî, Kahire 1995) atıf harflerini konu edinen Ḳaṣîde fi’n-naḥv ona nisbet edilmektedir. Daha sonra Ahmed b. Mansûr el-Yeşkürî’nin 2911 beyitlik el-Bâʾiyye’si, A‘lem eş-Şentemerî’nin Urcûze fi’n-naḥv’i, Hârirî’nin Mülḥatü’l-iʿrâb’ı, Kartâcennî’nin Ḳaṣîdetü’l-mîmiyye fi’n-naḥv’i gelir. VII. (XIII.) yüzyıldan itibaren bu tür manzumeler çoğalmış olup İbn Mu‘tî, İbn Mâlik ve Süyûtî’nin elfiyyeleri bunlardandır.
Gramer kurallarına dayanarak fıkhın fer‘î meselelerini çözmenin ve onlardan fıkhî hükümler çıkarmanın tarihi de Kisâî ve öğrencisi Ferrâ’ya kadar uzanır. Kisâî Ebû Yûsuf’la, Ferrâ Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ile yaptığı tartışmalarda gramer kurallarına dayalı fıkhî hükümler ortaya koymuştur. Şeybânî’nin el-Câmiʿu’l-kebîr’inin özellikle “Kitâbü’l-Îmân” bölümünde bu tür çalışmaların kayda geçmiş ilk örneği görülür. Daha sonra Gazzâlî’nin el-Vecîz’i ile onun Abdülkerîm b. Muhammed er-Râfiî şerhi, Ebû İshak eş-Şîrâzî’nin el-Müheẕẕeb’i, Nevevî’nin Ravżatü’ṭ-ṭâlibîn’i gibi eserlerde dağınık halde bulunan bu nevi malzeme İsnevî tarafından el-Kevkebü’d-dürrî fîmâ yeteḫarrecü ʿale’l-uṣûli’n-naḥviyye mine’l-fürûʿi’l-fıḳhiyye’sinde toplanmış ve gramer kurallarına dayalı olarak 158 fıkıh meselesine çözüm getirilmiştir. Ardından İbnü’l-Mibred, Zînetü’l-ʿarâʾis mine’ṭ-ṭuraf ve’n-nefâʾis fî taḫarruci’l-fürûʿi’l-fıḳhiyye ʿale’l-ḳavâʿidi’n-naḥviyye’sinde 112 fıkıh meselesine aynı yöntemle çözüm getirmiştir.
Ebü’l-Esved ed-Düelî hem nahiv ilminin hem Basra dil mektebinin kurucusudur. Nasr b. Âsım, Anbese b. Ma‘dân, İbn Ya‘mer ve Abdurrahman b. Hürmüz el-A‘rec birinci tabaka, İbn Ebû İshak, Îsâ b. Ömer es-Sekafî ve Ebû Amr b. Alâ ikinci Halîl b. Ahmed, Ahfeş el-Ekber, Yûnus b. Habîb üçüncü, Sîbeveyhi dördüncü, Kutrub ve Ahfeş el-Evsat beşinci, Cermî, Tevvezî, Ebû Osman el-Mâzinî ve Riyâşî altıncı, Müberred ise yedinci tabakayı teşkil eder. Kûfe gramer mektebinin kurucuları Ruâsî ile dayısı Muâz b. Müslim el-Herrâ birinci tabakayı oluşturur ve Basra mektebinin üçüncü tabakasına tekabül eder. Ali b. Hamza el-Kisâî ikinci, Ali b. Hasan el-Ahmer, Ferrâ ve Mübârek el-Lihyânî üçüncü, Muhammed b. Sa‘dân, Muhammed b. Ahmed et-Tuvâl ve Muhammed b. Abdullah b. Kādim dördüncü, Sa‘leb ise beşinci tabakayı oluşturup Müberred’in tabakasına (yedinci) tekabül eder.
Başlangıçta Kûfe dilcilerinin grameri Basralılar’dan aldığı ve iki mektebe mensup dilciler arasında zamanla oluşan taassup neticesinde şiddetli tartışmaların ortaya çıktığı bilinmektedir. Bu mektepler arasındaki ilk ayrılık terimlerde ortaya çıkmıştır. Basralılar’ın “munsarif” terimine karşılık Kûfeliler “mecrî”, “cer” terimine karşılık “ḫafd” ve “zarf” terimine karşılık “sıfat”ı kullanmışlardır. Bu farklılaşma kelimelerin tabiatı gibi genel kavramlarda da görülür. Kûfeliler, Basralılar’dan farklı olarak ism-i fâili isim kategorisinde görmeyip fiil kategorisinde değerlendirerek ona “fi‘lü’l-hâl” ismini vermişlerdir. Yine Basralılar’ın fiilin masdardan türediği görüşünün aksine masdarın fiilden türediği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Basra mektebinin üç yönden Kûfe ekolünden üstün olduğu kabul edilir. 1. Kûfe’nin aksine Basra’nın çöle yakın olup fasih bedevîlere kolay ulaşma imkânını bulması, dolayısıyla daha sağlam ve sağlıklı semâ ürünlerine dayanmış olması; 2. Kûfe’nin aksine zorunlu haller dışında kıyasa başvurmaması; 3. Şâhidin bulunmaması durumunda kıyası kullanmaması.
II. (VIII.) yüzyılın ortalarında Abbâsî hilâfet merkezinin Kûfe’den Bağdat’a taşınmasından bir süre sonra iki ekole mensup dilciler tartışmalarını bir müddet burada da sürdürmüştür. Bu tartışmalara tanık olanlar Basra taraftarları, Kûfe taraftarları ve iki mektebi birleştirenler olmak üzere üç gruba ayrılmıştır. Zeccâc, İbnü’s-Serrâc, Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî ve İbn Dürüsteveyh Basra; Ebû Mûsâ Süleyman b. Muhammed el-Hâmız ve Muhammed b. Kāsım İbnü’l-Enbârî Kûfe taraftarıdır. İbn Kuteybe, Ahfeş el-Asgar, İbn Şükayr, İbn Keysân, Muhammed b. Ahmed İbnü’l-Hayyât ve Niftaveyh iki mektebi mezcedenlerdir. Bu sonuncu grup Bağdat dil mektebinin kurulmasını sağlamıştır. Ancak Ahfeş el-Evsat, iki mektebin görüşleri arasında orta bir yol tutmasıyla Bağdat mektebinin tohumlarını atmıştır. Bağdat mektebinin eklektizminden söz edilirse de gerçekte onda da Basra’nın baskın gücü devam etmiştir. Bağdat mektebi III. (IX.) yüzyılın son yarısında teşekkül etmiş, IV. (X.) asrın ortalarına doğru dağılmıştır. Mısır-Şam (Suriye), Mağrib-Endülüs, Irak ve Doğu dil mektepleri ve oralarda yetişmiş birçok dilciden söz edilirse de bunlar genellikle ağırlık Basra ekolünde olmak üzere ilk iki mektebin görüşlerinden seçmelere ve tercihlere yer vermek suretiyle Bağdat ekolünün çizgisini sürdürmüştür. Modern zamanda Arap gramer ekollerine dair birçok eser kaleme alınmıştır. Şevkī Dayf, Gustav L. Flügel, Georges Weil, Mehdî el-Mahzûmî, Abdülâl Sâlim Mekrem, Abdurrahman es-Seyyid, Mahmûd Hüseynî Mahmûd, Abdülfettâh Hammûz ve Abduh er-Râcihî’nin çalışmaları bu grup içinde yer alır.
Nahiv ilmine tepkiler Kitâbü Sîbeveyhi ile başlamıştır. Öğretim amacıyla hazırlandığı halde kitabın üslûbu, iç içe girmiş konularının tertibi ve oturmamış terminolojisiyle son derece anlaşılmaz oluşu ve muhtevasında nahivle doğrudan ilgisi bulunmayan konular yüzünden hacminin kabarmış olması gibi olumsuzlukları sebebiyle anılan eksiklikleri gidermeye yönelik çalışmalar başlatılmıştır. Sîbeveyhi’nin çağdaşı Halef el-Ahmer, eğer nisbet doğru ise Muḳaddime fi’n-naḥv’inin girişinde (s. 34) hacimli eserlerin gramerin temel konularını vermekten uzaklaştığı, yeni başlayanlar için elverişli olmadığı ve bu eksikliği gidermek amacıyla ana konuları kapsayan kitabını yazdığını belirtir. Yine Sîbeveyhi’nin çağdaşı Ali b. Hamza el-Kisâî ile Yahyâ b. Mübârek el-Yezîdî’ye de Muḫtaṣar fi’n-naḥv adıyla eserler nisbet edilir. Daha sonra Cermî, Muhammed b. Abdullah b. Kādim, Ebû Mûsâ Süleyman b. Muhammed el-Hâmız, Zeccâc, Ebû Bekir İbn Şükayr, Ebû Bekir Muhammed b. Ahmed İbnü’l-Hayyât, Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî ve Nehhâs gibi âlimler muhtasarlar serisini devam ettirmiştir.
Kitâbü Sîbeveyhi’nin muğlak anlatımı, daha sonraki süreçte mantıkî kıyas ve illet yorumlarının da gramere girmesiyle daha karmaşık bir hal almıştır. Bu kusuru gidermek için Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî el-Vâżıḥ (el-Mûżıḥ/el-Muvażżaḥ), Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî el-Îżâḥ, el-Cümelü’l-kübrâ, Ebû Ali el-Fârisî el-Îżâḥ, Ebû Bekir ez-Zübeydî el-Vâżıḥ, Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim el-Havfî el-Mûżıḥ gibi eserleri kaleme almışlardır. Kitâbü Sîbeveyhi sadece mübtedîler için değil âlimler için de anlaşılması güç bir eserdi. Bundan dolayı Müberred ile Sîrâfî el-Medḫal ilâ Kitâbi Sîbeveyhi, Cermî Tefsîru ġarîbi Kitâbi Sîbeveyhi ve Rummânî Aġrâżu Kitâbi Sîbeveyhi’yi yazma gereğini duymuşlardır.
Başlangıçta kıyas ve illet, benzerlikleri karşılaştırarak ortak hükümlere ulaşma şeklinde tabii bir yönelişle gerçekleştiriliyordu. II. (VIII.) yüzyılın ortalarına doğru Aristo’nun Yunan grameri ağırlıklı sûrî mantığa dair eserlerinin Arapça’ya tercüme edilmesinden sonra mantıkî kıyasla ikinci ve üçüncü derecedeki illetler ve birtakım farazî misallerle nahiv eserleri karmaşık bir hal almıştır. Bu duruma tepkiler III. (IX.) yüzyıldan itibaren başlamıştır. Cermî nahvi zorlaştırdığı için takdirî i‘rabın gereksiz olduğunu, semâ ve tabii kıyasa dayanmayan varsayımların atılmasını savunmuştur. Câhiz nahvin sıkıcılığından ve bu sebeple öğrencilerin gramer konularına ilgisizliğinden yakınmış, daha sade ve anlaşılır gramerin gereğini vurgulamış, “Nahivciler her gördüğü şiirde i‘rab arar” şeklindeki eleştirisiyle (el-Beyân ve’t-tebyîn, III, 196) onların dil selîkası ve şiir zaruretini göz ardı ettiklerine işaret etmiştir. İbn Vellâd (Ahmed b. Muhammed) kıyasın dili düzeltme ölçütü olarak kabul edilmesini doğru bulmamış, Nehhâs, et-Tüffâḥa’sının girişinde pratik değeri olmayan ta‘lîl, te’vil ve takdirlerden uzak durulmasını önermiştir. Ebû Ali el-Fârisî, mantıkî üslûpla nahiv eserleri yazan çağdaşı Rummânî’yi eleştirerek, “Rummânî’nin dedikleri nahiv ise bizde ondan bir şey yok, bizim söylediklerimiz nahiv ise onda bizden bir şey yoktur” demiştir. İbn Cinnî bazı kıyasları tutarsız, bazı konuları sağlıklı semâa dayanmayan varsayımlar olarak görmüştür (el-Ḫaṣâʾiṣ, II, 256-264). Onun çağdaşı şair Amr el-Kelbî el-ʿAyniyye’sinde, şiirlerinde gramer yanlışlıkları bulan i‘rabcılarla ölçü diye uydurdukları kıyaslarını ve ”ضرب زيد عمرًا“ kabilinden farazî misallerini eleştirmiş, öz Arap olarak dil selîkasıyla söylediği şiirlerinde hata bulmayı Arap toprağında Mecûsî ateşi yakmaya ve yahudi havrası dikmeye benzetmiştir (Yâkūt, XII, 104). Bu tavırların ardından ilk defa küllî, sistemli ve metotlu biçimde karşı çıkış Kurtubalı İbn Madâ ile gerçekleşmiştir. İbn Madâ, er-Red ʿale’n-nüḥât’ında nahivcilerin dil öğrenimini zorlaştırdığını, âmil-mâmul, amel-i‘rab, illet-kıyas, ihtimal, te’vil ve takdir teorilerinin bırakılmasını, ikinci ve üçüncü derecedeki illetlerin, pratik değeri olmayan konularla gereksiz sarf terimlerinin çıkarılmasını önermiştir. İbn Madâ, kendisi gibi Zâhiriyye mezhebi âlimi olan İbn Hazm’ın nahiv ilminden öğrenilmesi gerekli ve gereksiz miktar, fıkıh ve nahivde kıyas ve illeti reddetmesi vb. konulardaki görüşlerinden esinlenerek eserini telif etmiştir. Nahvin zorluklarını teşhis yolunda bu köklü ve ciddi adım ancak modern zamanlarda ürünlerini verebilmiştir. Fakat İbn Madâ’nın karşı çıktığı âmil-mâmul veya daha genel olarak amel kavramının nahiv ilmine Sîbeveyhi’nin en özgün ve kalıcı katkısı olduğu kabul edilmiş ve asırlarca nahiv eserlerinin temelini teşkil etmiştir. Amel kavramına göre kelimenin cümle içinde merfû, mansub, mecrur ve meczum olmasının sebebi o cümledeki fiil, edat vb. âmillerdir. İbnü’r-Râvendî’ye de Kitâb fi’r-red ʿale’n-naḥviyyîn adında bir eser nisbet edilir.
Son Dönemde Nahiv. XVIII. yüzyıldan itibaren daha çok örgün eğitim göz önünde bulundurularak nahvin daha kolay anlatılması ve anlaşılması yolunda çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Bunların bir kısmında Batı dillerinin gramerleri de rol oynamıştır. Bu alanda ilk çalışma Halepli Cermânûs Ferhât’ın İbnü’l-Hâcib, İbn Mâlik ve İbn Hişâm en-Nahvî gibi gramer âlimlerince oluşturulan nahiv mirasını hıristiyan okul çocukları için adapte ettiği Baḥs̱ü’l-meṭâlib ve ḥas̱s̱ü’ṭ-ṭâlib isimli eseridir (Malta 1836). Birçok baskısı yapılan kitabı Butrus el-Bustânî Miṣbâḥu’ṭ-ṭâlib adıyla şerhetmiş (Beyrut 1854), bu şerhi de Miftâḥu’l-Miṣbâḥ adıyla el kitabı olarak kısaltmıştır (Beyrut 1868). Onu, Nâsîf el-Yâzicî’nin Faṣlü’l-ḫiṭâb (Beyrut 1836) ve bazı muhtasarları izlemiştir. Cermânûs’un eseri özellikle Lübnan’da yazılan okul kitaplarının öncüsü olmuştur. Ardından Ahmed Fâris eş-Şidyâk, İbrâhim el-Ahdeb, Reşîd b. Abdullah eş-Şertûnî ve Mustafa el-Galâyînî gramer kitapları kaleme almışlardır. Reşîd eş-Şertûnî Temrînü’ṭ-ṭullâb (Beyrut 1886) ve Mebâdiʾü’l-ʿArabiyye (Beyrut 1906) dizilerini tedrîcî öğretim yöntemine göre hazırlamıştır.
Mısır’da gramer kitaplarının ıslahı yolunda örgün eğitime bağlı olarak atılmış ilk adım Ali Paşa Mübârek’in ilkokullar için hazırladığı et-Temrîn adlı eseridir. Daha önce resmî okullarda el-Âcurrûmiyye, el-Elfiyye, Ḳaṭrü’n-nedâ, Şüẕûrü’ẕ-ẕeheb gibi klasik eserler okutuluyordu. Yazar eserini bunlarda yer alan gereksiz konuları atarak hazırlamıştır. Bunu Rifâa et-Tahtâvî’nin, Silvestre de Sacy’nin et-Tuḥfetü’s-seniyye’sinden etkilenerek yazdığı et-Tuḥfetü’l-mektebiyye (1286/1869) adlı eseri izlemiştir. İlk komisyon çalışması ve tedrîcî yöntem uygulaması 1887 yılında aralarında Hifnî Nâsıf’ın da bulunduğu grup tarafından başlatılmıştır. Komisyon, ilköğretim için ed-Dürûsü’l-ʿArabiyye’yi (I-III, Kahire 1891), orta öğretim için ed-Dürûsü’n-naḥviyye’yi (I-IV, Bulak 1305) ve aynı yöntemle Dürûsü’l-belâġa’yı yazmıştır. 1905’te nahiv ve belâgatı Ḳavâʿidü’l-luġati’l-ʿArabiyye adıyla birleştirmiştir. Komisyonun çalışmalarından etkilenen Ali Cârim ve Mustafa Emîn ilk ve orta öğretim için hazırlanan en-Naḥvü’l-vâżıḥ dizisini kaleme almıştır. Eser, komisyona ve diğerlerine ait çalışmaların aksine bol uygulama ve alıştırma içermesi sebebiyle daha çok ilgi görmüştür. Müellifler aynı yöntemle el-Belâġatü’l-vâżıḥa’yı hazırlamıştır. Zekî M. Mühendis Kâmil’in en-Naḥvü’l-muṣavver’i ilk resimli gramer kitabıdır (Kahire 1931).
Klasik nahiv konularının kolaylaştırılmasına ilişkin çalışmalar XX. yüzyılın başından itibaren kendini göstermiş, ilk önce Circîs Hûrî el-Makdisî’nin bazı zor konuların kolaylaştırılmasına dair makalesi, Kāsım Emîn’in i‘rab zorluğunu gidermek için kelime sonlarını sâkin kılma, Selâme Mûsâ’nın fasih dili bırakıp halk diline geçme önerileri gibi teşebbüsler ortaya çıkmıştır. İlk sistemli hareket İbrâhim Mustafa’nın İḥyâʾü’n-naḥv’i ile gerçekleşmiştir (Kahire 1937). İbrâhim Mustafa, eserinde âmil-mâmul, takdirî ve mahallî i‘rab, müstetir zamir, illet, kıyas, taaccüb ve iğrâ gibi güçlük çıkaran ya da gereksiz saydığı konuların terkedilmesini, bâriz zamirlerin işaret ismi sayılmasını, ibtidâ, fâil ve nâib-i fâilin müsned ve müsned ileyh olarak, cümlenin yardımcı öğelerinin de tekmile adı altında bir araya getirilmesini önermiştir. Mısır Maarif Bakanlığı’nın 1938 ve 1958’de oluşturduğu nahvi kolaylaştırma komisyonlarının kararlarında İbrâhim Mustafa’nın görüşleri etkili olmuştur. 1945’te Kahire Arap Dil Kurumu’nun oluşturduğu komisyonun ve 1947’de Dil Kuralları Komisyonu’nun gayretlerine 1956’da Şam Arap Dili Komisyonu’nun çabalarının katılmasıyla Mısır, Suriye ve Irak arasında dayanışmalı olarak kolaylaştırma çalışmaları devam etmiştir. Şevkī Dayf ilk defa İbn Madâ’nın er-Red ʿale’n-nüḥât’ını neşrettiğinde (Kahire 1947) eserin inceleme kısmında, ondan esinlenerek ve aynı içerikte kolaylaştırma önerilerini kapsayan uzunca bir makalesinin ardından en-Naḥvü’l-cedîd’i yazmıştır. Makalesindeki öneriler 1979’da Kahire Arap Dil Kurumu tarafından kabul edilmiştir. Şevkī Dayf ile diğer bazı dilciler kaleme aldıkları eserlerde fonksiyonel grameri önermiş, dili hatadan koruma işlevi gören konuların dışındakilerin terkedilmesini istemiştir.
Arap nahvini Batı’da yazılan gramer kitaplarını örnek alarak yenileme gayretleri XX. yüzyılda Ali Abdülvâhid, İbrâhim Enîs, Temmâm Hassan, Abdurrahman Eyyûb, Mahmûd Si‘rân, Tâhâ Abdülhamîd Tâhâ ve Kemal Bişr gibi Avrupa’da öğrenim görmüş dilciler tarafından sürdürülmüştür. Temmâm Hassan’ın Ferdinand de Saussure’den esinlenip dili canlı bir organizmaya benzeten yenilik önerilerini el-Luġatü’l-ʿArabiyye maʿnâhâ ve mebnâhâ adlı eserinde açıklamış (Kahire 1973), eser hayli yankı uyandırmış ve eleştirilere hedef olmuştur. Bunu Afîfe ed-Dımaşkıyye’nin Tecdîdü’n-naḥvi’l-ʿArabî’si izlemiştir (Beyrut 1976).
Arap dünyasının üniversite, fakülte, akademi ve enstitülerinde kadim nahiv mirasını neşre ve incelemeye yönelik çalışmalar gerçekleştirilmiştir. Modern zamanda bilimsel amaçla yazılan ve bütün nahiv konularını içeren en kapsamlı eser Abbas Hasan’ın en-Naḥvü’l-vâfî’sidir (I-IV, Kahire 1960). Günümüzde Arap dili ve gramerini modern yöntemlerle öğretmeyi hedefleyen el-ʿArabiyye li’n-nâşiʾîn, el-ʿArabiyye li’l-ḥayât gibi birçok dizi hazırlanmıştır. Batı’da Silvestre de Sacy’nin Grammaire arabe (Paris 1810), C. P. Caspari’nin Grammaire arabe (Paris 1881), Laura V. Vaglieri’nin Grammatica (I-II, Roma 1937-1961) gibi ders kitabı şeklinde eserler yazılmıştır. “Mu‘cem, mevsûa” vb. adlar altında Emîl b. Ya‘kūb, Azîze Fevvâl, Muhammed Altuncî, Hasan Kutrub, Abdülganî Dakkar, Antuvân Dahdâh gibi yazarlar tarafından nahiv terimleri sözlükleri hazırlanmıştır. Ayrıca nahiv tarihine dair birçok çalışma ortaya konulmuştur. Abdülkerîm Muhammed Esed, M. Hayr el-Hulvânî, Abdülâl Sâlim Mekrem, Muhammed et-Tantâvî, Saîd el-Efgānî, Gotthelf Bergsträsser ve Goldziher’in eserleri bunlardan bazılarıdır.
Nahiv usulü alanında zikredilen İbnü’s-Serrâc’ın el-Uṣûl adlı eseri, Sîbeveyhi’nin el-Kitâb’ının içerdiği temel konuları daha yalın bir üslûpla ele alan bir eser olup sanıldığının aksine nahiv usulüyle ilgili değildir. Nahiv usulüne dair Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî’nin el-Îżâḥ fî ʿileli’n-naḥv’i, Muhammed b. Abdullah İbnü’l-Verrâk’ın ʿİlelü’n-naḥv’i ile Süyûtî’nin el-İḳtirâḥ’ından sonra günümüzde M. Hayr el-Hulvânî, Şa‘bân el-Ubeydî, Fuâd Hannâ Tarzî ve Georges Weil gibi yazarlar eser vermişlerdir.
Osmanlı döneminde XV. yüzyıldan itibaren Cemâleddin el-Aksarâyî, Molla Fenârî, Bedreddin el-Aynî, Ahmed Dinkuz, Musannifek, Ali Kuşçu, Muhyiddin el-Kâfiyeci, Şemseddin Sivâsî gibi âlimler nahve dair muhtasar medrese kitaplarına şerh ve hâşiyeler yazmıştır. Ancak XVI. yüzyılda Kemalpaşazâde Esrârü’l-ʿArabiyye’yi (Esrârü’n-naḥv) kaleme almış, çağdaşı Birgivî’nin özgün bir tertiple âmil-mâmul-amel (i‘rab) taksimine göre hazırladığı ʿAvâmil’i ile onun şerhi mahiyetindeki İẓhârü’l-esrâr’ı telif eser olarak asırlarca medreselerde okutulmuş ve yalın üslûbu ile haklı bir şöhrete kavuşmuştur. Birgivî’nin bu iki eseriyle birlikte isim-fiil-harf taksimine göre Sîbeveyhi yönteminin uzantısı mahiyetinde nahiv konularını işleyen İbnü’l-Hâcib’in el-Kâfiye’si medrese eğitiminde “nahiv cümlesi” olarak tanınmıştır. Şerh ve hâşiye geleneği XVI-XIX. yüzyıllarda da sürmüş, ancak XIX. yüzyılın sonlarında Mehmed Zihni Efendi’nin el-Muktedab (İstanbul 1303-1304) ve onun özeti olan el-Müşezzeb (İstanbul 1311) adlı telif eserleriyle Hacı İbrâhim Efendi’nin Nahiv Tercümesi adlı eseri (İstanbul 1304-1306, 1323) ve Hanbelîzâde Muhammed Şâkir’in Temrinli ve İ‘rablı Lisân-ı Arabî: Nahiv Kısmı adlı kitabı (İstanbul 1329), Arap gramerinin Arapça eserlerle öğretilmesi geleneğinin kırılması yolunda etkili olmuş, daha sonra Arap gramerini Türk diliyle anlatan çok sayıda telif ortaya çıkmıştır, bu çizgi günümüzde de sürmektedir. XX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren İmam-Hatip okulları ile Yüksek İslâm enstitülerinin açılması üzerine ihtiyaç duyulan okul kitapları için Bekir Topaloğlu – Hayrettin Karaman, Ahmed Ateş – Nihad M. Çetin – Tahsin Yazıcı, Mehmet Maksudoğlu gibi eğitimciler tarafından başlatılan telif süreci devam etmektedir.
BİBLİYOGRAFYA
Buhârî, “Taʿbîrü’r-rüʾyâ”, 1, “İʿtiṣâm”, 35, “Tevḥîd”, 51, “Enbiyâʾ”, 9, “Feżâʾilü’l-Ḳurʾân”, 2; Halîl b. Ahmed, el-Manẓûmetü’n-naḥviyye (nşr. Ahmed Afîfî), Kahire 1416/1995, neşredenin girişi, s. 5-148; Halef el-Ahmer, Muḳaddime fi’n-naḥv (nşr. İzzeddin et-Tenûhî), Dımaşk 1381/1961, s. 33-34, 85-86, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 7-9; Ma‘mer b. Müsennâ, Mecâzü’l-Ḳurʾân (nşr. Fuat Sezgin), Kahire 1374/1954, I, 316; İbn Sellâm el-Cumahî, Ṭabaḳātü fuḥûli’ş-şuʿarâʾ (nşr. Mahmûd M. Şâkir), Kahire 1952, I, 12-13, 15; İbn Ebû Şeybe, el-Muṣannef (nşr. Kemâl Yûsuf el-Hût), Beyrut 1409/1989, VI, 116; Câhiz, el-Beyân ve’t-tebyîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1975, III, 196; İbn Kuteybe, ʿUyûnü’l-aḫbâr, II, 159; İbnü’l-Mu‘tez, Dîvân (nşr. M. Bedî‘ Şerîf), Kahire, ts. (Dârü’l-maârif), s. 109-111; Ebû Ya‘lâ el-Mevsılî, Müsned (nşr. Hüseyin Selîm Esed), Dımaşk 1407/1987, XI, 436; Ebû Bekir İbnü’l-Enbârî, Îżâḥu’l-vaḳf ve’l-ibtidâʾ (nşr. Muhyiddin Abdurrahman Ramazan), Dımaşk 1390/1971, I, 15, 19-23, 34-35; Ebü’l-Kāsım ez-Zeccâcî, el-Îżâḥ fî ʿileli’n-naḥv, Kahire 1378, s. 89; Ebü’t-Tayyib el-Lugavî, Merâtibü’n-naḥviyyîn (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1395/1975, s. 5, 12, 22-23; Sîrâfî, Aḫbârü’n-naḥviyyîne’l-Baṣriyyîn (nşr. F. Krenkow), Cezayir 1936, s. 13-22, 31-32; Ebû Bekir ez-Zübeydî, Ṭabaḳātü’n-naḥviyyîn ve’l-luġaviyyîn (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1392/1973, s. 11-13, 21-22, 28, 125; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, s. 60-63, 96; İbn Cinnî, el-Ḫaṣâʾiṣ (nşr. M. Ali en-Neccâr), Beyrut 1371/1952, I, 34, 41; II, 8, 256-264; İbn Fâris, eṣ-Ṣâḥibî fî fıḳhi’l-luġa (nşr. Ahmed M. Şâkir), Kahire 1325, s. 10-15; Hâkim, el-Müstedrek (Atâ), II, 477; Dânî, el-Muḥkem fî naḳṭi’l-meṣâḥif (nşr. İzzet Hasan), Dımaşk 1407/1986, s. 4; Beyhakī, Şuʿabü’l-îmân (nşr. M. Saîd b. Besyûnî Zağlûl), Beyrut 1410/1990, II, 427; Abdülkāhir el-Cürcânî, Delâʾilü’l-iʿcâz (nşr. M. Reşîd Rızâ), Beyrut 1980, s. 23; İbn Atıyye el-Endelüsî, el-Muḥarrerü’l-vecîz (nşr. Abdüsselâm Abdüşşâfî Muhammed), Beyrut 1413/1993, I, 40; Kemâleddin el-Enbârî, Nüzhetü’l-elibbâʾ (nşr. M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1386/1967, s. 4-12, 17-23, 55; Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, I, 67-80; XII, 104; XVI, 147; XVII, 123; Ebû Ya‘kūb es-Sekkâkî, Miftâḥu’l-ʿulûm (nşr. Naîm Zerzûr), Beyrut 1403/1983, s. 75; İbnü’l-Kıftî, İnbâhü’r-ruvât, I, 39-40, 45-47, 51; II, 172, 375, 380-381; IV, 107; İbn Haldûn, Muḳaddime, Beyrut 1408/1988, s. 55; Süyûtî, el-Müzhir, II, 97, 396-399; a.mlf., el-İḳtirâḥ fî ʿilmi uṣûli’n-naḥv (nşr. Ahmed Subhi Furat), İstanbul 1395/1975, s. 7, 35, 112, ayrıca bk. neşredenin girişi, s. 32; Cemâleddin Abdullah b. Ahmed el-Fâkihî, el-Fevâkihü’l-ceniyye, Beyrut 1417/1996, s. 9; a.mlf., Şerḥu Kitâbi’l-Ḥudûd fi’n-naḥv (nşr. Ramazan Ahmed ed-Demîrî), Kahire 1408/1988, s. 51-56; Sabbân, Ḥâşiye, Kahire 1305, I, 15-16; Rifâa et-Tahtâvî, et-Tuḥfetü’l-mektebiyye, Kahire 1286, s. 3; Ahmed Emîn, Ḍuḥa’l-İslâm, Beyrut 1351/1933, II, 285-293; İbrâhim Mustafa, İḥyâʾü’n-naḥv, Kahire 1937, tür.yer.; a.mlf., “Evvelü Men vaḍaʿa’n-naḥv”, Mecelletü Külliyyeti’l-âdâb, X/2, Kahire 1948, s. 69-74; T. J. de Boer, Târîḫu’l-felsefe fi’l-İslâm (trc. M. Abdülhâdî Ebû Rîde), Tunus, ts. (ed-Dârü’t-Tûnisiyye), s. 77-78; Mehdî el-Mahzûmî, el-Ḫalîl b. Aḥmed el-Ferâhîdî, Bağdad 1960, s. 62-65; Şevkī Dayf, el-Medârisü’n-naḥviyye, Kahire 1968, s. 5, 11-20; Muhammed et-Tantâvî, Neşʾetü’n-naḥv, Kahire 1387/1968, s. 9-25, ayrıca bk. tür.yer.; Saîd el-Efgānî, Min târîḫi’n-naḥv, Beyrut 1398/1978, s. 9-11; M. Hayr el-Hulvânî, el-Mufaṣṣal fî târîḫi’n-naḥvi’l-ʿArabî, Beyrut 1399/1979, s. 11-58, ayrıca bk. tür.yer.; A. von Kremer, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye (trc. Mustafa Tâhâ Bedr), Kahire, ts., (Dârü’l-fikri’l-Arabî) s. 89-90; Müncî es-Sayyâdî, et-Taʿrîb ve tensîḳuhû, Beyrut 1980, s. 469-510; G. Bergsträsser, et-Teṭavvürü’n-naḥvî li-luġati’l-ʿArabiyye (trc. Ramazan Abdüttevvâb), Kahire 1402/1982, tür.yer.; Brockelmann, GAL (Ar.), II, 123, 128; a.mlf., “Arabistan (Edebiyat)”, İA, I, 535, 538; M. G. Carter v.dğr., The History of Linguistics, Amsterdam 1983, s. 195-250; Abdüssabûr Şâhin, Es̱erü’l-ḳırâʾât, Kahire 1408/1988, s. 87-181; Şa‘bân Avad M. el-Ubeydî, en-Naḥvü’l-ʿArabî, Dımaşk 1989, s. 37-192, ayrıca bk. tür.yer.; Abdülkerîm M. el-Es‘ad, Maḳālâtün münteḫabe fî ʿulûmi’l-luġa, Riyad 1415/1994, s. 255-291; Sâhib Ebû Cenâh, Dirâsât fî naẓariyyeti’n-naḥvi’l-ʿArabî, Amman 1419/1998, s. 7-20; G. Troupeau, Etudes sur la grammaire et la lexicographie arabe, Damas 2002, s. 13-21, 43-51, 85-93, 105-109; a.mlf., “Naḥw”, EI2 (İng.), VII, 914; Abdülcevâd Ramazan, “Teysîrü’n-naḥv”, ME, XI/1 (1940), s. 301-305; İbrâhim Beyyûmî Medkûr, “Manṭıḳu Arisṭo ve’n-naḥvü’l-ʿArabî”, MMLA, VII (1953), s. 338-346; H. Fleisch, “Esquisse d’un historique de la grammaire arabe”, Arabica, IV, Leiden 1957, s. 1-22; Enîs Füreyha, “Es̱eru luġaviyyi’s-Siryân fî vażʿi ḳavâʿid”, el-Ebḥâs̱, XIV/1, Beyrut 1961, s. 39-60; Ahmed Muhtâr Ömer, “Daʿvetü’l-ıṣlâḥ li’n-naḥvi’l-ʿArabî ḳable İbn Maḍâ”, ME, XXXIX (1967), s. 515-519; Ali Ebü’l-Mekârim, “Ḥavle’l-müşkilâti’l-menheciyye fî müʾellefâti’n-naḥvi’t-taʿlîmî”, Buḥûs̱ü Külliyyeti’l-luġati’l-ʿArabiyye, II, Mekke 1404-1405, s. 371-398; Ilse Lichtenstädter – [Nihad M. Çetin], “Naḥiv”, İA, IX, 35-37; M. G. Carter, “Grammar”, Encyclopedia of Arabic Literature (ed. J. S. Meisami – P. Starkey), London 1998, I, 254-257.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2006 yılında İstanbul’da basılan 32. cildinde, 300-306 numaralı sayfalarda yer almıştır.