Bazı Batı dillerinde ve günümüz Türkçe’sinde kullanılan noter (Fr. notaire) kelimesinin aslı “not tutan, süratli yazı yazan” anlamındaki Latince notariidir. Hukuk güvenliğini sağlamak ve anlaşmazlıkları önlemek amacıyla belirli işlemleri belgelendirme, belgelerin sûretlerini onaylama vb. işlerle görevli olan noterin işlevini yerine getiren kimseler için fıkıh literatüründe kâtib-i adl, kâtibü’l-adl, kâtibü’l-vesâik, müvessik gibi terimler kullanılmıştır. Kâtib-i adlin temel görevlerini, “yazılı bir belgeyi yazım kurallarına ve hukukun aradığı şart ve niteliklere uygun biçimde tanzim etme” ve “ispat vasıtası olarak mahkemeye sunulan bir belgenin içeriği hakkında şahitlik etme” şeklinde iki noktada toplamak mümkündür.
İslâmiyet’ten önce okuma yazma bilenlerin sayısının az olduğu Arap toplumunda sınırlı da olsa yazı dinî ve edebî hayatta, kabileler arası antlaşmalarda ve günlük muamelelerde kullanılıyordu. Kur’ân-ı Kerîm’in (el-Bakara 2/282; el-Kalem 68/1; el-İnfitâr 82/11; el-Alak 96/1-5) ve Hz. Peygamber’in tavsiye ve teşvikleri neticesinde İslâm toplumunda kısa zamanda okuma yazma bilenlerin sayısında büyük bir artış meydana geldi. İslâmiyet’in başlangıcından itibaren yazı, müslümanlar tarafından dinî bildirimlerin ve ilmî birikimin tesbit ve neşir vasıtası olması yanında siyasî ve idarî tasarrufların disiplin altına alınması ve hukukî muamelelerden doğan kişisel hakların korunması amacıyla geniş biçimde kullanılmıştır. Resûl-i Ekrem zamanından beri hukukî işlemleri yazıyla belgeleme geleneğinin bulunduğunu ifade eden Serahsî, Resûlullah’ın siyasî, idarî, hukukî vb. alanlarda kâtiplerine kaydettirdiği bazı yazılı belgeleri bu konuda örnek olarak göstermektedir (el-Mebsûṭ, XXX, 168-169). Yine tabakat kitapları başta olmak üzere ilgili kaynaklarda Hulefâ-yi Râşidîn döneminde idarî tasarrufların ve hukukî muamelelerin yazıyla tesbit edildiği belirtilmekte ve Medine’de akidleri yazıya geçirip belgelendiren Abdullah b. Erkam, Alâ b. Ukbe, Mugīre b. Şu‘be, Husayn b. Nümeyr, Hârice b. Zeyd, Talha b. Abdullah gibi kimselerin isimleri zikredilmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’de haksız kazanç elde etmekten kaçınılması, borç ilişkisinde dürüst davranılması, verilen söze uymada hassasiyet gösterilmesi istenmiş (el-Bakara 2/177; el-Mâide 5/1; el-İsrâ 17/34-35), bununla birlikte yükümlülüğünü yerine getirmeyen, borcunu inkâr eden veya araya zaman girdiği için borcunun miktarını, vadesini unutan borçluların bulunabileceği ihtimaline binaen borç ilişkisinin ispatını kolaylaştıran tedbirlerin alınması üzerinde önemle durulmuştur. Bir bakıma noterlik müessesesinin esaslarını ortaya koyduğu görülen Bakara sûresinin 282. âyetinde, ileride meydana gelebilecek ihtilâfların önüne geçme ve bu arada meşrû olmayan akidlerin yapılmasını engelleme amacıyla borç münasebetlerinin titiz biçimde kayda geçirilmesi ve tevsik edilebilir hale getirilmesi istenmiştir. Ancak fıkıh âlimlerinin büyük çoğunluğu bu âyette yer alan “yazın, yazsın, şahit bulundurun” şeklindeki emirlerin vücûba değil nedb ve irşada delâlet ettiği kanaatine varmış, dolayısıyla kişiler arasındaki hukukî muamelelerin yazıyla belgelenmesinin hükmünün mendup veya câiz olduğunu, ayrıca kâtiplik ve şahitlik yapacak kimselerin çokça bulunduğu bir toplumda bu iki görevin ifasının fertler bakımından mendup, toplum bakımından ise farz-ı kifâye olduğunu belirtmişlerdir.
Noterliğin Kurumlaşma Süreci. Kur’ân-ı Kerîm’de hukukî muamelelerle ilgili belgelerin âdil şahitler huzurunda düzenlenmesinin ispat açısından önemine işaret edildiğinden (el-Bakara 2/282) İslâm’ın ilk devirlerinden itibaren yazılı bir belgede genellikle onu kaleme alanın ve yazılması esnasında şahit olarak bulunanların isimleri kaydediliyordu. Kadılar da başka sebepler yanında bu geleneği dikkate alarak duruşma işlemleri hakkında yüklenme şahitliği (şehâdetü’t-tahammül) yapmaları için âdil olduklarından şüphe edilmeyen kişileri şahit diye bulunduruyor ve isimlerini mahkeme kararının altına yazıyordu. İslâm’ın ilk dönemlerinde müslümanların tamamı âdil olarak kabul edilirken II. (VIII.) yüzyılın sonlarına doğru yalancı şahitlerin ortaya çıkması, kadıları bir yandan davada şahit gösterilen kişilerin âdil olup olmadığını araştırmaya mecbur etmiş, öte yandan bazı kadıları yüklenme şahitliği yapmak üzere sınırlı sayıda dâimî şahit tayin etmeye yöneltmiştir. Tesbit edilebildiği kadarıyla dâimî şahit uygulamasını Mısır’da 174-177 (790-793) yılları arasında ikinci defa kadılık görevine getirilen Mufaddal b. Fedâle, Irak’ta ise 246’da (860) Bağdat’ın doğu tarafı kadılığına tayin edilen İsmâil b. İshak el-Cehdamî başlatmıştır. Mısır’da bu yöndeki ilk uygulamanın kökleşmesi için özel gayret gösterenler arasında 177-184 (793-800) yılları arasında kadılık yapan Muhammed b. Mesrûk el-Kindî ile 185’te (801) kadı tayin edilen Abdurrahman b. Abdullah el-Ömerî zikredilir. Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye adlı eserinde (s. 59, 67) şahitleri tayin ve azletme görev ve yetkisinin kadılara ait bulunduğunu ve şahitlerin mezâlim mahkemelerinin bir unsuru olduğunu ifade ettiği halde Edebü’l-ḳāḍî adlı eserinde (II, 56-57) Basra kadısı İsmâil b. İshak’ın yukarıda sözü edilen uygulamasının halen devam ettiğini belirttikten sonra şahitlik görevini sınırlı sayıda dâimî şahitlere tahsis edip bunların dışında kalanların şahitliğinin dinlenmemesinin naslara ve ilk dönem uygulamalarına aykırı sayıldığını vurgulamıştır. Daha sonra gelen Şâfiî fakihleri Mâverdî’nin bu görüşüne aynen katılmışlar, Hanbelî fakihleri de bu görüşü benimsemişlerdir. Ancak Mâlikî fakihlerinden Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Bakara sûresinin 282. âyetini tefsir ederken belge tanziminin ve şahitlik görevinin farz-ı kifâye olduğunu, bu sebeple içinde bulunduğu bölge (Endülüs) halkının, şahitliği kamu görevi olarak telakki ettiğini, bu görevin halife veya nâibinin maaşla tayin ettiği dâimî şahitler tarafından ifa edildiğini kaydetmiştir. Yine Mâlikî fakihlerinden Mevvâk (ö. 897/1492), kendi zamanında İfrîkıye’de ve başka bölgelerde kitâbet ve şahitliği yüklenme görevlerinin tayin edilen kişiler tarafından sürdürüldüğünü belirtmiştir.
E. Tyan, Cl. Cahen, J. Schacht, W. Heffening, Adam Mez, Münîr el-Aclânî, İsâm Muhammed Şebârû gibi araştırmacılar, kadılar tarafından tayin edilen sınırlı sayıdaki dâimî şahitlerin başka görevler yanında noterlik görevini de ifa ettiklerini, dolayısıyla İslâm toplumunda noterlik mesleğinin bu dâimî şahitlerden doğduğunu ileri sürmüşlerdir. Kāsımî, Zühaylî gibi âlimler ise dâimî şahitlerin özellikle III (IX) ve IV. (X.) yüzyıllarda maaşlı olarak kamu hizmeti yaptıklarını, “sâhibü’l-mesâil” (şahitlerin âdil olup olmadığını araştırıp soruşturan memur), “şühûdü’l-hâl” (yargılamaları izleyip mahkeme kararının altına imzası konan şahitler) adıyla ve diğer bazı adlarla idarî görevler ifa ettiklerini kabul etmekle birlikte bunların görevleri arasında noterliği zikretmemişlerdir. Tarih ve tabakat kitaplarında da dâimî şahitlerin âlim oldukları ve yukarıda belirtilen görevlerde istihdam edildikleri belirtilmekte, fakat bunların noterlik görevini yaptıkları açıkça ifade edilmemektedir. Bununla birlikte özellikle Mâlikî fıkıh kitaplarında şühûdun noterlik görevi yaptığını gösteren bazı kayıt ve ifadelere rastlamak mümkündür. Mâlikîler’den Burhâneddin İbn Ferhûn (Tebṣıratü’l-ḥükkâm, I, 44, 282) ve Hanefîler’den Alâeddin et-Trablusî (Muʿînü’l-ḥükkâm, s. 22, 93) “kâtibü’l-vesâik” ve “hat” (yazılı delil) konularını şahitlik bölümünde inceleyerek noterliğin şahitlikle yakın ilgisine dikkat çekerken Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Ali b. Ahmed el-Adevî ve Ahmed b. Muhammed es-Sâvî gibi Mâlikî fakihleri “eş-şühûd el-müvessikūn” (belge yazan şahitler, yargılamaları takip ederek mahkeme kararlarının altına imza atan şahitler) tabirini kullanmışlar, bazı Şâfiî fıkıh âlimleri ücret verilmedikçe şahidin belge yazmaya mecbur edilemeyeceğini belirterek bir kısım şahitlerin belge tanzim etme görevinin bulunduğuna işaret etmişlerdir. Ayrıca Hanefî mezhebi kitaplarında yazılı delil konusu daha ziyade “şehâdet” ve “kazâ” bölümlerinde incelenmekte, “hattü’ş-şâhid”in ispat açısından mahkemede düzenlenen belgelerle aynı hukukî değere sahip olduğu, dolayısıyla şahitlikle belge düzenleme işinin yakın ilişki içinde bulunduğu ifade edilmektedir. Mağrib ve Horasan’da “şehâdet” yerine “adâlet”, “şühûd” yerine “udûl” terimleri kullanılmıştır. Bu iki terim dışında Endülüs’te noter için “kâtibü’l-vesâik, müvessik, vessâk, vesâikī, sâhibü’l-vesâik”, noterlik için “kitâbetü’l-vesâik, hıttatü’l-vesâik”; Doğu İslâm dünyasında noter için “şürûtî, şurrât, kâtibü’ş-şürût, sakkâk, kâtibü’s-sukûk”, noterlik için “kitâbetü’ş-şürût, kitâbetü vesâik, kitâbetü’s-sak” gibi tabirlerin kullanıldığı görülmektedir.
Fıkıh âlimleri yazının yazıya benzeyebileceği, yazılı belgenin tahrif edilebileceği, bazı belgelerin müsvedde veya taslak halinde kaleme alınmış olabileceği gibi gerekçelerle yazılı belgenin ispat vasıtası olabilmesi için ikrarla veya âdil şahitlerin şahitliğiyle pekiştirilmesi gerektiğini söylemişlerdir. Bu sebeple uygulamada hukukî muamelelerle ilgili belgeler için âdil şahitler bulunduruluyordu. Ancak XVIII. yüzyıldan itibaren fıkıh âlimleri, belgeyi düzenleyen kimseyi veya düzenlenmesi esnasında hazır bulunan şahitleri ispat esnasında tekrar bulundurmanın güçlüğünü göz önüne alarak tahrif ihtimali olmayan bazı yazılı belgelerin tek başına ispat için yeterli olabileceğini ileri sürmüşlerdir. Mecelle’nin 1738 ve 1821. maddeleri bu görüş doğrultusunda düzenlenmiş, bunları ihtiva eden “Beyyinât ve Tahlîf” ve “Kazâ” kitapları 1876 yılında yürürlüğe girmiştir. Mecelle Komisyonu’nun bu iki maddenin açıklaması mahiyetinde “Bilâ Beyyine Mazmunuyla Amel Olunacak İ‘lâmât ve Senedâtın Suver-i Tanzîmi” adıyla hazırladığı yönetmelik 1879’da kabul edilmiştir. Ayrıca Mecelle’nin adı geçen kitapları kabul edildikten sonra belge düzenleme ve tasdik işlerinin bir merci tarafından yapılması gereği duyulmuş, Fransız Noter Kanunu’ndan tercüme edilerek hazırlanan “Mukāvelât Muharrirleri Nizamnâmesi” aynı yıl yürürlüğe konulmuştur. Batı usulü tanzim, tasdik ve tescil işlerini Türkiye’ye getiren ve noterlik mesleğinin nüvesini oluşturan bu yönetmelik gelişen hukukî ihtiyaçlara cevap veremediğinden 1913’te kabul edilen, “Kâtib-i Adl Kānûn-ı Muvakkati” isimli geçici kanunla yürürlükten kaldırılmıştır. Bu dönemde şer‘iyye mahkemelerinin görevleri arasında kalmış bulunan vasiyet, hibe, vekâlet, vakıf gibi hukukî muamelelerle ilgili hüccetleri tanzim, tasdik ve tescil işleri de 1924 yılında kâtib-i adllere devredilmiştir. 1929’da çıkarılan bir kanunla kâtib-i adle noter, Kâtib-i Adl Kanunu’na da Noter Kanunu adı verilmiştir. Çağdaş İslâm ülkelerinde noter için “kâtibü’l-adl, el-kâtibü’l-adl, kâtibü’l-ukūd, müvessiku’l-ukūd, müvessiku’l-hukūk” gibi tabirler kullanılmaktadır.
I. (VII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren İslâm coğrafyasının genişleyip müslümanların çeşitli kültür ve medeniyetlere mensup topluluklarla yakın temas içine girmesi ve şehirleşmenin hızlanmasıyla birlikte kişiler arası hukukî muamelelerin sayısında artışlar olmuş, bunların yazıya geçirilmesine eskisindan daha fazla ihtiyaç duyulması noterlik mesleğinin ortaya çıkmasına zemin hazırlamış, ayrıca kadıları da mahkeme kararlarını yazılı hale getirmeye ve zabıt kâtibi tayin etmeye yöneltmiştir. Tabakat kitapları ve tarih kaynakları, Emevîler döneminde Mısır’da 40 (660) yılında kadılığa tayin edilen Süleym b. Itr’ın, Kûfe’de 120’de (738) kadılığa getirilen Abdullah b. Şübrüme’nin mahkeme kararlarını yazıya geçirme uygulamasını başlattığını nakletmektedir. Bu gelişmeler karşısında fıkıh âlimleri belge düzenleme yetkisine sahip olanların uymaları gereken kuralları teorik olarak tartışmaya başlamış, böylece “ilmü’ş-şürût” (belge düzenleme esasları ilmi) denilen bilim dalı ortaya çıkmıştır. “İlmü’l-vesâik ve’s-sicillât, ilmü ezkâri’l-hukūk, ilmü’s-sakk” olarak da anılan ilmü’ş-şürût konusunda uzman olan âlimlere “ehlü’ş-şürût, şürûtî” gibi adlar verilmiştir. Kaynakların Ebû Hanîfe’yi öncü olarak gösterdiği bu ilim dalıyla ilgili olarak Hanefî, Şâfiî ve Mâlikî fakihleri tarafından, mahkemelerde belge düzenlenme yetkisi bulunanların ve noterlerin mesleklerini icraları esnasında faydalanabilecekleri pek çok eser kaleme alınmış ve bu alanda zengin bir literatür oluşmuştur (bk. ŞÜRÛT ve SİCİLLÂT).
Noterde Aranan Nitelikler. Yazılı bir belgeyi yazım kurallarına ve hukukun aradığı şartlara uygun biçimde tanzim etme yanında ispat vasıtası olarak mahkemeye sunulan bir belgenin içeriği hakkında şahitlik etmenin özel bir yetenek ve ehliyet gerektirdiğini dikkate alan fıkıh âlimleri, Bakara sûresinin 282. âyetine sık sık atıfta bulunarak noterde bulunması gereken niteliklerin kadıda arananlara yakın olduğunu belirtmişler ve kitâbet, ilim, adalet vasıfları üzerinde durmuşlardır. Yukarıdaki âyette borç ilişkisini kayda geçiren kimsenin “kâtip” olarak isimlendirildiğini dikkate alan fıkıh âlimleri noterin güzel yazı yazmayı ve yazım kurallarını iyi bilmesi, sözleşme metinlerini okunaklı ve hatasız bir şekilde kaleme alması gerektiğini, güzel yazı bilmeyen kimsenin noterlik mesleğini icra edemeyeceğini ifade etmişlerdir. Tabakat kitaplarında noterlerin hayat hikâyeleri anlatılırken onların üstün meziyetleri arasında kendi zamanlarında en güzel yazı yazan kimseler oldukları da zikredilmiştir. Noterlik görevini üstlenecek kişinin fıkhı ve özellikle hukukî muamelelerle ilgili hükümleri de bilmesi gerekir. Zira noter sadece kâtiplik yapan bir kimse değil aynı zamanda hukukçu kimliğiyle taraf veya tarafların iradelerini dikkate alarak belgeleri hukukun aradığı şart ve niteliklere uygun biçimde düzenleyen görevlidir. Yine kaynaklarda noterlerin birer fakih oldukları, hatta bazı noterlerin kadı ve müftülük gibi fıkıh bilgisini gerektiren görevlere tayin edildikleri belirtilmektedir. Noter aynı zamanda düzenlediği belgenin şahidi olduğundan şahitte aranan niteliklere sahip olması gerekir. Bunların başında ise adalet vasfı gelmektedir (et-Talâk 65/2).
Noterlerin Tayin ve Azilleri. Mâlikî mezhebine ait kaynaklarda “hıttatü’l-vesâik” diye anılan noterlik devletin yürüttüğü görevler arasında sayılmakta ve devlet başkanının bir şehirde noterlik görevini ifa etmek üzere bir veya iki kişi tayin edebileceği belirtilmektedir. Bu anlayışın neticesi olarak Mâlikî mezhebinin yürürlükte bulunduğu ülkelerde ve özellikle Endülüs’te noterlik mesleğinin serbest olarak değil resmî şekilde icra edildiği, devlet memuru olduğunu göstermek için notere “sâhibü’l-vesâik” adı verildiği görülmektedir. İbn Haldûn kadıların noterleri tayin etme, denetleme ve görevini kötüye kullananları vazifeden uzaklaştırma yetkisine sahip bulunduğunu, noterlik mesleğinin yargıya tâbi olarak icra edildiğini yazmaktadır. Şâfiî fakihleri de kadıların noterleri tayin etme ve görevden alma yetkilerinin olduğunu ve kendilerine beytülmâlden maaş ödenebileceğini kaydetmiştir. Fakat bunlar hizmetleri karşılığında ücretlerini halktan alacaklarsa, rekabet ortamı oluşturup halkın bu hizmetten daha rahat yararlanmasını sağlamak üzere ehliyet sahibi olan herkese bu mesleği icra edebilme izninin verilmesi gerekir. Hanbelîler’in bu husustaki görüşleri Şâfiîler’inkine yakındır. Hanefî mezhebinin yürürlükte bulunduğu ülkelerde ve özellikle Osmanlı Devleti’nde noterlik mesleği serbest olarak icra edildiği gibi bizzat kadılar, nâibler ve mahkeme kâtipleri tarafından da bu hizmetin sunulduğu görülmektedir.
Noterin Görev ve Yetkileri. Noterin aslî görevi sözleşmelerin şahidi olmak, bunları kaleme almak ve gerektiğinde sözleşmelerin içeriği hakkında mahkemede şahitlik yapmaktır. Noter bey‘, icâre, nikâh, vasiyet, miras, şirket gibi her türlü hukukî işlemi düzenleme yetkisine sahiptir. Nikâh akdiyle ilgili belge düzenlemesi sebebiyle bazı bölgelerde notere “akkādü’n-nikâh” adı verilmiştir. Noterin kaleme aldığı belgelere “kitab, vesîka, hüccet, sened, ahd, zikr, sak” gibi adlar verilmiştir. Noter kendisinden sözleşme düzenlemesini isteyen herkese bu hizmeti sunabilir; ancak tanımadığı kişilerin taleplerine açık kimlik ve adreslerini öğrendikten sonra cevap verir ve uygun olmayan talepleri geri çevirir. Ayrıca ihtiyaca göre nüsha adedini belirler. Bazı kaynaklarda Endülüs ve Mısır’da bazı noterlerin emîr, vali gibi yüksek mevkilerde görev yapan kişilerin sözleşmelerini yapmak üzere tayin edildikleri kaydedilmektedir. Yine bazı kaynaklarda noterlere ek görev olarak fetva, şurta, kaza, zabıt kâtipliği gibi görevlerin verildiği, bazı noterlerin ise doktorluk, ticaret gibi noterlik mesleğiyle bağdaşmayan işler yaptıkları nakledilmektedir.
Noterlik Mesleğinin Önemi. Noterlik toplumda en çok rağbet edilen mesleklerden biriydi. Noterliğin Endülüs gibi bazı bölgelerde devlet görevlerinden biri olması bu konuda en önemli faktör sayılabilir. Tarihçiler mesleğinde üstün başarı gösteren noterlerin isimlerini vali ve diğer yüksek mevkilerde görev yapanlar gibi gelecek nesillere duyurulmaya lâyık görmüşler ve kitaplarında noterlere önemli bir yer ayırmışlardır. Noterlerin itibar ve nüfuzlarının artmasında onların daha ziyade devletin üst kademelerinde görev yapanların yanlarında bulunmalarının ve onlardan faydalanmalarının payı büyüktür. Nitekim noterler “bitânetü’l-kādî” ve “ihvânü’l-kādî” olarak tanınıyordu. Az da olsa bazı noterlerin bu konumlarını istismar ederek görevlerini kötüye kullandıkları, dolayısıyla halkın şikâyetlerine mâruz kaldıkları da bir gerçektir. Görevini kötüye kullanan noterleri cezalandırmak isteyen kādılkudâtların da onları koruyanlarının muhalefetiyle karşılaştıkları bilinmektedir. Noterliğin itibar görmesinin diğer bir sebebi bol gelir getiren bir meslek olmasıdır. Kaynaklarda bazı noterlerin bu sayede büyük servet sahibi oldukları nakledilmektedir.
Noterlerin Hizmet Mekânı. Noterlerin mesleklerini icra ederken belirli bir yeri büro olarak kullanma mecburiyeti bulunmamaktadır. Kaynaklarda noterlerin müşterileriyle daha ziyade camilerde, cami önlerinde, evlerinde, mahkemelerde, şehrin bir kapısında buluşarak bu hizmeti icra ettikleri belirtilmektedir. Süyûtî noterlerin önceleri evlerinde noterlik hizmetini sunduklarını ve 635 (1237-38) yılında Şam’a kadı tayin edilen Şemseddin Ahmed el-Cûnî’nin şehirde noterlere “merkez” adıyla bürolar ayırdığını, Mısır’da noterlerin mesleklerini icra ettikleri yerlere “hanut” dendiğini kaydetmektedir (Târîḫu’l-ḫulefâʾ, s. 462). İbn Haldûn da noterlerin “dükkân, mastaba” diye adlandırılan bürolarda müşterilerine bu hizmeti sunduklarını belirtmektedir.
Noterlerin Maaş ve Ücretleri. Fıkıh âlimleri, kamu hizmeti olduğu için belge yazımının parasız ve karşılıksız olması ve bu hizmeti ifa edenlere beytülmâlden maaş ödenmesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmışlar, beytülmâlde bu hizmetin ifası için ödenek bulunmaması durumunda bu hizmeti resmen veya serbest şekilde icra edenlerin müşterilerinden ücret alıp alamayacakları hususunda ise farklı görüşler ortaya koymuşlardır. Çok az sayıdaki fakih, ibadet niteliği taşıyan bir kamu hizmeti sayıldığı için belge tanzimi karşılığında ücret alınmasının câiz olmayacağını ileri sürmüştür. Buna karşılık fakihlerin çoğunluğu zamanının tamamını bu işe ayıran kişinin ücret almamasının onun zararına olacağını, halbuki âyette, “Ne kâtib ne de şahit zarara uğratılsın” buyurulduğunu belirterek belge tanzimi karşılığında ücret alınmasının câiz olduğunu kabul etmişlerdir. Bunlara göre noterle müşterileri arasındaki ilişki bir icâre akdi (hizmet akdi) ilişkisidir. Noterle müşterileri yapılan işi ve ücreti önceden belirleyebilir. Ücret önceden belirlenmemişse noter misil ücreti (rayiç bedeli) hak eder. Fıkıh âlimleri, noterlik ücretlerinin tesbiti ve ücretin hangi taraftan alınacağıyla ilgili bazı kriterler ortaya koymuşlar, ücretlerin yükselmemesi için yeterli fıkıh bilgisine sahip kabiliyetli ve tecrübeli kişilere belge düzenleme izni verilmesi gerektiğini kaydetmişlerdir.
BİBLİYOGRAFYA
Şâfiî, el-Üm, VI, 222; Mus‘ab b. Abdullah ez-Zübeyrî, Nesebü Ḳureyş, Kahire 1953, s. 273; Belâzürî, Fütûḥ, Beyrut 1377, s. 660-661; İbn Abdürabbih, el-ʿİḳdü’l-ferîd, IV, 161; Cehşiyârî, el-Vüzerâʾ ve’l-küttâb, s. 12; Kindî, el-Vülât ve’l-ḳuḍât, s. 386, 389, 394, 420, 421, 422, 428, 436, 549; Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 484-485, 535; Muhammed b. Hâris el-Huşenî, Ḳuḍâtü Ḳurṭubâ (nşr. İzzet Attâr el-Hüseynî), Kahire 1372, s. 115, 134, 168; İbnü’l-Faradî, Târîḫu’l-ʿulemâʾ ve’r-ruvât li’l-ʿilm bi’l-Endelüs, Kahire 1408/1988, I, 17, 24, 28; Mâverdî, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye, Kahire 1909, s. 59, 67; a.mlf., Edebü’l-ḳāḍî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1392/1972, II, 56-57; Ebû Ya‘lâ el-Ferrâ, el-Aḥkâmü’s-sulṭâniyye (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Kahire 1357/1938, s. 49-50, 60; Şîrâzî, el-Müheẕẕeb, II, 294; a.mlf., Ṭabaḳātü’l-fuḳahâʾ, Bağdad 1356, s. 29; Serahsî, el-Mebsûṭ, XVI, 92; XXX, 167-209; Sadrüşşehîd, Şerḥu Edebi’l-ḳādî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1397-98/1977-78, III, 105; IV, 72-73, 405; Ebû Bekir İbnü’l-Arabî, Aḥḳâmü’l-Ḳurʾân (nşr. Ali M. el-Bicâvî), Kahire 1394/1974, I, 256; İbn Beşküvâl, eṣ-Ṣıla, I, 22, 43, 133, 139, 259, 263, 266, 294, 340, 544; V, 515; Kâsânî, Bedâʾiʿ, VI, 272, 273; İbn Kudâme, el-Muġnî, IX, 73, 75, 155-160; İbn Ebü’d-Dem, Edebü’l-ḳażâʾ (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1404/1984, I, 329-330; II, 184; İbnü’l-Ebbâr, et-Tekmile (nşr. İzzet Attâr el-Hüseynî), Kahire 1955, II, 492, 519, 537, 544, 600, 665, 688; Şehâbeddin el-Karâfî, eẕ-Ẕaḫîre (nşr. Muhammed Bû Hubze), Beyrut 1994, X, 152-153, 375, 376, 400, 401, 406; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, IX, 1-6; Osman b. Ali ez-Zeylaî, Tebyînü’l-ḥaḳāʾiḳ, Bulak 1314, IV, 207, 214; Necmeddin İbrâhim b. Ali et-Tarsûsî, el-İʿlâm bi-muṣṭalaḥi’ş-şühûd ve’l-ḥükkâm, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed, nr. 119, vr. 1a, 20a; İbnü’l-Hatîb, el-İḥâṭa, I, 186-188, 208; Nübâhî, Târîḫu ḳuḍâti’l-Endelüs (nşr. E. Lévi-Provençal), Kahire 1948, s. 48, 142, 146; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, I, 44, 248, 282-285; İbn Haldûn, Muḳaddime, Kahire, ts., s. 224-226; Kalkaşendî, Ṣubḥu’l-aʿşâ, I, 63; III, 455, 462, 464; IV, 63; XII, 400, 401, 475, 487; Alâeddin et-Tarablusî, Muʿînü’l-ḥükkâm, Kahire 1393/1973, s. 22, 93; İbn Hacer, el-İṣâbe, Calcutta 1886, I, 297; II, 1186; a.mlf., Refʿu’l-iṣr ʿan Ḳuḍâti Mıṣr (Kindî, el-Vülât ve’l-ḳuḍât içinde), s. 587, 590, 610; İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr, V, 462; VI, 19; Mevvâk, et-Tâc ve’l-iklîl, Beyrut, ts. (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye), VIII, 233-234; Süyûtî, Târîḫu’l-ḫulefâʾ, Kahire 1305, s. 462; a.mlf., Cevâhirü’l-ʿuḳūd, [baskı yeri ve tarihi yok], II, 296; Şemseddin İbn Tolun, Ḳuḍâtü Dımaşḳ (nşr. Selâhaddin el-Müneccid), Dımaşk 1956, s. 127-128; İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc, Kahire 1315, I, 33; X, 133, 150, 156, 267-269; Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, IV, 390, 402, 450; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Beyrut 1404/1984, VIII, 251; Bosnevî Ali Dede, Muḥâḍarâtü’l-evâʾil ve müsâmerâtü’l-evâḫir, Bulak 1300, s. 64; Makkarî, Nefḥu’ṭ-ṭîb (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Kahire 1367/1949, IV, 201; Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ, VI, 367; Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1046; Abdurrahman Şeyhîzâde, Mecmaʿu’l-enhur, İstanbul 1287, II, 183-184; el-Fetâva’l-Hindiyye, III, 28; IV, 166, 522, 528-529; VI, 386; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), VII, 148; Ali b. Ahmed el-Adevî, Ḥâşiye (Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl içinde), VII, 148; Ahmed b. Muhammed es-Sâvî, Bulġatü’s-sâlik li-Aḳrabi’l-mesâlik, Ebûzabi 1989, IV, 203; İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, V, 435-437; VI, 92; Ziyâeddin Efendi, Sakk-i Cedîd: Câmiu envâri’s-sukûk ve lâmiu’z-ziyâ li-zevi’ş-şükûk, İstanbul 1284, s. 5-10; Düstur, Birinci tertip, İstanbul 1296, IV, 355-361; V (1938), s. 165; Mecelle, md. 292, 1738, 1821; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1330, IV, 757; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 273, 276; İ. Hakkı Sunal – Nurettin Gürsel, Noterlik Mevzuatı ve Tatbikatı, Ankara 1953, s. 5-9; E. Tyan, Le notariat et le régime de la preuve par écrit dans la pratique du droit musulman, Harissa-Liban, ts., s. 13-40; Sabri Şakir Ansay, Hukuk Yargılama Usulleri, Ankara 1960, s. 72-73; Ahmed Bekir, Histoire de l’École Mâlikite en Orient jusqu’à a la fin du moyen age, Tunus 1962, s. 168-193; Mez, el-Ḥaḍâretü’l-İslâmiyye, I, 422; Cevâd Ali, el-Mufaṣṣal, V, 523; Ruhi Özcan, el-Ḥâvî fî şürûṭi’ṭ-Ṭaḥâvî (yüksek lisans tezi, 1972), Câmiatü Bağdâd, s. 15, 39,183-200; Hacvî, el-Fikrü’s-sâmî, I, 211; J. Schacht, İslam Hukukuna Giriş (trc. Mehmet Dağ – Abdülkadir Şener), Ankara 1977, s. 91, 199, 259-262; Zâfir el-Kāsımî, Niẓâmü’l-ḥükm fi’ş-şerîʿa ve’t-târîḫi’l-İslâmî, Beyrut 1407/1987, II, 351-374, 395-406, 427-435; M. Mustafa el-A‘zâmî, Küttâbü’n-nebî, Riyad 1401/1981, s. 1 vd.; İsâm Muhammed Şebârû, el-Ḳażâʾ ve’l-ḳuḍât fi’l-İslâm: el-ʿAṣrü’l-ʿAbbâsî, Beyrut 1983, s. 45-46; M. Hamîdullah, el-Ves̱âʾiḳu’s-siyâsiyye, Beyrut 1405/1985, s. 23, 27, 300, 307; Münîr el-Aclânî, ʿAbḳariyyetü’l-İslâm fî uṣûli’l-ḥükm, Beyrut 1985, s. 363-365; Emin Hacı, “Fatımî Mısırı’nda Adalet Kurumları”, Sosyal ve Tarihî Bağlamı İçinde İslâm Hukuku (haz. Aziz el-Azme, trc. Fethi Gedikli), İstanbul 1992, s. 255-257; Ali el-Mehâmid, ʿAdâletü’ş-şâhid fi’l-ḳażâʾi’l-İslâmî, Beyrut 1995, s. 47-60; Muhammed ez-Zühaylî, Târîḫu’l-ḳażaʾ fi’l-İslâm, Dımaşk-Beyrut 1415/1995, s. 248, 252, 267-268, 367, 404; Cl. Cahen, “A propos des Shuhūd”, St.I, XXXI (1970), s. 71-79; Halit Ünal, “Şurut-Sükuk İslam Hukukunda Belge Tanzimi”, Diyanet Dergisi, XXII/3, Ankara 1986, s. 25-31; W. Heffening, “Şâhid”, İA, XI, 282; “Sak”, Mv.F, XXVII, 47-48.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2007 yılında İstanbul’da basılan 33. cildinde, 210-213 numaralı sayfalarda yer almıştır.