Zamanı, mekânı, olayları ve kişileriyle gerçek hayata ve kurguya dayanan, çok çeşitli anlatım tekniklerinin kullanıldığı edebî eser türü.
Bölümler İçin Önizleme
1/3Müellif: M. ORHAN OKAY, ALİM KAHRAMANBölüme Git
Fransa’da “bilim dili Latince’nin karşılığında gelişen halk dili” mânasındaki roman kelimesi önceleri bu dille yazılan hikâyelere ve ilkel roman örnek…
2/3Müellif: RAHMİ ERBölüme Git
ARAP EDEBİYATI. Arap edebiyatında roman rivâye, roman yazarı râvî, kâtibü’r-rivâye ifadeleriyle karşılanmıştır. Bu anlamda rivâye kelimesinin ilk defa…
3/3Müellif: KAAN DİLEKBölüme Git
FARS EDEBİYATI. Fars edebiyatında Batı tarzında roman anlayışı ilk defa XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. İran’da önce seyahatnâme ve k…
Fransa’da “bilim dili Latince’nin karşılığında gelişen halk dili” mânasındaki roman kelimesi önceleri bu dille yazılan hikâyelere ve ilkel roman örneklerine ad olmuş, zamanla Batı dillerince benimsenmiştir. Menşeinin destanlara dayandığı ileri sürülen roman türü Avrupa’da doğmuş, hatta bir dönemin hikâyeleri de roman telakki edilmiştir. Roman denilebilecek ilk edebî ürünler üzerinde ihtilâf olmakla beraber bu türün İspanyol yazarı Cervantes’in Donkişot’undan itibaren (XVII. yüzyıl başları) geliştiği ve XIX. yüzyılda zirveye ulaştığı kabul edilir. Romantizm, realizm, sembolizm, sezgicilik, egzistansiyalizm, psikanalizm gibi estetik, felsefe ve psikoloji doktrinlerinin etkisiyle günümüze uzanan bu gelişmeyle konu, yapı ve anlatım teknikleri bakımından pek çok roman çeşidi ortaya çıkmıştır.
Türk edebiyatında aşk ve tasavvuf mesnevileriyle mensur halk hikâyelerini kısmen roman olarak değerlendirenler varsa da bunlar özel türler içinde farklı metinlerdir. IV. Murad döneminde (1623-1640) yazılan bazı “kitâbî, mensur, realist İstanbul halk hikâyeleri” ile XVIII. yüzyılın sonlarına doğru kaleme alınan Muhayyelât-ı Aziz Efendi gibi metinler geleneksel anlatı türünün romana yönelmiş halidir. Terim ve kavram açısından Batılı bir tür olan roman ise Türk edebiyatında Batılılaşma hareketlerinin neticesinde ortaya çıkmıştır (bk. HİKÂYE [Halk Edebiyatı, Divan Edebiyatı]). Bununla beraber Tanzimat sonrası ilk Türk roman/hikâye örneklerinde geleneksel anlatı türlerinin izleri uzun zaman kendini hissettirmiştir. Tür ve terim olarak roman ve hikâye kavramlarının birbiri yerine kullanılması Sâmipaşazâde Sezâi’nin ilk küçük hikâye denemelerine (Küçük Şeyler) veya Edebiyât-ı Cedîde romanının ortaya çıkışına kadar sürer.
Yakın yıllarda farkına varılan, Vartan Paşa’nın Ermeni alfabesiyle Akabi Hikâyesi (1851) ve Evangelis Misailidis’in Grek alfabesiyle Temâşa-i Dünyâ ve Cefâkâr u Çilekeş (1871-1872) adlı eserlerini bu türün Türkçe’deki ilk örnekleri olarak görenler olmuştur. Ancak bu eserlerin Osmanlı okuyucusu ve yazarlarından nasıl bir ilgi gördüğü, yazıldıkları dönemlerde okunup okunmadıkları ve Türk romanının gelişmesindeki rolleri hakkında bilgi bulunmamakta ve bunların dar bir azınlık çerçevesinde kaldığı anlaşılmaktadır. Bu arada dönemin okuyucusuna roman türünün ilk örneklerini sunan birkaç çeviri, Yûsuf Kâmil Paşa’nın 1862’de Fénelon’dan tercüme ettiği Tercüme-i Telemak, Münif Paşa’nın aynı yıl Victor Hugo’dan çevirdiği Mağdûrîn Hikâyesi, Ahmed Lutfi’nin 1864’te Daniel de Foe’nun eserinin Arapça’sından tercüme ettiği Tercüme-i Hikâye-i Robenson, Memduh Paşa’nın 1868’de Alphonse de Lamartine’den çevirdiği Tercüme-i Hikâye-i Jöneviev, Recâizâde Mahmud Ekrem’in 1869’da Chateaubriand’dan tercüme ettiği Atala yahut Amerika Vahşileri ve Teodor Kasab’ın 1871’de Alexandre Dumas’dan çevirdiği Monte Kristo ayrıca dikkate alınmalıdır. Bu çevirilerin Türk romanının oluşumuna konu ve tema genişlemesi, eski inşâ tarzının kısa cümlelerle konuşma diline yaklaşması (Okay, s. 87-128) ve Türk okuyucusuna başka bir açıdan roman okuma alışkanlığı kazandırması bakımından katkıları olmuştur (Tanpınar, s. 264-265).
Bu şartlar dikkate alındığında Türk roman/hikâye türünün ilk örneklerinin Ahmed Midhat’ın “Letâif-i Rivâyât” dizisindeki ilk uzun hikâyeleriyle (1870 ve sonrası) Nâmık Kemal’in İntibah’ının yayım tarihi (1876) arasındaki zaman diliminde ortaya çıktığı söylenebilir. Bu yıllarda Ahmed Midhat’ın on iki uzun hikâyesiyle altı romanı yayımlanmıştır. Emin Nihad’ın yedi uzun hikâyeyi ihtiva eden Müsâmeretnâme’si (1872-1875) ve Şemseddin Sâmi’nin Taaşşuk-ı Talʿat ve Fitnat’ı da (1872) aynı dönemin ürünleridir. Bunların ortak özellikleri anlatım tekniği bakımından halk hikâyesiyle meddah geleneğinin izlerini taşıması, konu bakımından hissî gönül maceraları dışında evlilik, kadın, kölelik, eğitim ve Batı ile karşılaşma döneminin sosyal problemlerinin vurgulanmasıdır. İntibah ise öncekilere göre şairane bir roman dili arama yolunda daha itinalı ve özentili oluşu, Fransız romantik edebiyatının etkisi ve yer yer psikolojik tahlilleriyle halk hikâyesi ve Avrupaî roman arasında bir yer tutar.
İntibah’tan sonra Türk romanının ikinci hamlesi Edebiyât-ı Cedîde hareketiyle gerçekleşmiştir. Bu arada geçen yirmi yılın (1876-1896) romancılığını büyük çapta Ahmed Midhat Efendi’nin devam ettirdiği görülür. Bu yıllar arasında “Letâif-i Rivâyât” dizisinden on yedi uzun hikâyesi yanında yirmi beş romanı yayımlanan Ahmed Midhat Efendi’nin bu eserleri, genelde Tanzimat devrine has Doğu-Batı medeniyetleri çatışması çerçevesinde birtakım sosyal meselelerle tahlilden ziyade olay ve entrikaların bolluğuna, okuyucuda merak uyandırmaya ve eğlendirirken öğretmeye dayanan macera, seyahat ve fen romanlarından ibarettir. Bunlar arasında natüralist olma iddiası taşıyan Müşâhedât (1891) yakın yıllarda teknik özelliğiyle de tenkitçilerin dikkatini çekmiştir. Ahmed Midhat’ın romanları ile Nâmık Kemal’in romantiklerin etkisindeki tarihî romanı Cezmi (1880-1883) dışında Vecîhî, Mehmed Celâl, Mizancı Murad, Fatma Aliye gibi roman vadisinde daha az bilinen yazarların eserleri hissî, romanesk konuları devam ettirmiştir. Ahmed Râsim de aynı yıllarda Ahmed Midhat Efendi’nin izinde bir halk romancısı olarak görülür. Bu arada romantizmden realist romana geçişin ilk ürünleri arasında Nâbizâde Nâzım’ın Zehra’sı (1876) ve ilk natüralist uzun hikâye denemesi Karabibik’i (1890), Sâmipaşazâde Sezâi’nin Sergüzeşt’i (1888), Recâizâde Mahmud Ekrem’in Araba Sevdası (1896) roman yapısı, dili ve psikolojik tahlil denemeleriyle dönemin dikkati çeken eserleridir.
Roman dilinin kurulması, roman tekniği ve başarılı psikolojik tahlilleriyle Edebiyât-ı Cedîde, Türk romanı için önemli bir merhaledir. Birinci derecede Halit Ziya (Uşaklıgil) ve Mehmed Rauf’un temsil ettiği topluluğun diğer romancıları Hüseyin Cahit (Yalçın), Müftüoğlu Ahmed Hikmet ve Saffetî Ziya’dır. Önceki yazarların tesadüfî olarak romantikleri takip etmesine karşılık bunlar bilinçli şekilde Fransız realistlerini örnek alırlar. Mizaç bakımından hissî ve içe kapanık şahsiyetler olan Edebiyât-ı Cedîde yazarları bu özellikleriyle romanlarında hayalperest ve romantik kahramanların aşklarını, küçük ihtiraslarını realist bir roman tekniği ve üslûbuyla dile getirmek gibi bir ikilem içindedir. Önceki dönemin sosyal problemlerinin yerini dar mekânlarda aile içi ilişkiler ve kişilerin ferdî acıları almıştır. Halit Ziya’nın Mâi ve Siyah (1896), Aşk-ı Memnû (1899) ve Kırık Hayatlar’ı ile (1901) Mehmed Rauf’un Eylül’ü (1901) bu özelliklerin en iyi örnekleridir.
II. Meşrutiyet’le toplum hayatında görülen heyecan ve ideolojik tavır diğer edebî türler gibi romana da yansımıştır. Bu dönemde yayımlanmış 200’den fazla uzun hikâye veya romanın çoğu dönemin siyasî ve fikrî gruplarının tezlerini yansıtan, genel anlamıyla roman tekniği ve dil bakımından itinasız eserlerdir. Bunlar arasında bir veya iki roman yayımlayıp unutulmuş pek çok isim vardır. Dönemin kısa süreli bir edebiyat topluluğunu oluşturan Fecr-i Âtî mensuplarından Cemil Süleyman ve İzzet Melih’in romanları Edebiyât-ı Cedîde’nin devamı niteliğindedir.
1910-1923 kriz yıllarında Millî Edebiyat romanı öncekilere oranla dış dünyaya daha açık, içinde yaşadığı toplumun meselelerine yabancı kalmayan kahramanların romanı olmuştur. Mekân olarak şehir, kasaba ve köyleriyle Anadolu hem gerçekçi bir gayretle hem de bir memleket romantizmiyle romana girer. Sade Türkçe hareketlerinin etkisiyle kurulan bu akımın başlıca romanları Halide Edip’in (Adıvar) Yeni Turan (1913), Mev‘ud Hüküm (1918), Ateşten Gömlek (1923); Refik Halit’in (Karay) İstanbul’un İç Yüzü (1920); Yakup Kadri’nin (Karaosmanoğlu) Kiralık Konak (1922), Nur Baba (1922) ve Reşat Nuri’nin (Güntekin) Çalıkuşu’dur (1922). Bunlara Müftüoğlu Ahmet Hikmet, Müfide Ferid, Aka Gündüz ve Halide Nusret (Zorlutuna) gibi isimler de eklenebilir. Öte yandan II. Meşrutiyet sonrası Türk romanı bu iki akımın dışında kendi özelliklerini devam ettiren eserleriyle Edebiyât-ı Cedîde romancıları, Jön Türk’ü ile (1910) Ahmed Midhat Efendi, popüler eserleriyle onun izinden giden Hüseyin Rahmi (Gürpınar), ilk köy romanları arasında sayılan Küçük Paşa’sı ile (1910) Ebûbekir Hâzım sayılabilir.
Millî Edebiyat yazarları, özellikle Cumhuriyet’in ilk on yılında Mütareke ve savaş yıllarının sosyal meselelerini idealist bir memleket edebiyatı şeklinde işlemeye devam ederken Cumhuriyet devrimlerini de tez olarak ele almışlardır. Peyami Safa’nın Mahşer (1924), Sözde Kızlar (1925), Biz İnsanlar (tefrika 1937); Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Hüküm Gecesi (1927), Sodom ve Gomore (1928), Yaban (1932), Ankara (1934); Halide Edip Adıvar’ın Vurun Kahpeye (1926); Reşat Nuri Güntekin’in Yeşil Gece (1928) romanları bunlardandır. 1930’lu yıllardan itibaren romanın estetik kalitesinde ve anlatım tekniğinde gelişmeler görülür.
Peyami Safa’nın Dokuzuncu Hariciye Koğuşu’nun (1930) kurgusu, kişilerin olay, zaman ve mekânla uyumu, bilinç altı akışı ve özellikle başarılı psikolojik tahlillerle Türk romanında önemli bir merhale teşkil eder. Onu takip eden Fatih Harbiye (1931), Matmazel Noralya’nın Koltuğu (1949) ve Yalnızız’ın (1951) her biri roman tekniğindeki yeniliğiyle dikkatleri çekmeyi sürdürür. 1930’lu yıllarda Türk romanının tarihî seyri açısından öne çıkan bir başka gelişme romanların sosyal gerçekçi bir anlayışla yazılmasıdır. Anadolu’ya yönelen Millî Edebiyat dönemi yazarlarının ılımlı toplumsal eleştirilerinin yerini sert-gerçekçi bir yaklaşımın aldığı bu eserlerden Kuyucaklı Yusuf’ta (1937) Sabahattin Ali öncekilerden farklı olarak Doğu-Batı, eski-yeni zıtlığı yerine toplumsal yapının kendisinden doğan bir çatışma üzerine romanını kurmuştur. Edebî düzeyi düşük olmakla beraber Sadri Ertem, ucuz Avrupa malı dokumanın yerli malı dokuma tezgâhlarını ortadan kaldırışını anlattığı Çıkrıklar Durunca (1930) romanıyla, Reşat Enis Aygen işçilerin yaşamını, ağa-köylü çatışmasını veren romanlarıyla ve Suat Derviş bazı romanlarıyla bu dönemin toplumsal gerçekçi yazarları arasında yerini alır. Aynı yıllarda yayımlanan Ayaşlı ve Kiracıları’nda (1934) Memduh Şevket Esendal, Ankara’da yeni başlayan apartman hayatını, Cumhuriyet Ankarası’ndan toplumsal bir kesiti bürokrasiye eleştiri getirerek dikkat çekici bir gözlem ve dil başarısıyla sergiler. 1940’larda ilk eserlerini veren gerçekçi romancılar arasında I. Dünya Savaşı ile gelen ayrılık acısı, ölüm korkusu ve geçim sıkıntısını otobiyografik verilerden yola çıkarak Sınıf Arkadaşları’yla (İstanbul 1943) anlatan Cevdet Kudret Solok, bir Ege kasabasındaki insanın doğa ile savaşımını Bir Şehrin İki Kapısı’yla (1948) gerçekçi bir dille anlatan Samim Kocagöz ve Sarduvan’la (1944) Faik Baysal bulunmaktadır.
1930-1950 arasında, daha çok son dönem Osmanlı’sını süreç halinde ele alan ve dönemin bir kesiti üzerine olayları kuran romanlar yazılmıştır. Bunlardan Bir Varmış Bir Yokmuş (1933) ve Düşkünler’de (1938) Sadri Ertem, Tanzimat’la Cumhuriyet arasını antiemperyalist bakışla eleştirmekte, üst tabaka ailelerdeki ahlâkî çöküşe eğilerek o yılları kayıp dönem olarak değerlendirmektedir. Mithat Cemal Kuntay Üç İstanbul’da (1938) II. Abdülhamid, II. Meşrutiyet ve Mütareke dönemi İstanbul’unu panoramik tablolar halinde anlatır; dejenere olmuş insan ilişkilerini, köşkler ve yalılardaki hayatın görünmeyen yüzünü ortaya çıkarır. Halide Edip Sinekli Bakkal’da (1935) Osmanlı’nın son döneminin sosyal yapısı ile II. Abdülhamid devrinin panoramasını Doğu-Batı sorununu da içine alan bir çerçevede yansıtır.
Romanları 1940’lı yıllarda yayımlanmaya başlayan Abdülhak Şinasi Hisar eski zaman hayatını nostaljik olarak ele alır. Fahim Bey ve Biz (İstanbul 1941), Çamlıca’daki Eniştemiz (1944), Ali Nizamî Beyin Alafrangalığı ve Şeyhliği (İstanbul 1952), hâtıra tarzını anımsatan ve günlük hayatta sık rastlanmayan tipler etrafında gelişen, olaydan çok duygu, düşünce ve dil dokusuyla dikkat çeken eserlerdir. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın II. Meşrutiyet öncesi dönem üzerine kurulmuş Mahur Beste (1944’te Ülkü’de tefrika), Mütareke yıllarını anlatan Sahnenin Dışındakiler (1950’de Yeni İstanbul’da tefrika) ve II. Dünya Savaşı öncesi İstanbul’unda geçen olayları anlatan Huzur (1949) üçlemesi, ortaya koyduğu dönemsel süreklilik kadar birinden diğerine uzanan insan ilişkileri ve bazı ortak roman kişileriyle bir çeşit “nehir roman” yapılanmasını hatırlatır. Bu üç eserden Huzur’da kurgulama ve anlatım en gelişmiş halini bulur. Romanda, roman kişisinin hatırlayışlarına bağlı olarak bir günle sınırlı olan çerçeve zamanın içinden geçmişe gidiş ve dönüşlerle biçimlenen zengin ve karmaşık bir yapı ortaya çıkar. Romanın odağında yer alan Mümtaz ile Nuran’ın aşkı, bir medeniyet döneminin mimarlık, resim, hat ve müzik, oradan felsefî ve tasavvufî meselelere kadar uzanan zengin dünyasını da yüklenmiş derin bir iç deneyim olarak belirir.
Aynı dönemde geçmişe dönüş duyarlılığı dairesine dahil edilebilecek romancılardan biri de Nahit Sırrı Örik’tir. Sultan Hamid Düşerken’de (1957) olaylar II. Meşrutiyet’in ilânıyla Otuzbir Mart Olayı arasındaki süre içinde geçmektedir. Roman övgü ve yergiye kaçmadan dönemin üst kademedeki idarecilerinin ailelerinin yaşayış ve geleneklerini, II. Abdülhamid’in içine düştüğü trajediyi ince bir dikkat ve gözlem gücüyle anlatır. Kadıköyü’nün Romanı (1938) ve Ciğerdelen’le (1946) Safiye Erol, bir anı-roman olarak değerlendirilebilecek İbrahim Efendi Konağı ile (1964) Samiha Ayverdi aynı duyarlılık dairesi içinde yer alır. Sıcak bir insan sevgisinin yansıdığı romanlarında deniz sevgisi ve özlemini hümanist duyarlıkla birleştirerek anlatan Halikarnas Balıkçısı (Cevat Şakir Kabaağaçlı) ilk romanı Aganta Burina ve Burinata’yı 1946’da yayımlar.
Romanda Samim Kocagöz ve Kemal Bilbaşar’la (Denizin Çağrışı, 1943) sürüp gelen toplumsal gerçekçi çizgi, çıkışlarını 1950’li yıllarda yaptıkları söylenebilecek olan Orhan Kemal, Kemal Tahir ve Yaşar Kemal’le yeni bir aşamaya girer. Orhan Kemal Baba Evi (1949) ve Avare Yıllar’da (1950) çocukluk ve gençlik çevrelerinin yoksul insanlarını ele alır, Çukurova’da pamuk tarlalarında ve çırçır fabrikalarında çalışanların sorunlarına eğilir. Yaşar Kemal, Çukurova romanlarının ilki olan Teneke’de (1955) genç bir kaymakamın çeltik ağalarıyla giriştiği çatışmayı anlatırken aydının mücadele gücünü dile getirir. Bu yörede eşkıyanın ortaya çıkıp ağalara karşı halkı savunmasının hikâyesini de İnce Memed’de (I-II, 1955, 1969) geleneksel masal, efsane tem ve motiflerinden yararlanarak ortaya koyar. 1950’ler, Mahmut Makal’ın anı ve izlenimlerini öyküleştirdiği Bizim Köy’le (1950) başlayan, Köy Enstitüsü çıkışlı yazarların romanda gerçekçi köy edebiyatının ilk ürünlerini verdiği yıllardır. Talip Apaydın Sarı Traktör’de (1958) tarımın makineleşme sürecine girişiyle köylerdeki günlük hayat değişimini, Yarbükü’nde (1959) tarımda su sorununu ele alır. Fakir Baykurt Yılanların Öcü’nü (1959) köylü-muhtar çatışması üzerine kurar. Kemal Tahir ilk romanları Sağırdere (1955) ve Körduman’da (1957) bir köy delikanlısının iş bulma amacıyla gittiği şehirde ve bir süre sonra geri döndüğü köydeki yaşayışını anlatır. Orhan Kemal Murtaza (1952), Bereketli Topraklar Üzerinde (1954) ve Gurbet Kuşları’nda (İstanbul 1962) köyden şehre göç ve iş peşindeki insanın kente uyum çabasını ele alır. Necati Cumalı ilk romanı Tütün Zamanı’nda (1959) Urla’daki tütüncülerin yaşayışını, partilerin ilçedeki yöneticiler üzerindeki etkilerini, kan davası gibi sosyal problemleri bir aşk öyküsü etrafında toplar. 1950’li yıllarda Rıfat Ilgaz (Hababam Sınıfı, 1957; Pijamalılar, 1959) ve Aziz Nesin sorunlara mizah penceresinden bakan romanlarıyla görünürler.
1960’lı yılların başı bazıları tezli tarihsel romanların ortaya çıktığı dönemdir. İlhan Tarus Var Olmak (1957), Hükümet Meydanı (1959) ve Vatan Tutkusu’nda (1967) Millî Mücadele’yi iç ve dış düşmanlara karşı verilmiş bir savaş olarak ele alır. Tarık Buğra, Küçük Ağa’da (1963) toplum yazgısının kişilere bağlı geliştiğini esas alan bir perspektiften tarihî olayları romanlaştırır. Millî Mücadele’nin başlatılmasında din adamlarıyla eşraf, toprak ağası ve yöneticilerin halkla iş birliği yapmasının rolünü kurgusunun odağına yerleştirir. Kemal Tahir, Türk toplum yapısı ve insan unsurunun Batı’dan farklı olduğunun görülmesi gerektiğini savunmuş, Türk romancıları için bu farklılığı oluşturan özelliklerin incelenmesini şart olarak düşünmüş, yaptığı araştırmalarla elde ettiği bulgu ve tezlere dayandırdığı romanlar yazmıştır. Esir Şehrin İnsanları (1956), Esir Şehrin Mahpusu (1962), Yorgun Savaşçı (1965), Kurt Kanunu (1969) ve Yol Ayrımı (1971) gibi romanlarında belirli tarihsel dönemleri ele almıştır. Kemal Tahir Devlet Ana’da (1967), Tarık Buğra Osmancık’ta (1983) kendi tarih ve insan anlayışları içinde Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini anlatmaktadır.
Attila İlhan “Aynanın İçindekiler” dizisini oluşturan Bıçağın Ucu (1973), Sırtlan Payı (1974), Yaraya Tuz Basmak (1978), Dersaadet’te Sabah Ezanları (1981), O Karanlıkta Biz (1988) romanlarında 1900-1960 arası dönemin siyasal ve toplumsal olaylarını belgelere dayanarak kurgulamıştır. Hasan İzzettin Dinamo (Kutsal İsyan, I-VIII, 1966-1967), Erol Toy da (Toprak Acıkınca, 1968; Azap Ortakları, 1973) tezli tarihsel roman yazarları arasında yer alır.
Mustafa Necati Sepetçioğlu, Malazgirt’ten başlayarak Türk tarihini özünün millî olduğuna inandığı bir sanat anlayışına bağlı kalarak Kilit (1971), Anahtar (1972), Kapı (1973), Konak (1973), Çatı (1974) gibi başlıklarla belli bir akış içinde romanlaştırmış, Bahattin Özkişi sade bir dille yazdığı Köse Kadı (1974), Uçtaki Adam (1975) gibi tarihî romanlarıyla dikkati çekmiştir. Emine Işınsu (Azap Toprakları, 1969; Tutsak, 1975; Çiçekler Büyür, 1978), Sevinç Çokum (Bizim Diyar, 1978; Hilâl Görününce, 1984) gibi romancılar ise bazı romanlarında dış Türkler’i konu almıştır. Rasim Özdenören, tek romanı Gül Yetiştiren Adam’da (1979) yaşlı bir adamın Millî Mücadele dönemine bağlanan hikâyesiyle büyük şehirlerde yaşayan modern zamanların insanlarının bir Amerikan şehrine de uzanan hikâyesini sarmal bir yapı içinde yan yana getirmiştir.
1960’lı, 1970’li yılların romanları birden fazla toplumsal ve bireysel sorunun iç içe geçtiği bir yapı ortaya koymaktadır. Anadolu insanının büyük şehirlerdeki yerleşim problemini Muzaffer İzgü (Gecekondu, 1970), işçi olarak gittiği Almanya’daki sosyal ortam ve iş hayatına adapte olma sorunlarını, ortaya çıkan kimlik problemini Bekir Yıldız (Türkler Almanya’da, 1966), Adalet Ağaoğlu (Fikrimin İnce Gülü, 1976), Necati Tosuner (Sancı Sancı, 1977), Tarık Dursun K. (Kayabaşı Uygarlığının Yükselişi ve Birdenbire Çöküşü, 1980) gibi yazarlar romanlarına taşımıştır. 27 Mayıs 1960 İhtilâli’ni hazırlayan olaylar Vedat Türkali (Bir Gün Tek Başına, 1973), 1970’li yıllarda tırmanan öğrenci olayları ve arkadan gelen 12 Mart dönemi Melih Cevdet Anday (Gizli Emir, 1970), Çetin Altan (Büyük Gözaltı, 1972), Sevgi Soysal (Yenişehirde Bir Öğle Vakti, 1973; Şafak, 1975), Füruzan (47’liler, 1974), Erdal Öz (Yaralısın, 1974), Emine Işınsu (Sancı, 1974), Mustafa Miyasoğlu (Kaybolmuş Günler, 1975), Adalet Ağaoğlu (Bir Düğün Gecesi, 1979) gibi romancılarca kendi bakış açılarına göre ele alınmıştır. Abbas Sayar Yılkı Atı (1970), Ferit Edgü Kimse (1976) ve O (1977) romanlarıyla 1950’lerdeki şematik köy romancılığının dışına çıkmış, Edgü aydınla köylü arasında bir iletişim kurulabileceğini göstermek istemiştir. Türk romanının 1960-1980 arasındaki temel karakteristiği yeni konular ve sorunlarla anlatımda yeni imkânlara açılma olarak belirlenebilir. Köy ve kasaba odaklı romanlardan sonra bu dönemde büyük şehir odaklı yeni bir algının ortaya çıktığı, aydınlatıcı tutum yanında insanın iç dünyasına nüfuz etme çabalarının belirginlik kazandığı görülür. Topluma yönelik duyarlılıklarla iç içe, karmaşık ruhlu aydınların iç dünyası da geniş anlamda ifadesini bulur.
Daha 1950’li yıllarda yazdığı ilk romanlarında (Sokaktaki Adam, 1954; Zenciler Birbirine Benzemez, 1957) Attila İlhan’ın roman kişileri kendi ifadesiyle “neyi istemediğini bilen, fakat neyi istediğini bilmeyen” bunalımlı delikanlılardır. Yusuf Atılgan, ilk romanı Aylak Adam’da (1959) toplum değerlerini küçümseyen büyük şehirdeki tedirgin aydının amaçsız yaşamını ve giderek kendine yabancılaşmasını sergiler. Bu çizgi üzerinde yer alan romancılarda aile ve sosyal çevreden gelen baskıyla da bağlantılı ele alınan, derinlerdeki psikolojik bir sorun olarak cinselliğin yaygınca işlendiği görülür. Mehmet Seyda Ne Ekersen (1958), Yaş Ağaç (1958), Cinsel Oyun (1966) romanlarında gençlik çağlarında ortaya çıkan cinsel dengesizliklerin çocukluktaki kökenlerine inen sosyopsikolojik çözümlemeler yapar. Yusuf Atılgan’ın Ana Yurt Oteli (1973), Attila İlhan’ın birçok romanı, Selim İleri’nin Her Gece Bodrum (1976), Ölüm İlişkileri (1979) ve Cehennem Kraliçesi’nde (1980) bunalımlı aydın bazan saplantı haline gelen cinsel sorunların içinde görünür.
Bu dönemde büyük artış gösteren kadın romancılar, aydınların iç bunalımları ve toplumsal bağlantılarıyla birlikte kadın sorununu da ele alır. Nezihe Meriç Korsan Çıkmazı’nda (1961) kadının ataerkil ailedeki sıkışmışlığını anlatır. Sevgi Soysal Yürümek’te (1970) kadın sorununu evlilik kurumuna bağlı olarak, Füruzan 47’liler’de (1974) bir genç kızın aile ve toplum baskısına baş kaldırısını dile getirir. Pınar Kür’ün Yarın Yarın (1976), Asılacak Kadın (1977) gibi ilk romanlarının kahramanı aldığı eğitim sonucu yetiştiği çevreyle uyum sorunu yaşayan aydın kadındır.
Oğuz Atay Tutunamayanlar’da (I-II, 1971-1972) yalnızlık, yabancılık ve acı çeken, toplumdan kaçan, herhangi bir çevreye tutunamamış entelektüel insanın romanını yazmıştır. Kurduğu ironik ve eleştirici dil ve anlatımıyla Tutunamayanlar, Türk romanında 1990’lı yıllarda revaç bulacak postmodern anlatıyı haber veren eserdir.
1980 sonrasında Orhan Pamuk, Ahmet Altan, Latife Tekin, Mehmet Eroğlu, Elif Şafak Türk romancılığının öne çıkan belli başlı isimleri olmuştur. Bu dönemin romancıları arasında Şemsettin Ünlü, Tahsin Yücel, Bilge Karasu, Ayla Kutlu, Mehmet Niyazi Özdemir, Nazlı Eray, Durali Yılmaz, Mustafa Kutlu, Erendiz Atasü, İnci Aral, Enis Batur, Nedim Gürsel, Ali Haydar Haksal, Reha Çamuroğlu, Nazan Bekiroğlu, İhsan Oktay Anar, Ahmet Ümit, Hasan Ali Toptaş, Gürsel Korat, Fatma Barbarosoğlu, Sadık Yalsızuçanlar, Selma Fındıklı gibi isimler de bulunmaktadır.
Cumhuriyet Halk Partisi’nin 1942’de Sinekli Bakkal ile Halide Edip Adıvar’a, Fahim Bey ve Biz’le Abdülhak Şinasi Hisar’a, Yaban’la Yakup Kadri Karaosmanoğlu’na verdiği ilk roman ödüllerinden sonra Yunus Nadi, Orhan Kemal, Milliyet, Madaralı, Türkiye Yazarlar Birliği gibi nisbeten süreklilik gösteren roman ödüllerinin yanı sıra son yıllarda bazı belediye ve kuruluşların roman yarışmaları düzenlediği görülmektedir. Yurt dışında Yaşar Kemal bazı ödüller alırken 2006 yılında Orhan Pamuk’a “kentin melankolik ruhunun izlerini sürerken kültürlerin birbirleriyle çatışması ve örülmesi için yeni simgeler bulduğu” gerekçesiyle Nobel edebiyat ödülü verilmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Mustafa Nihat [Özön], Türkçe’de Roman Hakkında Bir Deneme, İstanbul 1936.
Ahmet Hamdi Tanpınar, XIX. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 2006, s. 263-273.
Tahir Alangu, Cumhuriyetten Sonra Hikâye ve Roman, İstanbul 1959-65, I-III.
Cevdet Kudret, Türk Edebiyatında Hikâye ve Roman, İstanbul 1965-73, I-III.
Olcay Önertoy, Cumhuriyet Dönemi Türk Roman ve Öyküsü, Ankara 1984.
R. P. Finn, Türk Romanı: İlk Dönem, 1872-1900 (trc. Tomris Uyar), İstanbul 1984.
Osman Gündüz, Meşrutiyet Romanında Yapı ve Tema, İstanbul 1997, I-II.
İnci Enginün, Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı, İstanbul 2001, s. 237-381.
a.mlf., “Roman”, TDEA, VII, 340-344.
Alemdar Yalçın, Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Çağdaş Türk Romanı (1946-2000), Ankara 2003.
Orhan Okay, Batılılaşma Devri Türk Edebiyatı, İstanbul 2005, s. 67-71, 87-128.
Türk Edebiyatı Tarihi (ed. Talât Sait Halman v.dğr.), Ankara 2006, IV, 213-431.
Hülya Argunşah, “Tanzimattan II. Meşrutiyet’e Türk Romanı”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, IV/8, İstanbul 2006, s. 23-100.
M. Fatih Andı, “Türk Edebiyatı’nda Roman: Cumhuriyet Devri”, a.e., IV/8 (2006), s. 165-201.
“Roman”, ML, X, 660-661.
Fethi Naci, “Roman”, CDTA, III, 611-619 (bazı temel kaynakların verildiği bu bibliyografyanın dışında Türk romanı hakkında roman tekniği, konular, temalar ve romanla ilgili problemler üzerine tez çalışmaları yapılmış, pek çok kitap ve makale, dergi özel sayıları ve antolojiler yayımlanmıştır; bu konuda oldukça ayrıntılı bir bibliyografya için bk. İlyas Dirin, “Roman Kaynakçası”, Hece [Türk Romanı özel sayısı], sy. 65-67, Ankara 2002, s. 755-815).
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2008 yılında İstanbul’da basılan 35. cildinde, 160-164 numaralı sayfalarda yer almıştır.
ARAP EDEBİYATI. Arap edebiyatında roman rivâye, roman yazarı râvî, kâtibü’r-rivâye ifadeleriyle karşılanmıştır. Bu anlamda rivâye kelimesinin ilk defa kimin tarafından kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte, bir kahraman etrafında gelişen olayların anlatım ve aktarımına dayandığı için, XIX. yüzyılın ilk yarısından biraz sonra Batı romanlarından yapılmış tercümelerin rivâye kelimesiyle karşılanmış olması muhtemeldir. Necîb el-Haddâd’ın Alexandre Dumas’dan çevirdiği Rivâyetü’l-fürsâni’s̱-s̱elâs̱e’si (I-IV, Beyrut 1888) adında rivâye kelimesi geçen ilk eserlerdendir. Tânyûs Abduh XX. yüzyılın başlarında kurduğu, Batı edebiyatlarından tercüme edilmiş romanları yayımladığı dergisine Mecelletü’r-râvî adını vermiştir. Bununla beraber ilk örnekleri IV. (X.) yüzyılda görülen makāmât türü eserlerde bir kahraman etrafında gelişen olayları izleyip aktarana râvî, yaptığı işe de rivâye denildiğinden “roman” anlamında rivâye teriminin doğuşunu bununla irtibatlandırmak da mümkündür.
Elf leyle ve leyle gibi masal, Kelîle ve Dimne gibi fabl türü eserlerle makāmeler Arap edebiyatında roman türünün kadim örnekleri sayılır. Modern anlamda roman Arap edebiyatına XIX. yüzyılın son çeyreğinde Batı edebiyatlarının etkisi ve çeviri hareketiyle girmiştir. Fransız yazarı Fénelon’un Les aventures de Télémaque adlı romanı, Mısırlı yazar Rifâa Râfi‘ et-Tahtâvî’nin çevirisiyle (Mevâḳıʿu’l-eflâk fî veḳāʾiʿi Tilîmâk, Beyrut 1867) Arap edebiyatında modern romancılığın hareket noktasını teşkil etmiştir. Bu çeviri hareketini az sonra veya eş zamanlı olarak bir uyarlama ve telif hareketi izlemiştir. Roman türündeki ilk denemeler Mısır ve Lübnan’da görülmüş, klasik anlatım türü olan makāmeyi canlandırma girişimi şeklinde ortaya çıkmıştır. Mısır’da Rifâa Râfi‘ et-Tahtâvî’nin Taḫlîṣü’l-İbrîz (1834), Ali Paşa Mübârek’in ʿAlemü’d-dîn (1882) ve Lübnan’da Ahmed Fâris eş-Şidyâk’ın es-Sâḳ ʿale’s-sâḳ fîmâ hüve’l-fâryâḳ (1855) adlı çalışmalarına klasik Arap edebiyatında görüldüğü biçimiyle makāme demek güçse de Mısır’da Abdullah Fikrî ve Âişe et-Teymûriyye ile Lübnan’da Nâsîf el-Yâzicî’nin çalışmaları bu klasik türün devamı niteliğindedir. Daha çok bilgilendirmeyi ve eğitmeyi amaçlayan bu denemelerden sonra Mısırlı Muhammed el-Müveylihî’nin Bedîüzzaman el-Hemedânî’nin makāmelerini çağrıştıran Ḥadîs̱ü ʿÎsâ b. Hişâm’ı (1907), Mehmed Ali Paşa döneminden sonraki elli yıl içinde Mısır’da yaşanan olumsuz sosyal ve ahlâkî gelişmeleri eleştirmektedir.
XIX. yüzyılın son çeyreği içinde Mısır’da çıkan ve hızla çoğalan gazete ve dergiler, modern hikâye ve roman türünün Arap edebiyatına girmesine büyük katkıda bulunmuş, 1884-1914 yılları arasında romanların tefrika edildiği süreli yayınların sayısı yirmiyi aşmıştır. Bu romanların büyük bir kısmı edebî değeri yüksek olmayan, dolayısıyla entelektüel kesimin ilgisini çekmeyen, fakat büyük okuyucu kitlesini sürükleyen türden aşk ve macera romanlarının çevirileridir. Lübnan’da Selîm el-Bustânî’nin 1870’li yıllarda el-Cinân dergisi için yazdığı bir dizi tarihî ve sosyal içerikli romanla telif dönemi başladı. Bustânî’nin tarihle romantik zevki bütünleştiren eserleri Arap tarihî roman türünün ilk örnekleridir. Arap tarihî roman alanında en parlak yazar olan Lübnan kökenli Mısırlı Corcî Zeydân’ın 1891-1914 yıllarında yayımladığı, Arap ve İslâm tarihinin çeşitli dönemlerini kapsayan yirmi iki romanı modern Arap romanının doğuşunda ve gelişmesinde önemli bir yer tutar. Yazarın edebiyatçı kimliğinden çok tarihçi kimliğini öne çıkararak oluşturduğu bu eserler roman türüne itibar kazandıran ilk ürünlerdir. Bustânî ile Corcî Zeydân’ın açtığı çığır, daha sonra hemen hemen bütün Arap ülkelerinde roman sahasında ilk girilen yol oldu. Dolayısıyla Arap roman geleneğinde tarihî roman, daha sonra Mısır’da Ali el-Cârim, Âdil Kâmil, Muhammed Ferîd Ebû Hadîd, Muhammed Saîd el-Uryân, Ali Ahmed Bâkesîr, Abdülhamîd Cûde es-Sehhâr ve Necîb Mahfûz gibilerinin çalışmalarıyla devam ettirilerek olgunlaştı. Bu dönemde Ferah Antûn, Zeyneb Fevvâz, Lebîbe Hâşim ve Ya‘kūb Sarrûf da roman sahasında önemli isimlerdir.
XX. yüzyıl başlarından itibaren Mısır’da ve Lübnan’da romandan çeşitli sosyal ve siyasal görüşleri ifade etmede ve sosyal protestoda bir araç olarak yararlanma eğilimi görülmeye başlar. Bunda, her iki ülkenin Avrupa ile yakın temasının bir sonucu olarak toplum yapısında kadın aleyhine gelişmiş geleneği sorgulamanın ve kadını hayatın çeşitli alanlarında aktif olarak görme arzusunun iyiden iyiye dile getirilmesinin rolü vardır. Arap dünyasında kadının özgürlüğü sadece sosyal yönden ilerlemenin değil aynı zamanda edebî yeniliğin de bir anahtarıydı. Çünkü kadının özgürlüğü, Arap mekânlı roman ve hikâye yazmak isteyenlerin önünden, sınırlı düzeyde bir ilişki dışındaki şeyleri resmetmekten alıkoyan cinsler arasındaki ayırım engelini ortadan kaldırma aracıydı. Kadının toplumsal statüsüne, kiliseye ve monarşiye, gelenekleşmiş ahlâk anlayışına karşı ciddi manifestolar, Lübnan’da Cibrân Halîl Cibrân’ın hikâyelerinde ve el-Ecniḥatü’l-mütekessire (1912) adlı romanında görülmeye başladı. Cibrân’ın önemli sosyal temaları romantik bir yaklaşımla işlediği, ancak kurgusu başarısız olan kısa ve uzun hikâyeleri sadece kullandığı dilin şiirselliği ve tasvirlerindeki ustalığı yönüyle dikkat çekti. Kadının toplumsal konumu, modernlik, dinî ve ahlâkî değer yargıları gibi konular Mısır’da Mustafa Lutfî el-Menfelûtî’nin hikâyelerinde aynı romantik yaklaşımla, fakat daha çok geleneği koruyabilme gayreti içinde kurgulandı. Mahmûd Tâhir Hakkī’nin Azrâʾ Dinşevây’ı ile (1906) Mahmûd Hayret’in el-Fetâtü’r-rîfiyye (1903) ve el-Fete’r-rîfî (1905) adlı çalışmalarını da ele aldıkları konular itibariyle aynı bağlamda görmek mümkündür. Sosyal içerikli romanlar arasında Necîb Mahfûz’un Züḳāḳu’l-Midaḳ, Ḫânü’l-Ḫalîlî, el-Ḳāhiretü’l-cedîde gibi eserleriyle Abdurrahman eş-Şerkāvî’nin el-Arż, el-Fellâḥ, Ḳulûb ḫâliye ve Yûsuf İdrîs’in el-Ḥarâm adlı romanları zikredilebilir.
Modern anlamda Arap romanı Mısırlı Muhammed Hüseyin Heykel’in Zeyneb isimli romanıyla başladı. Heykel, 1914’te eserini yazarken entelektüel çevrenin roman türüne bakışı hâlâ olumsuz olduğundan çalışmasını “Mısrî Fellâh” takma adıyla yayımladı. Ayrıca çalışmasına roman değil “köy ahlâkı ve manzaraları” adını verdi. Zeyneb’in o zamana kadarki ürünlerden farklı yapısı, önemli sosyal temaların sağlam kurgusu ve trajik sonuyla dikkatleri üzerinde toplaması ve olumlu tepkiler almasıyla Heykel ikinci baskısını (1929) gerçek kimliğiyle yaptı. 1920’li yılların başlarında Mahmûd Teymur, Mahmûd Tâhir Lâşîn, Yahyâ Hakkī ve Hüseyin Fevzî gibi modern düşünceli genç yazarların kurduğu, modern ve gerçekçi bir edebiyat meydana getirmeyi hedefleyen yeni ekol (el-Medresetü’l-hadîse) üyelerinin, 1925-1927 yıllarında kendi gazeteleri olan el-Fecr’de neşrettikleri nitelikli telif ve çeviri hikâyelerle hikâye ve roman yazarlığına ilgi arttı. 1929’da Tâhâ Hüseyin’in üç ciltlik otobiyografisini kapsayan el-Eyyâm’ın I. cildini yayımlaması, Mısır’da roman yazmayı düşünen entelektüellerin birtakım çekincelerini iyiden iyiye ortadan kaldırdı. Batı kökenli edebî bir tür olarak romanın makāme formunun yerini almak üzere benimsenmesi ve şiirin yanında saygın bir edebî tür olarak görülmesi, Lübnanlı Tevfîk Yûsuf Avvâd ve Suriyeli Şekîb el-Câbirî dışında hepsi Mısırlı olan, roman yazarlığında farklı edebî kimlikleriyle tanınan bir grubun bu alana el atmasıyla mümkün oldu. Daha çok eleştirmen kimlikleriyle tanınan Tâhâ Hüseyin, Abbas Mahmûd el-Akkād ve İbrâhim Abdülkādir el-Mâzinî’nin yanı sıra kısa hikâye yazarı olarak bilinen Mahmûd Teymur ve Mahmûd Tâhir Lâşîn ile tiyatro yazarlığıyla meşhur Tevfîk el-Hakîm’in öncü ürünleri, her ne kadar kullanılan teknik ve kurgulama açısından başarıyı yakalamada birbirinden çok farklı olsalar da iki dünya savaşı arasında roman türünün öne çıkmasını sağladı. Bu yazarların, çoğunluğu romantizm olmak üzere, realizm, natüralizm, rasyonalizm ve sembolizm gibi farklı edebî akımların izlerini taşıyan romanları, özellikle Tevfîk el-Hakîm’in ʿAvdetü’r-rûḥ (1933), Yevmiyyâtü nâʾib fi’l-eryâf (1937) ve Tâhâ Hüseyin’in Duʿâʾü’l-kerevân (1934) ve Şeceretü’l-büʾs (1944) gibi eserleri bugün de ilgiyle okunmaktadır.
Arap romanı en olgun ürünlerini çok köklü siyasal ve sosyal değişimlere sebep olan II. Dünya Savaşı sonrası dönemde verdi. Bu dönem siyasî bağımsızlıklar, 1948 Filistin yenilgisi, Süveyş savaşı (1956), radikal milliyetçiliğin yükselişi ve Haziran 1967 Arap yenilgisinin yanı sıra çağdaş kurumların oluşması, eğitim ve öğretimin yaygınlaştırılması, hayat standardının yükselmesi, şehirlere göç ile okuyucu sayısındaki artış roman türünün gelişmesinde etkin rol oynadı. Şiire göre daha kolay anlaşılır olması, siyasal, sosyal ve ekonomik problemleri işlemeye daha elverişli bulunması da romana olan ilginin artmasını sağladı. Bu dönemde Arap dünyasında yaşanan çoğu olumsuz gelişmeler realist romana merkezî bir yer kazandırdı. 1988’de Nobel edebiyat ödülüne lâyık görülen Necîb Mahfûz, konusunu eski Mısır tarihinden alan romanlarla başladığı yazarlığını II. Dünya Savaşı’nın ardından toplumcu-gerçekçi romanlarla sürdürdü; 1960’lı yıllarda ise 1952 devrimiyle iş başına gelen yeni yönetimin başarısızlığı yüzünden uğradığı hayal kırıklığını sembolik-eleştirel bir üslûp ve yaklaşımla kaleme aldığı gerçekçi romanlarla ifade etme yoluna gitti. Her ne kadar Muhammed Abdülhalîm Abdullah, Yûsuf es-Sibâî ve İhsan Abdülkuddûs gibi romancılar idealize edilmiş veya popüler romantizm geleneklerini sürdürdüyse de onlar da en azından realizmin formel ilkelerine uydu. Özellikle Mısır ve Suriye gibi sosyalizmin geliştiği ülkelerde toplumcu gerçekçilik romanda âdeta moda akım haline geldi. Toplumcu gerçekçilik Mısır’da Abdurrahman eş-Şerkāvî, Latîfe ez-Zeyyât ve Yûsuf İdrîs, Suriye’de Hannâ Mîne, Edîb Nahvî, Fâris Zerzûr, Abdüsselâm el-Uceylî, Cezayir’de Tâhir Vattâr, Irak’ta Gāib Tu‘me Fermân ve Filistin’de Gassân Kenefânî gibi yazarlar tarafından benimsendi; Hannâ Mîne toplumcu gerçekçiliği Arap milliyetçiliği ile örtüşür hale getirdi. Filistin sorununu romanlarında işleyen birçok yazar ortaya çıktı. Biçimci gerçekçilik Suudlu Abdurrahman Münîf, Sudanlı Tayyib Sâlih ve Mısırlı Yahyâ Tâhir Abdullah’ın romanlarında neorealizme dönüştü. Formel realizmi oldukça kısıtlayıcı bulan bu yazarlar, biçim yönünden ya Filistinli Cebrâ İbrâhim Cebrâ ve Suriyeli Halîm Berekât’ın romanlarında olduğu gibi Batı’daki anlatım geleneklerinin birikimini ya da Mısırlı Cemâl el-Gītânî ile Filistinli Emîl Habîbî’nin romanlarında olduğu gibi Arap kültürünün yeniden keşfedilmiş anlatım geleneklerini kullanarak birtakım denemelere girişti. Batı kültürünün etkisiyle Lübnan’da Süheyl İdrîs ile takipçileri olan Leylâ Ba‘lebekkî, Leylâ Useyrân ve Emîlî Nasrullah gibi yazarların romanlarında varoluşçuluk (eksistansiyalizm) rüzgârı esse de bu akım söz konusu yazarların kişisel tecrübelerini aşamadı.
1960’lardan itibaren çok sayıda kadın edebiyatçı roman ve kısa hikâye yazarları arasında kendisini gösterdi. En önemlileri Mısırlı Latîfe ez-Zeyyât, Nevâl es-Sa‘dâvî, Elîfe Rif‘at, Selvâ Bekr; Iraklı Deysî el-Emîr; Lübnanlı Leylâ Ba‘lebekkî, Emîlî Nasrullah, Hanân eş-Şeyh, Hüdâ Berekât; Faslı Hannâse Bennûne; Filistinli Seher Halîfe, Liyâne Bedr ve Suriyeli Gāde es-Semmân’dır.
1970’lerden itibaren pek çok yazar çeşitli roman biçim ve stratejilerini denedi. Bu yenilikler, romanlarda şiirsel bir dille açık üslûp ve form kullanımları şeklinde kendini gösterdi. Bu alanda Mısırlı Edvard el-Harrât, Bedr ed-Dîb, Abdülhakîm Kāsım, Sun‘ullah İbrâhim; Ürdünlü Gālib Helesâ; Lübnanlı İlyâs Hûrî, Hanân eş-Şeyh; Suriyeli Zekeriyyâ Tâmir; Faslı Muhammed Şükrî ve Muhammed Zefzâf önemli isimlerdir.
1980’den sonra Mısır ve Doğu Akdeniz ülkeleri dışında yaşayan Arap yazarların da katkılarıyla roman yazımında bir patlama oldu. Özellikle Fas, Tunus ve Cezayir’de Fransızca’dan ziyade Arapça yazan yazarların sayısındaki artış modern Arap romanının gelişmesine yeni bir boyut kazandırdı. 1945-1960 yılları arasında olgunluk dönemine girmiş olan Arap romanı bugün, özellikle Necîb Mahfûz’un 1988’de Nobel edebiyat ödülünü almış olmasının da etkisiyle büyük bir hızla yoluna devam etmektedir.
FARS EDEBİYATI. Fars edebiyatında Batı tarzında roman anlayışı ilk defa XIX. yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkmıştır. İran’da önce seyahatnâme ve klasik hikâyelerdeki şahsiyetlerden, Avrupa dillerinden Farsça’ya çevrilen romanlardan etkilenerek ilk tarihî romanlar yazılmaya başlandı. Bu ise XIX. yüzyılın ikinci yarısıyla XX. yüzyılın başlarında yaşanan Meşrutiyet devrimiyle toplumsal ve siyasal krizlere cevap arayışın sonuçlarından biridir. Batı tarzında romanın ortaya çıkmasında önemli etkenlerin başında basın ve matbaanın İran’a girmesi ve Avrupa dillerinden yapılan tercüme faaliyetleri gösterilir. Avrupa’ya öğrenim veya seyahat için giden İranlılar basın ve matbaa gibi yeniliklerle karşılaşarak bunları İran’a taşıdılar. Aydınlar, XIX. yüzyılın sonlarındaki siyasal ve toplumsal uyanış yıllarında Fransız ve Rus edebiyatının roman gibi yeni edebî tarzlarıyla tanıştı. Batı’daki roman anlayışında bireyin toplumsal çıkarlar dışında yalnız birey olarak öne çıkması ve değer kazanması, İran toplumunda bireyin önem kazanmasına sebep olan siyasal ve toplumsal değişikliklerle doğru orantılı biçimde ortaya çıktı. İran’da Kaçar hânedanının egemen olduğu bu dönemde Alexandre Dumas’nın Monte Kristo Kontu (Kont-i Monto Kristo, Tahran 1895) ve Les trois mousquetaires (Se Tüfengdâr, Tahran 1307), Corcî Zeydân’ın ʿAẕrâʾ-i Ḳureyş (Tahran 1337 hş.) gibi ilk Batılı romanların Farsça’ya tercümesi de Fars edebiyatında romancılığın başlamasını etkiledi. Fars edebiyatında ilk roman örneği diye gösterilen eserlerden biri, Mirza Feth Ali Ahundzâde’nin Setâregân-i Ferîbḫôrde (Ḥikâyet-i Yûsuf Şâh Sirâc) adlı, konusu Safevî döneminde geçen tarihî romanı olup Mirza Ca‘fer Karacadâğî’nin Âzerîce’den Tems̱îlât-ı Âḫundzâde adıyla Farsça’ya tercüme ettiği külliyatı içinde yer alır (Tahran 1288-1291). Ardından İran’da meşrutiyetçi düşüncelerinin soyut ürünleri olarak ilk Farsça romanlar seyahatnâme tarzında yazılmaya başlandı. Bu eserlerin bir başka örneği, İstanbul’da yaşayan İranlı tüccar Zeynelâbidîn-i Merâgī’nin Seyâḥatnâme-i İbrâhîm Beg yâ Belâ-yi Taʿaṣṣub-i Û adlı eseri (Kahire 1313) yeni bir bakış açısıyla ve sade bir üslûpla kaleme alınmış bir yolculuk hikâyesidir. Kafkasya’da yaşayan özgürlük ve yenilik yanlısı İranlı tüccar Abdürrahim Tâlibov’un yine seyahatnâme tarzıyla bağdaşık, dönemin İran toplumuna eleştirel bakış taşıyan Mesâlikü’l-muḥsinîn adlı eseri (Kahire 1323), Rus edebiyatının etkisi altında hayalî bir coğrafya heyetinin İran’ın kuzeyinde yaptığı seyahati anlatır.
Tarihî bir gerçekten ilham alınarak yazılan romanlar İran toplumunun bir taraftan Meşrutiyet devrimi için çaba gösterdiği, diğer taraftan I. Dünya Savaşı döneminde toplumun içine düştüğü karamsarlık haliyle bir kurtarıcı, kimlik ve güvenlik arayışı içinde olduğu 1895-1941 yılları arası süreçte doğdu. Tarihî romancılık eskiyle övünür ve ayrıcalıklı bir konuma sahip olunduğu düşüncesiyle özdeşleşir, renkli bir romantizmle öne çıkar. 1941 yılına kadar bu roman anlayışı halkın kendi yapısına uygun kimlik ve güvenlik arayışını yansıtır ve Sâdık Hidâyet’in Bûf-i Kûr romanıyla (Tahran 1329 hş.) en üstün şeklini alır. Bu türün diğer örnekleri içinde Mirza Âgā Hân-ı Kirmânî’nin Âyîne-yi İskenderî (Tahran 1285 hş.) ve Kaçar Şahı Feth Ali’nin torunlarından Muhammed Bâkır Mirza Hüsrevî-i Kirmanşâhî’nin Şems ü Ṭuġrâ (Tahran 1288 -1289 hş.) adlı romanları yer alır. Daha sonra bu tarz romanlar arasında Mirza Hasan Hân-ı Bedî‘in Dâstân-ı Bâstân yâ Sergüẕeşt-i Kûrus’u (Tahran 1299 hş.), Mûsâ Nesrî’nin ʿAşḳ u Salṭanat yâ Fütûḥât-ı Kûruş-i Kebîr’i (Gürgân 1350 hş.), Abdülhüseyin San‘atîzâde-i Kirmânî’nin Dâm Gosterân yâ İntiḳāmḫâhân-i Mezdek’i (I, Bombay 1299 hş., II, Tahran 1303 hş.), Haydar Alî-i Kemâlî’nin Meẓâlim-i Terkân Ḫâtûn’u (Tahran 1307 hş.), Ali Asgar Rahîmzâde-i Safevî’nin Dâstân-ı Şehrbânu’su (Tahran 1310 hş.) ve Dâstân-ı Nâdir Şâh’ı (Tahran 1310 hş.), Muhammed Hüseyin Rüknzâde-i Ademiyet’in Delîrân-i Tengistânî’si (Tahran 1310 hş.), Zeynelâbidîn-i Mü’temen’in Âşiyâne-yi ʿUḳāb’ı (Tahran 1318 hş.), Ali Şîrâzpûr-i Pertev’in Pehlivân-ı Zend’i (Tahran 1312 hş.) örnek gösterilir.
Fars edebiyatında toplumsal romanın ilk örnekleri 1920’li yıllarda ortaya çıkar. İran’da işçiler meşrutiyet yönetiminin eleştirisiyle toplumsal romanda yerini alır ve bu tarz romanların en belirgin karakterlerinden biri olur. Bu romanlarda tarihî romanların aksine memur, işçi, kadın gibi karakterler eserin yazıldığı dönemin insanlarından oluşur ve kent yaşamı işlenir. Sade köy hayatının modern şehir hayatına doğru hızla kayması İran toplumunda sınıf hareketliliğinin göstergesi olarak toplumsal romana ağırlığını koyar ve orta sınıf insanlarının bireyselciliğinin aşiret ve toprak ağalığı ilişkilerinin yerini alması, sermaye sahiplerinin aristokratların yerine geçmesi bu tarz romanın en belirgin özelliği halini alır. Umutsuz romantizmi ve natüralizmiyle öne çıkan bu tür romanın yazarlarından biri olarak Müşfik-i Kâzımî iki ciltlik Tehrân-i Meḫûf adlı eseriyle (Tahran 1303-1305 hş.) yeni bir çığır açar. Bu tarzın diğer örnekleri arasında Ahmed Ali Hudâdâder Teymûrî’nin Rûz-i Siyâh-i Kârger (Kirmanşahan 1306 hş.) ve Rûz-i Siyâh-i Raʿiyyet (1907) yer alır. Daha sonra Abbâs-i Halîlî’nin Rûzgâr-i Siyâh (Tahran 1315 hş.), İntiḳām (Tahran 1304 hş.) ve Esrâr-ı Şeb’i (Tahran 1311 hş.), Muhammed Mes‘ûd’un Tefrîḥât-ı Şeb (Tahran 1311 hş.) ve Eşref-i Maḫlûḳāt’ı (Tahran 1313 hş.), Muhammed-i Hicâzî’nin Hümâ (Tahran 1307 hş.) ve Zîbâ’sı (Tahran 1311 hş.), Cihangir Halîlî’nin Men hem Girye Kerdem’i (Tahran 1320 hş.) bu tarzın ilk örnekleri olarak kabul edilir.
Sâdık Hidâyet, Bûf-i Kûr (1936) adlı romanıyla Fars edebiyatına tarihî ve toplumsal romancılığın sahip olduğu seyahatnâmecilik, öğüt verme ve halkı doğruya çağırma temalarının dışında bağımsız bir edebî tür olarak yeni estetik değer kazandırır. 1952-1979 yılları arasında gelişen çeşitli kültürel ve siyasal değişimler edebiyat alanında da kendini gösterir. İranlı yazarlar halk için edebiyat söylemlerini geliştirir ve bu dönem romancılığı realizmi tam anlamıyla hayata geçirmeye çalışır. Bu tarzın en önemli yazarlarından Büzürg-i Alevî Çeşmhâyeş adlı romanıyla (Tahran 1331 hş.), Sâdık Hidâyet Sek-i Velgerd (Tahran 1330 hş.) ve Ḥâcî Âġā (Tahran 1325 hş.) gibi hikâyeleriyle toplumsal hayata gerçekçi bir bakış açısıyla ciddi etki bıraktı. Dönemin Sâdık-ı Çûbek, Seyyid Celâl Âl-i Ahmed ve İbrâhim Gülistân gibi yazarları Amerikan realizminin etkisiyle yazı diline, romanın kurgusu ve yapısına önem vermeye çalıştılar. Sâdık-ı Çûbek Tengsîr (Tahran 1342 hş.) ve Seng-i Sebûr (Tahran 1345 hş.) adlı romanlarında yeni bir anlayışa yöneldi. Celâl Âl-i Ahmed de Nûn u Ḳalem’i (Tahran 1340 hş.) ve Nifrîn-i Zemîn’i (Tahran 1346 hş.) Batıcı eğilimlerle yazdı. İbrâhim Gülistân, Ernest Hemingway gibi yazarların etkisiyle kendi alanında en güzel örnek sayılan Medd ü Meh adlı romanı kaleme aldı (Tahran 1348 hş.). Bu dönemde edebiyat dünyasına giren önemli yazarların başında Gulâm Hüseyn-i Sâidî, Menûçihr Safâ, Nâdir-i İbrâhimî, Mahmûd Keyânûş, Ahmed Mahmûd ve Behmen-i Fürsî gelir. İran’da yaşanan bir tür modernizme tepki, kendine dönüş ve yeni çıkış yollarının arandığı yıllar olarak bu döneme Hûşeng-i Gülşîrî’nin Şâzdeh İḥticâb (Tahran 1347 hş.), Ahmed Mahmûd Hemsâyehâ (Tahran 1353 hş.) ve İran’ın ilk kadın romancılarından sayılan Sîmîn Dânişver’in çok sevilen Sevûşûn (Tahran 1348 hş.) adlı romanları damgasını vurdu.
İran’da modern tarzdaki eserlerin sayısının arttığı bu dönem aynı zamanda toplumda siyasal otorite baskısının daha da yoğun olduğu yıllardır. Bu yıllarda yazarlar köklerini bulmak için köy edebiyatına yönelirler. Seyyid Hüseyn-i Mîr Kâzımî, Emîn Fakīrî, Samed-i Behrengî, Mahmûd Devletâbâdî, Behrûz Dehgânî ve Ali Eşref-i Dervîşiyân bu türün önemli yazarlarından sayılır. Gulâm Hüseyn-i Sâidî Tûp adlı romanıyla (Tahran 1347 hş.) İran köy edebiyatının temsilcisi olarak görülür. Bu dönem eserlerinin en belirgin özelliği şekle dikkat edilmesi ve sosyal adaletsizlik, büyüyen kentlerdeki yaşam sorunları, sosyal sınıfların hayat tarzlarının edebî hayata ağırlığını koymasıdır.
1979’da İran İslâm Cumhuriyeti’nin kurulması ve yaşanan devrim süreci edebiyatın seyrini değiştirir. Bu yeni dönemde Nâsır-ı Îrânî Âyînehâ-yı Derdâr (Tahran 1371 hş.), İsmâil Fasîh Dâstân-ı Câvîd (Tahran 1359 hş.), Ahmed Mahmûd Dâstân-ı Yek Şehr (Tahran 1360 hş.), Muhsin Mehmelbâf Ḥavż-ı Salṭûn (Tahran 1363 hş.), Kāsımali Ferâset Naḫlhâ-yı Bîser (Tahran 1363 hş.), Cevâd Mecâbî Şehrbendân (Tahran 1366 hş.) ve Rızâ Berâhenî Çâh be Çâh (Tahran 1362 hş.) adlı romanlarıyla öne çıkar (geniş bilgi için bk. Sipânlû-Kāsımnejâd, II, 678-679).
Irak-İran savaşının başlamasıyla Muhsin Mehmelbâf, Ahmed Mahmûd, Abdülhay Şemsî gibi yazarlar savaş edebiyatına yöneldiler; bu dönemde İslâm devrimiyle ilgili yazılan eserlerin yerini savaş ve hamâset eserleri aldı. Bu romanlar savaş cephelerinde yaşananlar, yaralıların hayatı, kahramanlıklar, savaştan dönenlerin hayata uyum sağlaması gibi temaları içerir. Savaşın sona erdiği 1987’nin ardından savaş romanları savaştan evlerine dönen askerlerin yaşadığı olaylar, kendilerini başka bir dünyada bulmaları, vefasızlık gibi konuları ele alır. İran’da savaşın yavaş yavaş insanların hayatından çıkmaya başlaması okuyucuları eğlendirici romanlara iter ve bu dönemde halkı eğlendirecek romanlar yazılır. Fetâne Hâc Seyyid-i Cevâdî’nin Bâmdâd-ı Ḫumâr (Tahran 1374 hş.) adlı romanı cesaretle bazı konuları işlemesi ve yapısının sağlamlığından dolayı ilgiyle karşılandı. Bununla birlikte büyük toplumsal değişim ve savaş gibi deneyimlerin yaşandığı bu dönemde yazarlar yaratıcı eserler verecek zaman bulamamış, daha çok gündelik sorunlarla ilgilenmek zorunda kalmıştır.
BİBLİYOGRAFYA
Rızâ Berâhenî, Ḳıṣṣanevîsî, Tahran 1348 hş., s. 65.
Yahyâ Âryanpûr, Ez Ṣabâ tâ Nîmâ, Tahran 1350 hş., II, 235-277.
Muhammed İsti‘lâmî, Berresî-yi Edebiyyât-ı İmrûz-i Îrân, Tahran 1352 hş., s. 100-130.
M. Bâkır Mü’minî, Edebiyyât-ı Meşrûṭa, Tahran 1352 hş., s. 45, 53.