RIZÂ

Hukukî işlemlerde iç iradeyi veya irade açıklamasının unsurlarından olan hukukî sonuca erişme iradesini ifade eden fıkıh terimi.

Müellif:

Sözlükte “hoşnut ve memnun olmak, muvafakat etmek; istemek” anlamlarına gelen rızâ, fıkıhta hukukî işlemin temelini oluşturan iradenin belirlenmesinde özel öneme sahip bir kavramdır. Kur’ân-ı Kerîm’de ve hadislerde aynı kökten türemiş kelimeler sözlük anlamlarında sıkça geçmekle birlikte hukukî işlemler bağlamında kullanımları sınırlıdır. Kur’an’da rızâ kelimesi yer almaz; ancak karşılıklı rızâya dayalı ticaretin meşrû kazanç yolu olduğu belirtilirken (en-Nisâ 4/29) ve çocuğun sütten kesilmesi konusunda eşlerin anlaşmasından söz edilirken (el-Bakara 2/233) “terâdî” kelimesi kullanılmıştır. Hadislerde rızâ geçmekle beraber “hukukî işlemde irade beyanı” mânasında kullanımı nâdirdir (meselâ bk. Buhârî, “Nikâḥ”, 41); terâdî şeklindeki kullanımın örneklerine ise birçok hadiste rastlanır (meselâ bk. Ebû Dâvûd, “Büyûʿ”, 53). Başka deliller yanında özellikle terâdî kavramını içeren âyet ve hadislerden hareketle fakihler, tarafların rızâsını sözleşmenin vazgeçilmez gereklerinden saydıkları gibi genel olarak hukukî işlemlerin temelini rızânın oluşturduğu ilkesini benimsemişlerdir. Bununla birlikte iç iradeyi ifade etmek üzere kullanılan ihtiyar ve rızâ kavramlarının birbiriyle ilişkisi konusundaki görüş ayrılığı sebebiyle rızâyı farklı şekillerde tanımlamışlardır.

Hanefîler’in dışındaki çoğunluğa göre rızâ ve ihtiyar kelimeleri eş anlamlı olup hukukî işlemi gerçekleştirmede kullanılan sözleri doğuracağı sonuçları arzu ederek söyleme kastını ifade eder (Vahîdüddin Sevvâr, s. 453; Ali el-Hafîf, s. 313). Dolayısıyla bu grupta yer alan İslâm hukukçuları rızâ ile iç iradeyi bir bütün olarak kastetmiş olmaktadır. Hanefîler ise ihtiyar ve rızânın iç iradeyi meydana getiren iki ayrı unsur olduğu görüşündedir. Sözlükte “kişinin, objektif ölçütlere göre iyi (hayır) olan veya kendisinin iyi gördüğü bir şeyi tercih etmesi” anlamına gelen ihtiyâr kelimesi, terim olarak “kişinin gücü dahilinde olup varlık ve yokluk ihtimallerine açık bulunan bir şeyde bu iki ihtimalden birini diğerine tercih etmesi” şeklinde tarif edilmiştir (Abdülazîz el-Buhârî, IV, 383). Tercihin edâ ehliyetine sahip bir kişi tarafından baskı (ikrah) altında olmaksızın yapılması halinde ihtiyar sağlam (sahih), baskı altında iki zarardan daha hafif olana katlanmak için yapılması durumunda sakattır (fâsid). Fayda ve zarar değerlendirmesine dayalı bir tercih ancak akılla yapılabileceği için akıl hastasının, bu melekesi yeteri kadar gelişmemiş durumda bulunan gayri mümeyyiz küçüğün, sarhoş olduğu için aklını kullanamayacak halde bulunan ergin kişinin tercihi hukukî değer taşımayan (bâtıl) bir ihtiyar kabul edilmiştir. Rızâ ise “ihtiyarın -yüzde gülümseme belirmesi gibi- etkileri dışa yansıyacak biçimde en üst seviyeye ulaşmış şekli” diye tanımlanmıştır (a.g.e., IV, 382).

Günümüz hukuk incelemelerinde irade açıklamasının analiziyle ilgili olarak kullanılan kavramlarla ifade edilecek olursa Hanefî fakihlerinin ihtiyar ile, hukukî işlem kurmaya yönelik beyanda bulunma iradesini, rızâ ile de hukukî sonuca erişme iradesini kastettikleri anlaşılır (Vahîdüddin Sevvâr, s. 443; Ali el-Hafîf, s. 316). Hanefîler’e göre iç iradenin temel unsuru ihtiyar olup rızâ onun uzantısı ve tamamlayıcısıdır. Dolayısıyla bazan ihtiyar bulunduğu halde rızâ bulunmayabilir ve hukukî işlem varlık kazanabilir. Nitekim ilgili naslarda nikâh, talâk vb. hukukî tasarruflarda ciddi olup olmadığına bakılmaksızın sadece irade beyanı (el-Muvaṭṭaʾ, “Nikâḥ”, 56; Ebû Dâvûd, “Ṭalâḳ”, 9; Tirmizî, “Ṭalâḳ”, 9; İbn Mâce, “Ṭalâḳ”, 13), satım vb. akidlerde ise rızâ (terâdî, en-Nisâ 4/29) esas alınarak hukukî sonuç bağlanmıştır. Bu da iç iradeyi meydana getiren ihtiyar ve rızânın birbirinden ayrılabilecek nitelikte unsurlar olduğunu göstermektedir. Ciddiye alınmayacağı düşüncesiyle beyanda bulunan kişide ihtiyar bulunduğu halde rızâ yoktur. Zira o isteyerek hukukî sonuç doğuracak bir beyanda bulunmuş, fakat bu beyanının hukukî sonuçlar doğurmasını arzu etmemiştir.

İç iradeyi ihtiyar ve rızâ ayırımına tâbi tutmaları sebebiyle Hanefîler’in cumhurdan ayrıldığı başlıca hususlar şöylece özetlenebilir: A) Hukukî işlemleri feshedilebilenler ve feshedilemeyenler şeklinde iki gruba ayırırlar. 1. Feshedilebilen işlemler, latife beyanı ile (hezl) sahih bir şekilde kurulamayan ve kurulduktan sonra ikāle veya fesih yoluyla ortadan kaldırılabilen satım, kira, hizmet, sulh, müzâraa, müsâkāt gibi iki tarafa malî nitelikte borç yükleyen akidlerdir (muâvaza akidleri). Hanefî hukukçularının çoğunluğuna göre rızâ bu tür akidlerin sıhhat şartı olup rızânın bulunmaması akdi fâsid kılar. Ancak bu sebeple fâsid sayılan akidle başka sebeplerden dolayı fâsid akid arasında bazı farklar vardır. a) Böyle bir akid rızâsı olmayan tarafın daha sonra icâzet vermesiyle sahihe dönüşebilir. Çünkü fesad kul hakkına riayet edilmemesinden kaynaklanmaktadır. Başka bir sebeple fâsid olan akidde ise fesad hukuk düzeninin gereklerine aykırılıktan doğduğu için sonradan verilecek muvafakat akdi sahih hale getirmez. b) Satıcının rızâsı olmadan (ikrah altında) yapılan satım sözleşmesinin ardından alıcının akid konusu mal üzerinde feshi kabil başka işlem yapması satıcının fesih hakkını düşürmez; fakat rızâ yokluğundan kaynaklanmayan fesad durumunda satıcının fesih hakkı düşer. Hanefî fakihi Züfer b. Hüzeyl rızâsız olarak yapılan feshi kabil hukukî işlemleri mevkuf saymakta, çağdaş hukukçulardan Abdürezzâk es-Senhûrî ve Mustafa Ahmed Zerkā da bu görüşü tercih etmektedir. 2. Feshedilemeyen işlemler, kurulduktan sonra ilgili taraf yahut tarafların isteğiyle geçmişe etkisi ortadan kaldırılamayan nikâh, talâk, ric‘at, i‘tâk, tedbir, yemin, zıhâr, nezir, kısası affetme, îlâ gibi hukukî muamelelerdir. Bir kısmı kamu düzeniyle ilgili sayıldığı veya önemine vurgu yapılmak istendiği, bazıları ise İslâm’ın teşvik ettiği fiiller arasında yer aldığı için latife beyanıyla da yapılsa bu tür işlemler hukukî sonuçlarını doğurur. Bu tür işlemlerin hukukî sonuçlarını sebeplerinden ayırmak mümkün olmadığından beyan sahibi beyanının hukukî sonuçlarını istemediğini ileri süremez (ayrıca bk. HEZL).

B) İhtiyarı bütün hukukî işlemlerin in‘ikad şartı, rızâyı ise bazılarının sıhhat şartı sayarlar. İhtiyarın yokluğu butlân sonucunu doğurduğundan irade beyanları ihtiyarı yansıtmayan akıl hastası ve gayri mümeyyiz küçüğün feshedilebilen türden olsun olmasın bütün hukukî işlemleri bâtıldır. İhtiyarın bulunup rızânın bulunmaması halinde işlem feshedilebilen türdense fâsid, değilse sahihtir. Cumhura göre ise ihtiyar ve rızâ iki ayrı unsur sayılmadığından Hanefîler’in bu kavramlarla ifade ettikleri iç iradenin bulunmaması durumunda tek müeyyide butlândır.

C) Rızâya ihtiyara göre ikinci derecede bir rol tanıdıkları için iki taraflı bir hukukî işlem olan satım sözleşmesini tanımlarken genellikle “karşılıklı rızâ” kaydına yer vermezler. Bu tutumun, mükrehin hukukî işlemleri hakkında Hanefî imamlarından nakledilen bazı görüşleri dikkate almaktan kaynaklandığı anlaşılmaktadır.

Beyan edilen bir iradenin hukukî sonuç doğurabilmesi, beyanda bulunanın işlem ehliyetine sahip olması ve iç irade ile beyan arasında uygunluk bulunması şartlarına bağlıdır. Eğer aralarında uygunluk yoksa irade/rızâ sakatlanmış demektir. Rızâyı sakatlayan etkenler Türk hukuk literatüründe “irade veya rızâ fesadı”, günümüz İslâm hukuku literatüründe “uyûbü’r-rızâ, şevâibü’r-rızâ, uyûbü’l-irâde, uyûbü’l-akd” şeklinde anılmaktadır.

İradenin oluşumu sürecinde meydana gelen etkenlerden dolayı rızâ sakatlanmışsa beyan sahibinin iç dünyasında biri gerçek, diğeri sakatlanmış olmak üzere iki irade bulunur. Bu durumda beyan sadece sakatlanmış iradeye uyar, gerçek iradeye uymaz. Bu uyumsuzluk sakatlanmış irade ile beyan arasında değil saklı kalmış gerçek irade ile beyan arasındadır. Sakatlanmış irade gerçek irade ile beyan arasına girerek dış dünyaya yansımasına engel olmuş ve gerçek irade ile beyan arasında kasıtsız bir uyumsuzluk meydana gelmiş olur (Vahîdüddin Sevvâr, s. 441). Rızâyı sakatlayan sebepler yanılma, yanıltılma ve korkutularak baskı altına alınma şeklinde üç noktada toplanabilir; günümüz İslâm hukuku incelemelerinde bunlar genellikle galat, tedlîs ve ikrah başlıkları altında ele alınmaktadır. Zerkā’nın bunlara “ihtilâlü’t-tenfîz”in (gereği gibi ifayı engelleyen durumlar) ilâve edilmesi yönündeki önerisi ise kabul görmemiştir; zira bu, iradenin oluşma sürecinde değil iradenin sağlam bir şekilde doğup akdin kurulmasından sonra ortaya çıkan ve geriye dönük olarak rızâyı etkileyen bir sebeptir (bk. GALAT; İKRAH; TAĞRÎR).

Rızânın sakatlanmasından dolayı iç irade ile irade beyanı arasında uyumsuzluk bulunması durumunda gerçek irade ile beyandan hangisinin dikkate alınacağı konusu hukukun önemli probleminden biridir. Sübjektif teori diye bilinen yaklaşıma göre beyan sahibinin gerçek iradesi dikkate alınıp bu iradeye uymayan beyanı geçersiz sayılır. Hukukun nihaî amacı olan adalet ilkesinin gereği budur. Objektif teorinin önerdiği çözüm ise gerçek iradeye uymasa da beyanın dikkate alınmasıdır. Bu çözüm şekli yine hukukun amaçlarından olan hukuk güvenliği ilkesine dayanır. Çünkü hukukî işlemlerde rastlantı ve keyfîliğin önlenerek istikrarın sağlanması hukuk güvenliğine bağlıdır. İradenin dikkate alınması halinde adaletin yararına hukukî işlemlerin istikrarından tâviz verilirken beyanın dikkate alınması durumunda hukukî işlemin istikrarı sağlanmış, fakat adalet ilkesinden tâviz verilmiş olmaktadır. Hukukun niteliği gereği bunlardan birinin yararına diğerinden tamamıyla vazgeçmek ve bu sebeple sözü edilen ilkeler arasındaki çelişkiyi tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir (bk. AMEL; İRADE; İRADE BEYANI).

BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “rḍy” md.; Kāmûs-ı Türkî, s. 665; Ebû Hilâl el-Askerî, el-Furûḳu’l-luġaviyye, Kahire, ts., s. 101; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, Karaçi, ts., IV, 357-396; Serahsî, el-Mebsûṭ, XXIV, 38-87; Kâsânî, Bedâʾiʿ, VII, 186-189; İbn Rüşd, Bidâyetü’l-müctehid, Beyrut 1973, III, 108; Ebü’l-Berekât en-Nesefî, Keşfü’l-esrâr, Beyrut 1406/1986, II, 297-310; İbn Kayyim el-Cevziyye, İʿlâmü’l-muvaḳḳıʿîn (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Beyrut 1973, III, 108, 126; Teftâzânî, Şerḥu’t-Telvîḥ, Kahire 1377/1957, II, 195-196; İbnü’l-Hümâm, Fetḥu’l-ḳadîr (Bulak), V, 74; Şemseddin er-Remlî, Nihâyetü’l-muḥtâc, Kahire 1386/1967, VI, 443; Muhammed b. Abdullah el-Haraşî, Şerḥu Muḫtaṣarı Ḫalîl, Beyrut, ts. (Dâru Sâdır), V, 9; Subhî Mahmesânî, en-Naẓariyyetü’l-ʿâmme li’l-mûcebât ve’l-ʿuḳūd, Beyrut 1948, II, 164-199; Vahîdüddin Sevvâr, et-Taʿbîr ʿani’l-irâde fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Kahire 1960, s. 412, 426, 441-453; Mustafa Ahmed ez-Zerkā, el-Fıḳhü’l-İslâmî fî s̱evbihi’l-cedîd, Dımaşk 1965, I, 366-379, 385-386, 390-400; Muhammed el-Hudarî, Uṣûlü’l-fıḳh, Kahire 1389/1969, s. 89-101; Abdürrezzâk Ahmed es-Senhûrî, Meṣâdirü’l-ḥaḳ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut, ts. (Dârü’l-fikr), II, 104-126, 149, 151-155, 165, 183; IV, 172-177; Ali el-Hafîf, Aḥkâmü’l-muʿâmelâti’ş-şerʿiyye, [baskı yeri ve tarihi yok] (Dârü’l-fikri’l-Arabî), s. 313, 316, 321; Hasan Subhî, “er-Rıżâ ve ʿuyûbüh”, el-Fıḳhü’l-İslâmî esâsü’t-teşrîʿ, [baskı yeri yok] 1971, s. 299-319; M. Ebû Zehre, el-Milkiyye ve naẓariyyetü’l-ʿaḳd fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Kahire 1977, s. 199-202, 412-421; Neş’et İbrâhim ed-Düreynî, et-Terâḍî fî ʿuḳūdi’l-mübâdelâti’l-mâliyye, Cidde 1402/1982; M. Mustafa Şelebî, el-Medḫal fi’t-taʿrîf bi’l-fıḳhi’l-İslâmî, Beyrut 1403/1983, s. 451-475; Muhammed Âl-i Bahrülulûm, ʿUyûbü’l-irâde fi’ş-şerîʿati’l-İslâmiyye, Beyrut 1984; Ali Muhyiddin el-Karadâğî, Mebdeʾü’r-rıżâ fi’l-ʿuḳūd, Beyrut 1406/1985, I, 204-210, 601-602, 610, 631, 633-641, 798-800; Zekiyyüddin Şa‘bân, İslâm Hukuk İlminin Esasları (trc. İbrahim Kâfi Dönmez), Ankara 2004, s. 302-306; “Rıżâ”, Mv.F, XXII, 227-237.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2008 yılında İstanbul’da basılan 35. cildinde, 57-59 numaralı sayfalarda yer almıştır.