ŞANLIURFA

Güneydoğu Anadolu bölgesinde şehir ve bu şehrin merkez olduğu il.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/3Müellif: AHMET NEZİHİ TURANBölüme Git
    Urfa platosu adı verilen hafif dalgalı ve geniş bir platonun orta kesiminde kurulmuştur. Musul’u Halep’e bağlayan kadim yol üzerindedir. Damlacık dağı…
  • 2/3Müellif: METİN TUNCELBölüme Git
    Bugünkü Şanlıurfa. I. Dünya Savaşı’ndan sonra önce İngilizler’in, ardından Fransızlar’ın işgal ettiği, bu sırada önemli ölçüde hasar gören Urfa 20 Nis…
  • 3/3Müellif: AHMET CİHAT KÜRKÇÜOĞLUBölüme Git
    MİMARİ. Dinî Mimari. Camiler-Mescidler. XVI. yüzyıl vakıf tahrirlerinde Urfa (Ruha) sancağında otuz dört cami ve mescidin bulunduğu kayıtlıdır. XVII. …

Müellif:

Urfa platosu adı verilen hafif dalgalı ve geniş bir platonun orta kesiminde kurulmuştur. Musul’u Halep’e bağlayan kadim yol üzerindedir. Damlacık dağının eteğindeki bir tepede şehre hâkim heybetli kalesi yükselir. Halk rivayetlerinde Hz. İbrâhim ve Nemrûd hikâyelerine konu olmuş, “kutsal şehir, peygamberler şehri” gibi tanımlamalarla anılmıştır. Hatta şehrin Nemrûd tarafından kurulduğuna inanılmıştır. Burası ayrıca Hıristiyanlık tarihi açısından önemli bir yere sahiptir.

Anadolu-Irak ve Suriye’yi birbirine bağlayan el-Cezîre’nin Diyârımudar bölümünde kalan şehrin ne zaman ve kimler tarafından kurulduğu bilinmemektedir. Bugünkü Şanlıurfa’yı içine alan bölge milâttan önce I. binden başlayarak Asurlular, Medler ve Persler dönemini yaşadıktan sonra milâttan önce 332’de Makedonyalılar’ın eline geçmiş, İskender’in ölümünden Romalılar’ın hâkimiyet kurmasına kadar İskender İmparatorluğu’nun vârisleri olan Selevkoslar (Selefkiler), Abgar ve Osrhoëne krallıkları elinde kalmıştır. Bilinen fakat kısa süre kullanılan en eski adı Edessa, Selevkoslar dönemine uzanmaktadır ve eski Makedonya krallık merkezi Selevkosça isminden alınmıştır. Urfa kelimesinin menşei ise tartışmalıdır. Süryânîce Orhai’den (Urhay) geldiği, bu ismin Arapça “suyu bol” anlamındaki “veriha”dan kaynaklandığı ileri sürülmektedir. Bir başka görüş Yunanca Osrhoëne, Latince Orrpei’ye dayandığı yolundadır. Bu dillerdeki anlamı “kale” veya “pınar”dır. Fakat bu görüşlerin doğru olmadığını söyleyenler de vardır. Türkler döneminde yazılı kaynaklar vasıtasıyla yaygınlaşan Ruha kullanımı şehrin Arapça adı olan Ruhâ’dan gelmiştir. Meşrutiyet’e kadar Osmanlı döneminde böyle kullanılmış, daha sonra muhtemelen şifahî Türkçe söylenişi kabul görerek Urfa’ya dönüşmüştür. 1984 yılında, Millî Mücadele dönemindeki önemine işaret etmek üzere Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla şehre Şanlıurfa adı verilmiştir.

Şehri çevresiyle birlikte içine alan Mezopotamya milâttan önce 117’de Roma’nın bir vilâyeti durumuna getirildi. 395’te Roma İmparatorluğu Doğu ve Batı diye ikiye ayrılınca bu kesim Doğu Roma (Bizans) toprakları içinde kaldı. Şehir Hz. Ömer zamanında İyâz b. Ganm tarafından fethedildi (18/639). Hıristiyanlığın devlet dini haline gelmesinden sonra Osrhoëne (Diyârımudar) bölgesinin hem idarî hem dinî merkezi olduğu bilinen şehrin İslâm fethinin ardından bu özelliklerini kaybettiği anlaşılmaktadır. Urfa, Emevîler devrinde Harran ve Samsat’la (Sümeysât) beraber bir vilâyet haline getirildi (67/686-87). 133’te (750-51) bir müddet Abbâsîler’le Emevî taraftarları arasındaki mücadelelere sahne oldu ve II. Mervân’ın ölümünün ardından Abbâsîler’e teslim edildi. Hârûnürreşîd bir ara Urfa’ya geldi ve şehirde bir süre kaldı. Urfa daha sonra Mervânîler ile Bizanslılar arasında anlaşmazlıklar sırasında zaman zaman isyan ve karışıklıklarla sarsıldı. Bizanslılar 331’de (942-43) bölgeye gelip Urfa halkından Hz. Îsâ’nın kutsal tasvirini istediler. Abbâsî Halifesi Müttakī-Lillâh’ın onayı ile, 200 müslüman esirin serbest bırakılması ve şehrin bir daha tâciz edilmemesi şartıyla kutsal ikona Rumlar’a verildi. Ancak bu anlaşma Seyfüddevle el-Hamdânî’nin Urfa halkıyla birlikte Misis’e saldırması yüzünden bozuldu (338/949-50). Bizanslılar 348’de (959) Urfa önlerine kadar geldi. 361 Muharreminde (Ekim-Kasım 971) Bizans ordusu Urfa’ya girerek şehri yağma ve tahrip etti (İbnü’l-Esîr, VIII, 618). Bu olayın ertesi yıl meydana geldiği de söylenir (İA, XIII, 54). Şehir 416 (1025) yılına kadar Benî Nümeyr kabilesinin reisi Utayr’ın nâibi Ahmed b. Muhammed’in kontrolünde kaldı. Ancak nâibinin Utayr’ı öldürtmesine kızan halk idareyi Mervânîler’den Nasrüddevle’ye verdi. O da kumandanlarından Ebü’l-Hâris Zengî b. Evân vasıtasıyla burayı işgal etti. Fakat Zengî’nin ölümünün (418/1027) ardından gelişen olaylar neticesinde şehir Bizans kumandanlarından Georgios Maniakes’e bırakıldı, böylece Maniakes 1030-1031 kışında Urfa’ya hâkim oldu. Mervânîler’in onu şehirden uzaklaştırmak için yaptığı teşebbüsler başarısızlıkla sonuçlandı ve Maniakes, Bizans’a bir miktar haraç ödeyerek şehri elinde tuttu. Urfa patriği 427’de (1036) Nümeyrîler’den İbn Vessâb ve müttefiklerinin eline esir düştü ve şehir yağmalandı. Ancak kale Bizans garnizonunun hâkimiyetindeydi. 428’de (1037) yapılan anlaşmayla şehir Bizans imparatoruna teslim edildi.

Urfa, 458 (1066) yılından itibaren bölgede etkili olmaya başlayan Sâlâr-ı Horasan kumandasındaki Türkler’in akınlarına mâruz kaldı. Aynı yıl içinde şehre üç sefer düzenleyip bol ganimetlerle dönen Sâlâr-ı Horasan’ın Mervânîler tarafından bir suikast neticesinde öldürülmesiyle şehrin Türkler tarafından fethi gecikmiş oldu. Hâcib Gümüştegin 459’da (1067) Afşin ve Ahmedşah gibi kumandanlarla Urfa önlerine kadar geldi. Alparslan 463 yılı başlarında (Ekim-Kasım 1070, bazı rivayetlere göre 5 Cemâziyelâhir 463 / 10 Mart 1071) şehri elli gün muhasara etti. Urfalılar şehir önünden ayrıldığı takdirde 50.000 dinar vermeyi taahhüt ettiler. Bunun üzerine sultan kuşatmayı kaldırıp Suriye istikametine yöneldi. Ancak Romanos Diogenes’in Türk akınlarına son vermek için sefere çıktığını öğrenince geri dönerek Malazgirt yönünde ilerledi ve bir defa daha Urfa önlerinde göründü. Bizans valisinin hediyeler takdim edip gönlünü almasıyla sultan şehre zarar vermeden oradan ayrıldı. Urfa’nın Malazgirt zaferinin ardından Selçuklular’a teslim edildiğine dair görüşler varsa da (İA, XIII, 54; EI2 [İng.], VIII, 590) şehrin bir süre daha hıristiyanların elinde kaldığı anlaşılmaktadır. Zira sultanla Romanos Diogenes arasında yapılan antlaşmaya göre Urfa’nın da aralarında bulunduğu bazı şehir ve kaleler Selçuklular’a verilecekti, fakat Diogenes’in tahtını ve hayatını kaybetmesi antlaşmanın gerçekleşmesini önledi. Bu yüzden yine hıristiyanların elinde kalan Urfa’nın idarecisi Paul yeni Bizans imparatoruna itaat arzetmek üzere İstanbul’a gitti. Sultan Melikşah zamanında Gümüştegin Candar kumandasındaki Selçuklu kuvvetleri 1077’de Urfa civarında bir Bizans ordusunu mağlûp etti.

Bu sırada Bizans’a tâbi olan Philaretos Brachamios adlı bir Ermeni hâkimiyet sahasını Maraş’tan Malatya’ya kadar genişleterek bağımsızlığını ilân etti. Vasil adlı bir kumandanını da Leon’un idaresindeki Urfa’ya sevketti ve altı aylık bir kuşatmadan sonra şehri Bizanslılar’ın elinden aldı. Philaretos, Halep Emîri Şerefüddevle Müslim b. Kureyş ile iyi ilişkiler kurdu. Meyhâne olarak kullanılan Urfa Camii’ni müslümanlara teslim etti (474/1081). Urfa aynı yıl Hüsrev adlı bir Türk emîri tarafından kuşatıldıysa da alınamadı. Bu arada hâkimiyet mücadelelerinin sürdüğü Urfa’nın halkı 479’da (1086) Sultan Melikşah’a haber gönderip şehri teslim etmek istediğini bildirdi. Sultan oraya bir vali tayin ettiyse de vali kötü davranışları yüzünden halkın isyanına sebep oldu ve şehirden uzaklaştırıldı. Bunun üzerine Sultan Melikşah Emîr Bozan’ı Urfa’nın fethiyle görevlendirdi ve şehir üç ay süren şiddetli bir kuşatmanın ardından fethedildi (Zilhicce 479 / Mart 1087). Melikşah, Emîr Bozan’ı Urfa ve Harran’a vali tayin etti. Kutalmışoğulları da Anadolu Selçuklu Devleti’nin kuruluşundan önce Urfa-Birecik taraflarında akınlarda bulunuyordu. Emîr Bozan’ın 487’de (1094) Tutuş tarafından öldürülmesiyle Urfa, Suriye Selçukluları’nın hâkimiyetine geçti. Rivayete göre Tutuş kendisine bağlı kalması şartıyla şehri Ermeni asıllı Toros’un idaresine bırakmıştı. Toros’un şehri Bozan’dan devraldığı da rivayet edilir. Halep Selçuklu Meliki Rıdvân b. Tutuş’un Urfa’yı Toros’tan alma teşebbüslerinin sonuçları kesin olarak bilinmemekle beraber şehrin 488’den (1095) itibaren Toros’un hâkimiyetinde bulunduğu anlaşılmaktadır. Toros, Tel Bâşir’i işgal eden Haçlı kontlarından Baudouin de Boulogne’u düşmanlarına karşı birlikte savaşmak için Urfa’ya davet etti. Baudouin’in Urfa’ya gelişinden kısa bir süre sonra Toros öldürüldü ve 10 Mart 1098’de Baudouin şehre hâkim olup Urfa Haçlı Kontluğu’nu kurdu. Bu gelişme şehir ve çevresinin Türkleşmesini geciktirdi. Bununla beraber Anadolu, Suriye ve Irak’a yerleşen Türkler arasına sıkışan Haçlılar, varlıklarını sürdürmekte zorluk çekmeye ve hâkimiyetlerini müstahkem mevkilerle sınırlandırmaya mecbur kaldılar. Bu devir şehir tarihinin dönüm noktalarından birini teşkil eder.

Haçlılar’a karşı yürütülen ilk ciddi hareket Kürboğa’nın 4-25 Mayıs 1098 tarihleri arasında şehri kuşatmasıdır. Ancak Kürboğa izlediği yanlış taktik yüzünden başarılı olamadı. Haçlılar bunun üzerine Musul-Halep irtibatını kesmek için Harran’ı almak istediler; fakat Artuklu Sökmen b. Artuk ve Musul Emîri Çökürmüş’ün âni baskını ile bozguna uğradılar, Urfa Kontu Baudouin du Bourg da esir düştü (497/1104). Aynı yıl ve ertesi yıl Çökürmüş şehri kuşattıysa da ele geçiremedi. Anadolu Selçuklu Sultanı I. Kılıcarslan’ın 499’daki (1106) muhasarası da netice vermedi. Selçuklu akınları bundan sonra da sürdü. Musul Emîri Mevdûd b. Altuntegin 1110-1112 yıllarında şehri üç defa kuşattı ve kısmî başarılar elde etti. Franklar’ın Bizans’la aralarının açıldığı, Urfa ve Antakya’daki Haçlı hükümdarların birbirinden nefret etmelerinin oluşturduğu uygun bir ortamda Musul ve Halep’te hüküm süren İmâdüddin Zengî, Haçlı Kontu II. Joscelin’in şehirden ayrılmasını fırsat bilerek Urfa’ya geldi. Surların önünde yaptığı teslim olma teklifi Süryânî ve Ermeni ruhanî liderleri tarafından reddedilince surlar mancınıklarla dövüldü ve dört hafta kadar süren kuşatmanın ardından Türkler şehre girdi (26 Cemâziyelâhir 539 / 24 Aralık 1144). Urfa valiliğine Ali Küçük getirildi ve emrine bir garnizonla yedi kumandan verildi. Bu durum 541 (1146) yılına kadar İmâdüddin Zengî ile, daha sonra diğer hükümdar ve kumandanlarca sürdürülen bölgedeki Türk hâkimiyetinin tesisinde bir dönüm noktası, fakat aynı zamanda II. Haçlı Seferi’nin de başlıca sebebi oldu.

II. Joscelin 1146 Ekiminde şehri geri almaya çalıştı; hatta askerleri bir gece içeri girdilerse de Nûreddin Mahmud Zengî ve Emîr Savar yetişip saldırıyı bertaraf etti. Bu savaşlar yüzünden şehir ağır tahribata uğradı. Nûreddin Zengî’nin vefatıyla II. Seyfeddin Gazi burayı ele geçirdi (569/1174). Ardından Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin idaresine giren şehir ve çevresi (578/1182) bir müddet Eyyûbîler’le Musul Atabegleri ve Artuklular arasındaki mücadelelere sahne oldu. Daha sonra Anadolu Selçukluları ile Eyyûbîler hâkimiyet için çekişme içine girdi. I. Alâeddin Keykubad Urfa’yı bu sırada aldı (632/1235); fakat dört ay sonra Eyyûbîler şehri yeniden ele geçirdiler. Ardından Hârizmliler, Siverek ve Samsat’ı yağmaladıktan sonra Urfa, Harran ve Suruç’a hâkim oldular. Şehir 638’de (1241) tekrar Eyyûbîler’in eline geçti. Moğollar 649’da (1251) şehri ve çevresini yağmaladı. 658’de (1260) bölge Hülâgû’ya teslim oldu ve Moğollar Aynicâlût Savaşı’nda Memlükler tarafından bozguna uğratılıncaya kadar onların elinde kaldı. VIII. (XIV.) yüzyılda şehrin harabe halinde olduğu kaydedilir. Oğuzlar’ın Döğer boyuna mensup Türkmenler’in bölgeye yayılmaya başlaması da bu zamana rastlar. 795 (1393) yılındaki el-Cezîre seferi esnasında Timur’un idaresine giren Urfa, onun dönüşünden sonra Döğer Emîri Seyfeddin Dımaşk Hoca tarafından ele geçirildi. 806 (1404) yılı baharında Akkoyunlu Karayülük Osman Bey burayı alıp önce Yağmur Bey’in, ardından Tur Ali Bey’in idaresine verdi. 1429 ve 1480’de Memlükler tarafından tahrip ve yağma edildikten sonra Şah İsmâil’in ortaya çıkması ve Doğu Anadolu’da yayılması sırasında (1514’e kadar) Akkoyunlu emîrlerinin birbirleriyle mücadelelerine sahne oldu; ayrıca burada Memlük etkisi arttı. Şehir bu son tarihte Safevîler’in eline geçti ve Safevî Devleti’nin müstahkem sınır kalesi özelliğini kazandı. Akkoyunlu Yâkub Bey’in oğlu Sultan Murad’la yapılan savaştan sonra Safevîler şehri Kaçarlar’ın idaresine bıraktı. Ardından Osmanlılar’la Safevîler arasında cereyan eden Dede Gargın muharebesi (922/1516) ve alınan sonuç 1517 yılı ilkbaharında önce Mardin’in, ardından Urfa’nın Osmanlı topraklarına katılması anlamına gelecektir. Osmanlı idaresine girdikten sonra Ruha adıyla Osmanlı sancağı statüsünde Diyarbekir eyaletine bağlandı ve idaresi Baltaoğlu Pîrî Bey’e verildi.

Osmanlı hâkimiyetinin ardından yaklaşık 100 yıl Urfa tarihinin nisbî istikrar devresidir. XVI. yüzyılın son yıllarına rastlayan isyanlar sırasında Celâlî Karayazıcı Abdülhalim’in eline geçen şehir 1600’de kurtarıldı. Ancak bölgedeki güvensizliğin devamı halkın topraklarını terkedip buradan göç etmesine yol açtı. Ardından gelen yüzyıllar ise şehir tarihi açısından uzun bir durgunluk dönemidir. IV. Murad’ın Bağdat seferine giderken buraya uğradığı ve bir süre kaldığı bilinmektedir. Şehirde XVII ve XVIII. yüzyıllarda bazı ufak çaplı sosyal olaylar vuku buldu. 1839’da Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrâhim Paşa’nın kısa süre kontrolü altına giren Urfa Mart 1919’da İngilizler, yedi ay kadar sonra da Fransızlar tarafından işgal edildi. 7 Şubat 1920’de işgal güçlerine karşı halk ayaklandı. Çarpışmalar neticesinde 10 Nisan 1920’de Fransızlar antlaşma şartlarıyla Urfa’yı boşaltmayı kabul ettiler ve ertesi gün şehri terkettiler. Urfa, Cumhuriyet döneminde vilâyet merkezi oldu (20 Nisan 1924).

Fizikî Yapı, Nüfus ve Ekonomi. Urfa bir kalesi, bir idarî merkezi ve koruyucu duvarlarıyla Ortaçağ’ın en müstahkem ve karakteristik şehirlerinden biridir. Şehrin fiziksel özellikleri eski çağlarda oluşmuş gözükmektedir. Dinî bir merkez haline gelmesi de gelişiminde önemli rol oynamıştır. Grek ve Süryânî kaynaklarına göre burası, Fırat üzerinde Zeugma (Belkıs) ve Bırsa’dan (Birecik) başlayıp Mardin-Nusaybin üzerinden Dicle’ye uzanan doğu-batı doğrultusundaki büyük ticaret yoluyla Samsat’tan Harran’a giden yolun kavşağında bulunuyordu. Üç tarafı dağlarla çevrili, Karakoyunlu (Nehrülkut) ırmağının yakınında güneydoğuya açılan vadide kurulmuştu. Bu durum şehrin sıkça su baskınına uğramasına yol açmaktaydı. I. Iustinianos (527-565) bir kanalla nehri buraya aktararak bu tehlikeyi önlemeye çalışmıştı. Nitekim o zamana kadar Urfa dört büyük su baskınına mâruz kalmıştı (201, 303, 413, 525). 668 ve 743’te tekrar su baskınlarına mâruz kaldı. Urfa surlarla çevrili olup bu surlar, batıda Nemrut dağının bir parçası olan yükseklikte şehre hâkim konumdaki kaleyi de çevreliyordu. İç kalede bir meydanda (Beş-Tebara) IX. Abgar 201’deki selin ardından bir saray inşa ettirmişti. Şehrin ileri gelenleri evlerini Beş-Sahraya denilen yukarı çarşı kısmına taşımışlardı. Burada Hıristiyanlık dönemiyle ilişkilendirilebilecek büyük bir mezbaha ve kraliyet arşivi bulunuyordu. Kalenin aşağı kesiminde iki havuz mevcut olup bunlardan büyüğü mukaddes sayılan balıklarıyla şimdiki Birketüibrâhim’e tekabül ediyordu. Urfa’da ayrıca idare binaları, 497’de yapılmış sütunlu yol, birçok hamam, tiyatro, hastahane ve at meydanı vardı. Şehrin altı kapısı mevcuttu. Bunlardan Arap hâkimiyeti döneminde dördünün adları kaydedilmiştir (Büyükkapı, Seb‘a Kapısı, Harran Kapısı, Su Kapısı). Urfa’nın sur, bahçe ve bostanlarının bol olduğunu söyleyen İbn Havkal şehirde 300’den fazla kilise ve manastır bulunduğunu, halkının çoğunun hıristiyan olduğunu ve hıristiyan dünyasındaki en büyük ve en sanatkârane kilisenin burada yer aldığını kaydeder (Ṣûretü’l-arż, s. 236). Mes‘ûdî (et-Tenbîh, s. 144) ve Makdisî (Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 140) şehirdeki zengin mozaiklerle süslü piskoposluk kilisesini överler.

Osmanlılar’a kadar Araplar ve Türkler Urfa’ya kendi renk ve çizgilerini kazandırmış, Osmanlılar, bunları kendi üslûplarıyla netleştirerek Türk-İslâm şehir tipini gösterir bir fizikî yapı oluşturmuştur. Şehri belirleyen fizikî unsurların belli başlıları sur, pazar yerleri, idarî ve ticarî yapılar, ibadethâneler ve hayır kurumlarıdır. Seyyahlar ve coğrafyacılar bu fizikî yapının belirgin öğelerini ana hatlarıyla anlatır. Portekizli seyyah Tenreiro, XVI. yüzyıl başlarında gördüğü şehri “Pek çok yeri tahrip edilmiş, çok eski bir surla çevrili kadim bir şehirdir. Yıpranmış duvar ve surlara bakılırsa büyük bir şehir olduğu anlaşılır. Arazi erzak bakımından bolluk içinde, hıristiyan ve Türkmenler’le meskûn” diye tasvir eder. Rauwolf’un 1574’te beş gün kaldığı şehre ilişkin anlattıkları elli yıllık gelişmenin özeti gibidir: “Güzel ve muhteşem bir şehir (…) surları da iyi muhafaza edilmiş” (Aigentliche Beschreibung, s. 258-259). Urfa’nın XVII. yüzyıldaki görünümünü anlatan Tavernier, Kâtib Çelebi ve bilhassa Evliya Çelebi özellikle Halîlürrahman makamı, camisi, Balıklıgöl’ü, diğer dinî-sosyal yapıları ve çarşı pazarıyla ilgili ayrıntılar verirler. Urfa’dan 1766 Mayısında geçen Niebuhr kaleden on iki minare saydığını, şehirdeki evlerin çok iyi yapıldığını, fakat hanlar, pazarlar ve kahvehanelerin o kadar güzel olmadığını belirtir (Reisebeschreibung, II, 407). 1830’lardaki durumunu gören Moltke’nin anlattıkları da şehrin esas itibariyle aynı kaldığını gösterir. Moltke taştan evlerine, azametli surlarına, hâkim bir kaya üzerindeki hisarına, pınarlardan gelen suların bu hisarın eteğindeki iki havuzda toplandığına ve diğer belli başlı özelliklerine dikkat çeker (Türkiye Mektupları, s. 163, 235-236).

İlk inşa tarihi bilinmeyen azametli Şanlıurfa Kalesi antik dönemden kalmadır ve kalenin bugüne intikal eden kısmı sadece halk arasında mancınık diye bilinen çift sütunudur. Albert-Louis Gabriel, XIX. yüzyılda hazırlanan planların kale bedenlerinin elli yıl öncesine kadar tamam olduğunu gösterdiğini söyler (Voyages, s. 279). Surların daha evvelki tarihlerde harap olmaya başladığını, yapılan tamirlerle ancak kısa süreler sağlam kaldığını seyyahların ifadelerinden anlamak mümkündür. Kale, XVI. yüzyılın ilk yarısında dizdâr unvanlı kale kumandanı ile yardımcısı kethüdânın idaresindeydi ve otuz bir müstahfız, yirmi dört azeb, üç topçu ve üç serbölükten oluşan personeli bulunmaktaydı.

Urfa, bilhassa kale ve çevresiyle önemli miktarda nüfus barındırabilme potansiyeline sahiptir. Nüfusun, Safevîler’le mücadelenin yol açtığı büyük tahribatın ardından Osmanlılar’ın eline geçtikten sonraki elli yıl içinde 6000 civarından 15.000’e ulaşması bunu gösterir. XVI. yüzyılda Ruha sancağı için yapılan dört tahrir kaydı günümüze ulaşmıştır. Buna göre 1518’de şehir nüfusu 782 hâne, yetmiş beş mücerret (bekâr erkek) müslüman, 300 hâne, kırk iki mücerret gayri müslim olmak üzere 1082 hâne, 117 mücerretten ibarettir (tah. 6000 kişi). Beş yıl sonraki rakamlar 988 hâne, 182 mücerret müslüman, 334 hâne, seksen dokuz mücerret gayri müslim toplam 1322 hâne, 271 mücerrettir (yaklaşık 7000). 1566’da müslüman nüfus 1704 hâne, 705 mücerrede yükselmiş, gayri müslimler ise 866 hâne, 221 mücerrede ulaşmıştır (toplam 2570 hâne, 926 mücerret; yaklaşık 15.000 kişi). Nüfus şehrin Bâb-ı Berriyecik, Bâb-ı Emîr, Bâbü’l-mâ ve Bâb-ı Harran adlı mahallelerinde yaşayan müslümanlarla Bâb-ı Berriyecik mahallesine yakın bir mahalde ikamet eden Ermeni cemaatinden oluşmaktadır. Mahallelerin şehrin sur kapılarının adlarıyla anılmış olması dikkat çekicidir. Bâb-ı Berriyecik, Bey Kapısı ile Harran Kapısı arasında yer almaktadır. Bâb-ı Emîr mahallesi şehrin en büyük mahallesidir, kalenin doğu kapısında bir mevkide yer alır. Bâbü’l-mâ, Halîlürrahman gölüne dökülen aynı adlı suyun şehre giriş kapısındadır ve güney uçtadır. Harran Kapısı, Harran’a doğru açılan kesimde güney kapısıdır. Erâmine adıyla zikredilen gayri müslimler ise kendilerine ait mahalleyle Bâb-ı Berriyecik’te oturmaktadır. Bunların dışında şehir yakınındaki Mağracık mahallesi sur dışında müslümanların oturduğu yerdir. Kapılara göre planlandığı anlaşılan mahalle sistemi XVII. yüzyıldan itibaren değişmiş olmalıdır. Nitekim Evliya Çelebi, Urfa’nın üç kapısından söz ederken (Bey Kapısı, Samsat Kapısı, Harran Kapısı), mahalle adlarını farklı verir, bunlardan yedisinin adını sayar. Ayrıca şehirde ve kalede ev sayısını 2600 hâne olarak yazar ki bu rakam nüfusun en fazla 15.000 olabileceğine işaret eder. Ona göre şehirde yirmi iki cami, sekiz hamam, birçok han, iki bedesten ve 400 dükkân mevcuttur. XVIII. yüzyılda şehrin önemli bir değişim geçirmediği söylenebilir. XIX. yüzyıla ait kayıtlara göre mahalle sayısının elli üç olarak tesbit edilmesi, fiziksel gelişmeden çok eski mahalle sisteminin parçalı hale gelmesi ve bölünmesiyle ilgili olmalıdır. 1868 tarihli Halep Vilâyeti Salnâmesi elli iki mahalleyi yedi ana bölümde toplamıştır (Halîlürrahman kolu on bir mahalle, Kara Mûsâ kolu dokuz mahalle, Guşiler kolu yedi mahalle, Câmi-i Kebîr kolu on mahalle, Yûsuf Paşa kolu yedi mahalle, Hıristiyan kolu beş mahalle, Küçük Kilise kolu üç mahalle). 1790’larda seyyah Olivier vadi içinde yer aldığını belirttiği Urfa’nın 30-40.000 dolayında nüfusu olduğunu yazar. Nitekim XIX. yüzyıl başlarında nüfus 30.000 diye belirtilir. Bunun 21.000’ini (% 70) müslümanlar oluştururken geri kalanını Ermeni (% 21), Süryânî (% 4), Katolik (% 2) ve Protestan (% 2) diye kayıtlı hıristiyanlarla yahudiler (% 1) teşkil etmektedir. Bu sırada en kalabalık mahalle Bıçaklı olup bunu Esp Pazarı, Göz, Tel Fütur ve Yûsuf Paşa izlemektedir. Beş mahallede gayri müslimler yaşamakta, yirmi bir mahallede müslüman-gayri müslim karışık halde ikamet etmektedir. 1290 (1873) yılı Halep Vilâyeti Salnâmesi’ne göre şehir nüfusunun 45.368’i müslüman, 10.560’ı hıristiyan, 248’i yahudidir. 1881’de şehirde 2380 hâne mevcuttu (1377 hâne müslüman, 1303 gayri müslim, yirmi dokuz yahudi). XIX. yüzyıl sonlarında şehir nüfusunun 50.000 dolayında olduğu tahmin edilmektedir.

Şehir tarihî yolların kavşağında bulunduğundan ekonomik gelişmesi bundan etkilenmiştir. Osmanlılar döneminde Musul üzerinden Mardin’e, buradan Urfa’ya ulaşan ve Urfa’yı Halep’e bağlayan kervan yolu bölge için ticarî canlılık, devlet için ilâve kaynaklar anlamına gelmektedir. Şehre gelen, buradan giden ya da geçen emtiadan bâc ve damga resmi alınmakta, ayrıca şehirde kurulan pazarlarda devlet adına yürütülen hizmetlerin mukātaa gelirlerine dönüşmesi sağlanmaktadır. 1566’da sancağın ticarî geliri yaklaşık 600.000 akçedir (toplam gelirin % 12’si) ve bu rakam hem Urfa hem de bağlı olduğu Diyarbekir eyaleti çapında dikkat çekicidir. Yezîdî ve Keşânî kumaş, İskenderânî ve Mardînî düpâre tafta, Bursa, Frengî, Mısır, Şam Halep çatması, benegî, kadife, kemhâ, atlas cinsleri, harîr, sof, çuka ve tülbent; Halep’ten ve diğer yerlerden gelen sabun, kına, hurma, mazı, fındık, badem, zeytinyağı, tereyağı, bal, pekmez, kuru üzüm, incir, erik, zerdali, tuz, zencefil, karanfil, kalay, nişadır, odun ve kömür bu ticarete konu olan mallardır. Kara sakız, katran, boya vb. mallar ise ticarî vergilerden muaf tutulmuştur.

Şehrin ve sancağın ekonomik gelişmesinde yeri olan tesisler boyahane, meyhâne, darphâne, başhâne, kirişhâne, kasaphane ve değirmenlerdir. Ayrıca hububat ağırlıklı ziraat çok yakın dönemlere kadar bölgenin asıl gelir ve geçim kaynağını teşkil etmiştir. XVII. yüzyılda dağılıncaya kadar iki büyük ulusa, Bozulus ve Karaulus’a bağlı konar göçer aşiretlerin Murat suyundan Rakka’ya uzanan yoğun yaylak ve kışlaklarından beslenen, sancak içinde büyük bir canlılık meydana getiren hayvancılık faaliyeti ekonominin ayrılmaz unsuru olmuştur. Biri Karacurun olmak üzere iki büyük kervansaray, bilhassa Halîlürrahman suyu boyunca kurulmuş çarşı içlerindeki bedestenler ve hanlar, odun, iplik, hububat, sebze-meyve ve at-koyun pazarları, dükkânlar, kapanlar ve mahzenler adı geçen imkânlarının ticarî hayata sunum yerleridir. Buralarda çeşitli iş kolları faaliyet gösterir. Ayrıca Urfa zengin vakıflarıyla dikkat çeker.

İdarî Yapı. Urfa, Osmanlı idaresine girdikten sonra bir sancak (livâ) olarak daha 1515’te teşekkül etmiş bulunan, beylerbeyiliğine Bıyıklı Mehmed Paşa’nın tayin edildiği Diyarbekir eyaletine bağlanmış, eyaletin teşkili sırasında teamüle uyularak bölge tahrir edilmiştir. Ruha’nın 1518 yılına ait ilk tahririnden 1566’daki son tahririne kadar sancak esas itibariyle aynı adı taşıyan bir kaza merkeziyle Bozâbâd, Cüllâb, Harran, Kabahaydar, Re’sül‘ayn, Samsat, Şehir, Yaylak, Karacurun, Uyumağaç, Çatal, Çaykuyu ve Kozan nahiyelerinden oluşmaktaydı. Günümüzdeki idarî taksimata göre bütünüyle Şanlıurfa ili sınırları içinde kalan sancağın alanı 7200 km2 kadardır ve bugünkü merkez ilçe ile Harran, Akçakale ve Bozova ilçelerini kapsamaktadır. Birecik, Siverek, Berriyecik ayrı sancaklardı ve diğer ilçeler bu sancakların içinde kalmaktaydı. 1578-1588 yıllarına ait kayıtlar Ruha sancağını Rakka beylerbeyiliği içinde gösterir. Bu değişiklikte Rakka ve Urfa yöresinde başlayan ayaklanmaya Ruha sancak beyi Sührab’ın katılmasının da etkisi olmalıdır. Sancak beyliği kaldırılan Ruha, Rakka beylerbeyine has kaydedilmiştir. Son değişiklikler 1866’dan itibaren Halep vilâyetine bağlı kalması ve 1916’da bağımsız statü verilmesidir. Sancağın bütününe bakıldığında nüfusun büyük kısmı köylerde meskûn olanları ve konar göçerleriyle birlikte kır kesiminde yaşamaktadır. 1518-1566 yılları arasında köylerin nüfusu 7967’den 27.350’ye, konar göçerlerin 5736’dan 18.132’ye yükselmiştir. Sancağın genel nüfusu ise aynı yıllar arasında 22.285’ten 63.258’e çıkmıştır. İdarî yapıda meydana gelen değişmeler yüzünden daha sonraki dönemler için nüfus karşılaştırmaları yapılması güçtür.

Ortaçağ’da burada doğup büyüyen veya buraya yerleşenler Ruhâvî nisbesiyle anılır. Bu nisbeyle meşhur olan çok sayıda âlim vardır. Ebû Abdullah Muhammed b. Yezîd b. Sinân er-Ruhâvî’den (ö. 220/835) ilim tahsil etmek isteyen birçok kişi Urfa’ya akın etmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel’in de onu görmeyi çok istediği kaydedilmektedir. Ruhâvî nisbesiyle anılan âlimlerden bazıları şöylece sıralanabilir: Hişâm b. Katâde, Ebü’l-Hasan Ahmed b. Süleyman, tâbiînden Ebû Şecere Kesîr b. Mürre el-Hadramî, Yahyâ b. Enîse, Ebû Muhammed Hasan b. Ahmed b. Saîd es-Sülemî, hadis âlimi Abdülkādir b. Abdullah (Sem‘ânî, III, 108-109; Yâkūt, III, 120-121).

BİBLİYOGRAFYA
BA, TD, nr. 64, s. 385-451; nr. 295, s. 6-20; nr. 362, s. 1-316; nr. 965, s. 1-385; nr. 998, s. 198-227; BA, MAD, nr. 29, vr. 211a-219b; nr. 100, vr. 27a-30b; nr. 351, s. 1-171; nr. 4540, s. 17-21; nr. 4735, s. 1-52; nr. 7457, s. 11-12; nr. 15609, s. 1-9; nr. 17642, s. 268-280; nr. 17983, s. 19-38; TK, TD, nr. 151, vr. 1a-194b; nr. 204, vr. 1a-66b; nr. 574, vr. 1a-21b; BA, KK, nr. 293, s. 70-78, 80, 84-85; Belâzürî, Fütûh (Fayda), bk. İndeks; Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), bk. İndeks; Mes‘ûdî, et-Tenbîh, s. 130, 144, 152; İbn Havkal, Ṣûretü’l-arż, s. 236-237; Makdisî, Aḥsenü’t-teḳāsîm, s. 130, 140, 144, 152; Yahyâ b. Saîd el-Antâkî, Târîḫu’l-Anṭâkî (nşr. Ömer Abdüsselâm Tedmürî), Trablus 1990, s. 41, 43, 427-428, 435; Sem‘ânî, el-Ensâb (Bârûdî), III, 108-109; İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, VIII, 618; ayrıca bk. İndeks; Yâkūt, Muʿcemü’l-büldân (Cündî), III, 120-121; İbnü’l-Adîm, Zübdetü’l-ḥaleb, II, bk. İndeks; Urfalı Mateos Vekayi-nâmesi (952-1136) ve Papaz Grigor’un Zeyli (1136-1162) (nşr. ve trc. H. D. Andreasyan), Ankara 1962, tür.yer.; , II, 299-323; Kâtib Çelebi, Cihannümâ, s. 443-444 (570-571); Evliya Çelebi, Seyahatnâme (Dağlı), III, 91-97; J. B. Tavernier, Les six voyages de Jean Baptiste Tavernier, Paris 1679, I, 183; C. Niebuhr, Reisebeschreibung nach Arabien und andern umliegenden Ländern, Copenhagen 1778, II, 407; L. Rauwolf, Aigentliche Beschreibung der Raiss inn die Morgenländer, Lauingen 1853 → (nşr. D. Henze), Graz 1971, s. 258-259; Helmuth von Moltke, Türkiye Mektupları (trc. Hayrullah Örs), İstanbul 1969, s. 163, 235-236; Gabriel, Voyages, s. 279; Fikret Işıltan, Urfa Bölgesi Tarihi, İstanbul 1960; Nejat Göyünç, XVI. Yüzyılda Mardin Sancağı, İstanbul 1969, s. 35-36 vd.; a.mlf. – Wolf-Dieter Hütteroth, Land an der Grenze, Istanbul 1997, s. 23, 25, 28, 64; E. Honigmann, Bizans Devletinin Doğu Sınırı (trc. Fikret Işıltan), İstanbul 1970, bk. İndeks; a.mlf. – [Nejat Göyünç], “Urfa”, İA, XIII, 50-57; a.mlf. – [C. E. Bosworth] – Suraiya Faroqhi, “al-Ruhā”, EI2 (İng.), VIII, 589-593; Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 22; a.mlf., Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi, İstanbul 1973, s. 232; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi: 1098-1118, İstanbul 1974; a.e.: 1118-1146, Ankara 1987; A. Birken, Die Provinzen des Osmanischen Reiches, Wiesbaden 1976, s. 193, 200; Runciman, Haçlı Seferleri Tarihi, I-III, bk. İndeks; A. Cihat Kürkçüoğlu, Ruha’dan Urfa’ya: 1780-1980, Ankara 1990, s. 4; a.mlf., Müze Şehir ve Peygamberler Şehri Şanlıurfa, Ankara 1997, fotoğraf 27-28; a.mlf., İnançlar Diyarı Şanlıurfa, Ankara 2000, s. 64-68; İbrahim Yılmazçelik, XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır (1790-1840), Ankara 1995, s. 8, 111-112, 123-125; Müslüm Akalın, Urfa’nın Kurtuluşuyla İlgili Belgeler, Şanlıurfa 1997; J. B. Segal, Edessa/Urfa: Kutsanmış Şehir (trc. Ahmet Arslan), İstanbul 2002; Ali Öngül, Urfa Tarihi: İslam Fethinden Osmanlı Hakimiyetine Kadar (639-1517), Manisa 2004; Ahmet Nezihi Turan, XVI. Yüzyılda Ruha (Urfa) Sancağı, Şanlıurfa 2005; Abdullah Ekinci, Ortaçağda Urfa: Efsane, Tarih, İnanç, İlim ve Felsefe Kenti, Ankara 2006; Hilmi Bayraktar, Tanzimattan Cumhuriyete Urfa Sancağı (İdari, Sosyal ve Ekonomik Yapı), Elazığ 2007; Edessa’dan Urfa’ya (ed. Mehmet Çelik), Ankara 2007, I-II; Salih Özbaran, “Antonio Tenreiro’nun Osmanlı Topraklarında Yaptığı Gezi Notları”, TİD, II (1984), s. 61; Mehmet Ali Ünal, “Diyarbekir Eyaletine Tâbi Sancakların İdarî Statüleri”, Ziya Gökalp Dergisi, sy. 44, Ankara 1986, s. 31-36; Erdoğan Merçil, “Selçukluların Anadolu’ya Gelişlerinden Haçlı Seferlerinin Başlangıcına Kadar Urfa’nın Durumu”, TTK Belleten, LII/203 (1988), s. 461-474; İlhan Şahin, “Evliya Çelebinin Urfa Hakkında Verdiği Bilgilerin Arşiv Belgeleri Işığında Değerlendirilmesi”, MÜTAD, sy. 4 (1988), s. 293-298; Zeki Tekin, “Yavuz Sultan Selim Döneminde Urfa’nın İdari Taksimatı”, Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, sy. 20, Erzurum 2002, s. 179-204; Mehmet Emin Üner, “XVII. Yüzyılda Osmanlı İskân Politikasının Bir Örneği: Urfa Yöresine Yerleştirilen Aşiretler”, TDA, sy. 159 (2005), s. 125-135.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 336-341 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

Bugünkü Şanlıurfa. I. Dünya Savaşı’ndan sonra önce İngilizler’in, ardından Fransızlar’ın işgal ettiği, bu sırada önemli ölçüde hasar gören Urfa 20 Nisan 1924 tarihinde il merkezi yapıldı ve şehrin hızlı gelişmesi bundan sonra başladı. Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımında (1927) nüfusu 30.000’i bulmuyor (29.918), kapladığı alan da tarihî çekirdek kesiminin dışına taşmıyordu.

Eski Urfa’nın topografyasında biri 570, diğeri 568 m. yüksekliğinde iki tepe ile onları ayıran ve içinden Daişan suyunun geçtiği deniz seviyesinden 520 m. yükseklikteki, boyun noktası dikkat çeker. Urfa bu iki tepe ve aralarındaki boyun üzerine kurulmuş şekliyle şehircilikte “semer tipi yerleşme” adıyla bilinen yerleşim tipinin ilginç bir örneğini oluşturur. 570 rakımlı tepe üzerinde kuruluşu tarihin çok eski dönemlerine kadar inen ve buraya peygamberler şehri ya da kutsanmış şehir unvanlarının verilmesine sebep olan Urfa Kalesi, onun kuzeyinde yer alan ve Tırfındıl adıyla bilinen tepe üzerinde ve yamaçlarıyla eteklerinde sivil mimari yönünden önem taşıyan Rastgeldi ve Yorgancı gibi eski dar sokaklar, tipik evler ve çeşitli dinî yapılar yer alır. Eski evlerin restore edilenlerinden bazıları ve şehrin ünlü çarşısı da bu tepenin güney yamaçları üzerindedir. Tepelerin arasındaki boyun noktasında sonradan havuz biçimine sokulan iki küçük göl bulunur. Şanlıurfa’nın âdeta simgesi haline gelen bu iki havuzdan büyük olanına içindeki kutsal sayılan sazan balıkları sebebiyle Balıklıgöl veya Halîlürrahman, bir kanalla ona bağlanan daha küçüğüne de Aynzelîha denilir. Halîlürrahman’ın bir kenarında Rıdvâniye (Rızvâniye) Camii ve Külliyesi, diğer kenarında çınar, selvi ve söğüt ağaçlarının gölgesinden yararlanan turistik kafeterya ve lokantalar yer alır. Şehrin turistik yerlerinden olan ünlü çarşısı da havuzlar civarından kuzeydeki Hâşimiye Meydanı’na kadar uzanır. Yörenin geleneksel yapısına uygun dükkân ve hanlardan oluşan çarşıda kısmen de olsa eski esnaf ve zanaat mensupları kendilerine ayrılmış bölümlerde etkinliklerini sürdürmektedir. Bu durum günümüzde de çarşının farklı kesimlerinin farklı adlarla tanınmasını sağlamıştır: Çulcu Pazarı, Kınacı Pazarı, Aktar Pazarı, İssotçular Pazarı (issot [ıssı ot] “acı biber”), Sipahi Pazarı, Nacar/Neccâr Pazarı, Bakırcılar Çarşısı, Kunduracılar caddesi gibi. Ancak bunlardan bazıları adlarını korumuş olsalar da fonksiyonlarını değiştirmişlerdir. Günümüzde Sipahi Pazarı adı verilen kesimde halıcıların yoğunlaştığı, Bakırcılar Çarşısı’nda eski bakırlardan çok modern mutfak gereçlerinin ve Kunduracılar caddesinde kunduradan ziyade çeşitli ticaret eşyasının satıldığı görülmektedir. Şanlıurfa Çarşısı’nın şöhreti ve bugün de devam eden canlılığı her şeyden önce Urfa’nın çeşitli yönlerden gelen tarihî ticaret yollarının düğümlendiği bir yerde bulunmasından kaynaklanır. Meselâ Habur sınır kapısından Türkiye’ye girerek Mardin-Viranşehir-Urfa-Birecik-Gaziantep üzerinden Adana’ya ulaşan yol bütün dönemlerinde olduğu gibi günümüzde de Şanlıurfa’nın ticarî önemini korumasında önem taşır. Bu yolun aynı zamanda İskenderun ve Mersin limanlarına bağlandığı düşünülürse şehrin ekonomik coğrafyasında taşıdığı değer daha da belirginleşir.

1950 yılına gelinceye kadar eski çekirdek kesiminin dışına pek taşmayan Şanlıurfa, kalenin eteklerinden başlayarak güney-kuzey doğrultusunda kabaca dikdörtgen biçiminde uzanıyordu ve o tarihte mahalle sayısı on yedi, nüfusu 38.685 idi. Uzun ekseni yaklaşık 925 m. (Kale-Köprübaşı arası), kısa ekseni yaklaşık 800 m. (Suruç yolu – Mahmutoğlu Kulesi arası) olan şehir, sadece doğudaki Beykapısı ile güneydoğudaki Harran Kapısı’nın ayakta kaldığı sur kalıntılarıyla sınırlanıyordu; mahallelerinin en eskileri de Göl, Camiikebir, Bıçakçı, Yâkubiye ve Pınarbaşı idi. Şehrin mahalle sayısının ve buna paralel olarak nüfusunun hızlı bir şekilde artmaya başlaması 1950’li yıllardan itibaren gerçekleşmiştir (1955 sayımında 48.296 nüfus). Surlar dışındaki ilk gelişme Karakoyun deresinin kuzeyinde, günümüzdeki Gaziantep-Mardin yolu ile dere arasında kalan alanda başlamış, bu kesimde yapılan vilâyet konağı, jandarma komutanlığı ve belediye gibi bazı yönetim binalarının çevresinde yeni bir merkez oluşmuş ve bu yeni merkezle Gümrük Hanı çevresinde toplanmış bulunan geleneksel merkez, aslında güney-kuzey doğrultulu tek bir cadde olmakla birlikte farklı kesimlerinde farklı adlar alan (güneyden kuzeye doğru Kunduracılar caddesi, Divanyolu caddesi, Sarayönü caddesi, Atatürk Bulvarı) eksenle birleştirilmiştir. 1956’da yapımı tamamlanan Birecik Köprüsü’nün hizmete girmesi şehrin çevresiyle bağlantı kurmasına ve daha hızlı gelişmesine yardımcı olmuş, bu arada nüfusu da 1960 sayımında 59.863’e ulaşmıştır.

1960’lı yıllarda başlayan kuzeye doğru gelişme 1970’li yılların başlarında Gaziantep, Mardin ve Diyarbakır’dan gelen yolların kesiştiği Âbide Meydanı ile şehrin merkezini birleştiren Atatürk Bulvarı’nın yapımından sonra daha da hızlanmıştır. Bu kesimde özellikle Atatürk Bulvarı’nın batı tarafında içlerinde birbirini dik açıyla kesen yolların bulunduğu Bahçelievler, Sultan Fatih, Mimar Sinan gibi modern mahalleler oluşmaya başlamış, bu mahalleler ve bulvar üzerinde sayısı giderek artan çok katlı binalar şehrin bu kesimiyle geleneksel kesimi arasında çok farklı bir görünüm ortaya çıkarmıştır. Diyarbakır yolu ile Mardin yolu arasında kalan bölümde Esentepe, Ertuğrulgazi, Osmangazi, Hamidiye, Ulubatlı, Yeşildirek, Veyselkaranî ve Sırrın deresinin ötesindeki Karşıyaka mahallesi gibi yeni mahalleler kurulmuş, bu arada Sırrın köyü belediye sınırları içine alınarak mahalle haline getirilmiştir. Büyüme sadece kuzey yönünde olmamış, Akçakale yolu boyunca kurulan Eyyüpnebi, Hayatiharrani, Eyyüpkent mahalleleriyle güneye ve güneydoğuya, kalenin bulunduğu tepenin yamaçlarına kurulan Topdağı, Dedeosman, Haleplibahçe mahalleleriyle de güneybatıya doğru gerçekleşmiştir.

Şehrin genişlemesinde, çevrenin ziraî imkânlarını çoğaltarak ürünlerdeki çeşitliliği arttırıp burayı daha renkli bir alım satım merkezi haline getiren Güneydoğu Anadolu Projesi’nin (GAP) büyük etkisi olmuş, aynı etki çevreden gelen göç akınını da hızlandırarak nüfusa her sayım döneminde gittikçe artan miktarların eklenmesini sağlamıştır. 1965’te 75.000’e yaklaşan nüfus 1970’te 100.654’e, 1975’te 132.934’e, 1980’de 147.488’e, 1985’te 194.969’a, 1990’da 276.528’e, 2000’de 385.588’e ve 2007’de 472.238’e çıkmıştır. 2007 yılındaki altmış yedi mahallede yaşayan bu nüfusuyla Güneydoğu Anadolu bölgesinin Gaziantep ve Diyarbakır’dan sonra üçüncü büyük şehri olan Şanlıurfa, Türkiye’nin on üçüncü büyük şehridir. Şehrin gelişmesinde 1970’li yıllarda başlayan sanayileşmenin de rolü büyüktür.

Hızlı nüfus artışının kaçınılmaz bir sonucu olan gecekondulaşma Şanlıurfa’da da görülmüş ve eski yerleşme alanını güney, batı ve güneybatıdan çevreleyen gecekondu kuşakları oluşmuştur. Ayrıca hızlı kentleşme geleneksel mimari eserleri olumsuz yönde etkilemiş, yenileşme birçok Anadolu şehrinde olduğu gibi burada da tarihî dokudan fedakârlıklar yapılarak gerçekleştirilmiştir. Meselâ Kale ile Karakoyun deresi arasında birbirine paralel uzanan Vali Fuatbey ve 12 Eylül caddeleri açılır ya da eski caddeler genişletilirken birçok geleneksel ev yıkılmıştır. Aynı şekilde Vali Fuatbey caddesine açılan sokaklardan bazıları orijinalliklerini yitirmiş durumdadır.

Şanlıurfa şehrinin merkezi olduğu Şanlıurfa ili Mardin, Diyarbakır, Adıyaman ve Gaziantep illeriyle komşudur. Suriye ile de Türkiye’nin güney sınırının bir kısmını oluşturur. Merkez ilçeden başka Akçakale, Birecik, Bozova, Ceylanpınar, Halfeti, Harran, Hilvan, Siverek, Suruç, Viranşehir adlı on ilçeye ayrılan, 18.765 km2 genişliğindeki Şanlıurfa ilinin sınırları içinde 2007 sayımına göre 1.523.009 kişi yaşamaktaydı ve nüfus yoğunluğu 81 idi. Diyanet İşleri Başkanlığı’na ait 2007 yılı istatistiklerine göre Şanlıurfa’da il ve ilçe merkezlerinde 315, kasabalarda 28 ve köylerde 1027 olmak üzere toplam 1370 cami bulunmaktadır. İl merkezindeki cami sayısı 170’tir.

BİBLİYOGRAFYA
Metin Sözen, Anadolu Kentleri, İstanbul 1971, s. 248, 249, 251, 253; A. Cihat Kürkçüoğlu, Müze Şehir ve Peygamberler Şehri Şanlıurfa, Ankara 1997; Mustafa Ayataç, Peygamberler Şehri Urfa, İstanbul 1988; Mahmut Karakaş, Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler, Ankara 2001; Ahmet Mümtaz Maden, Olivier’ye Göre Anadolu (Birecik, Şanlıurfa, Mardin, Nusaybin) (yüksek lisans tezi, 2001), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 19-24; Metin Tuncel, “Urfa’nın Tarihi Coğrafyasının Son Halkası: Cumhuriyet Dönemi”, Uygarlıklar Kapısı Urfa, İstanbul 2002, s. 81-90; Fuat Rastgeldi, “Bahçelievler”, Güneydoğu, sy. 5572, Şanlıurfa 1997, s. 1-3; a.mlf., “Çarpık Kentleşme”, a.e., sy. 5664 (1998), s. 1-3; a.mlf., “Katledilen Şehir”, a.e., sy. 5668 (1998), s. 1-3.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 341-343 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

MİMARİ. Dinî Mimari. Camiler-Mescidler. XVI. yüzyıl vakıf tahrirlerinde Urfa (Ruha) sancağında otuz dört cami ve mescidin bulunduğu kayıtlıdır. XVII. yüzyıl ortalarında Urfa’yı ziyaret eden Evliya Çelebi yirmi iki cami ve altmış yedi kadar mescidden söz etmektedir. Günümüzde mevcut olmayan, ancak vakfiyelerde isimleri geçen camiler şunlardır: Siverekli Ali Camii, Hacı Korkmaz Camii, Çine Camii, Tarihli Mescidi, Şah Hüseyin Camii, Mahkeme Mescidi, Hacı Mihman Camii, Meşarkiye Camii, Hacı Sâdıka Mescidi, Kubbe Mescidi, Gelen Mescidi, Mûsâ Efendi Camii, Kutbiye Camii, Sâkıbiye Camii. 1876 tarihli Halep Vilâyeti Salnâmesi’nde Urfa merkez kazasında yirmi dört cami ile iki mescidin bulunduğu belirtilmektedir. Şehirde 1887’de otuz bir cami ile otuz bir mescid, 1893’te yetmiş yedi cami ve mescid, 1894’te elli sekiz cami mevcuttur. Son yirmi yıl içerisinde Şanlıurfa’da Sultan Bey, Kardeşler (İhlâsiye), Kamberiye, Damad Süleyman Paşa, Abdülvâhid Hoca ve Kutbeddin camileri yıktırılarak yerlerine betonarme camiler inşa edilmiştir. Şanlıurfa il merkezinde halen mevcut otuz dokuz tarihî cami ve mescid şunlardır: Arabî Camii, Âsım Paşa Mescidi, Behramlar, Circîs Peygamber, Çâkerî, Dabakhane, Eski Ömeriye, Fırfırlı, Hacı Lutfullah camileri, Hacı Yâdigâr Camii (Kuttik Cami), Halîlürrahman, Hasan Padişah, Hayrullah, Hekim Dede, Hizanoğlu, Hüseyin Paşa camileri, Hüseyniye Mescidi, İmam Sekkâkî, Kadıoğlu, Kara Mûsâ camileri, Kıbrıs Mescidi, Kutbeddin, Mevlid-i Halîlürrahman (Dergâh), Mevlevîhâne camileri, Miskinler Mescidi, Müderris Camii, Narıncı Camii, Nimetullah Camii (Ağcami), Nur Ali Mescidi, Pazar, Rıdvâniye, Selâhaddîn-i Eyyûbî camileri, Siverekli Mescidi, Şehbenderiye Camii, Toktemir Mescidi, Tuzeken Camii, Ulucami, Yeni Ömeriye Camii, Yûsuf Paşa Camii. Bunlardan Ulucami ve Pazar Camii Zengîler dönemine (XII. yüzyıl), Halîlürrahman Camii Eyyûbîler devrine (608/1211-12), Hasan Padişah Camii Akkoyunlular zamanına (XV. yüzyıl), bunların dışında kalan otuz iki cami Osmanlı dönemine aittir. Camilerin en erken tarihlileri Eski Ömeriye (701/1301), Hasan Padişah (902/1496), Hacı Yâdigâr (920/1514), Mevlid-i Halîlürrahman (929/1523), Çâkerî (930/1524) ve Nimetullah (XVI. yüzyıl başları) camileri olup Selâhaddîn-i Eyyûbî, Circîs Peygamber ve Fırfırlı camileri Osmanlı döneminde kiliseden çevrilmiştir. Camiler çok ayaklı, orta kubbenin yanlara doğru genişlediği, eş değerde çok kubbeli, mihrap önü kubbeli, tek kubbeli kübik, kare mekânlı tonozlu, mihraba paralel tek sahnlı tonozlu, mihraba dikey tek sahnlı tonozlu, mihraba dikey çift sahnlı tonozlu ve bazilikadan çevrilen camiler olmak üzere başlıca on plan şemasına sahiptir. Ulucami’nin on üç gözlü son cemaat yeri, Anadolu camilerindeki son cemaat yerinin ilk örneği olması bakımından önem taşımaktadır. Dabakhane Camii’nin (970/1562) mükebbiresi, Arabî Camii’nin (1156/1743) yağışlı havalarda kullanılan, üzeri kapalı ve çevresi sütunlu şerefesi ve bunun üzerindeki açık havalarda kullanılan, üstü açık ikinci şerefe Urfa camileri içerisinde tek örnektir.

Tekkeler-Zâviyeler. XVI. yüzyıl vakıf tahrirlerine göre Urfa sancağında Ayn-ı Halîlürrahman, Mevlid-i Halîlürrahman, Şeyh Mesud Dede-i Horasânî ve Mencek Zâviyesi adlarında dört zâviye bulunmaktadır. Şanlıurfa’da günümüzde Zengî-Eyyûbî döneminden Şeyh Mesud Zâviyesi, Osmanlı döneminden Afgan, Hindistanî, Sâdık Kalfa ve Şeyh Saffet tekkeleri mevcuttur. Şeyh Mesud Zâviyesi 579 (1183) tarihli olup dört eyvanlı plandadır. Şeyh Saffet Tekkesi’nin tarikat mensuplarının misafir edildiği avlulu bölümü geleneksel Şanlıurfa evleri planındadır. Bunun güneyine bitişik durumdaki, şeyhle sohbet edilen ve zikir yapılan mekân tek kubbelidir.

Medreseler. Memlükler’in Şam meliki Emîr Mencek’in 775 (1374) tarihli vakfiyesinde Mencek Zâviyesi’nin bünyesinde mescid, imaret ve medresenin olduğu kayıtlıdır. Aynı vakfiyede ayrıca Temürboğa Medresesi’nin adı geçmektedir. Evliya Çelebi Urfa’daki Kızıl (Ulu) Cami, Sultan Hasan ve Fîruz Bey medreselerinden bahsetmektedir. Bunlardan Kızıl Cami Medresesi ve Sultan Hasan (Hasan Padişah) Medresesi yıkılmıştır. Başka hiçbir kaynakta adına rastlanmayan Fîruz Bey Medresesi’nin yeri tesbit edilememiştir. 1867 tarihli Halep Vilâyeti Salnâmesi’nde Urfa merkezinde bir, 1883’te on dört ve 1887’de on sekiz medresenin mevcudiyeti, bu medreselerde 500 öğrencinin okuduğu kayıtlıdır. 1321 (1903) tarihli Nezâret-i Maârif-i Umûmiyye Salnâmesi’nde altı medresenin adı zikredilmektedir. Urfa’da Eyyûbîler dönemine ait 587 (1191) tarihli Selâhaddîn-i Eyyûbî Medresesi’nin kitâbesi ve bir duvarı günümüze ulaşmıştır. Osmanlı devrine ait Abbas Ağa Medresesi (1107/1695-96) ortadaki kubbeli dershanenin iki yanında sıralanmış tonozlu odalardan oluşmuştur. 1149 (1736-37) tarihli Rıdvâniye Medresesi bir avluyu çevreleyen, önleri revaklı tonozlu odalardan ve kubbeli dershane-mescidden oluşan açık avlulu klasik Osmanlı medreseleri planındadır. Nakibzâde Medresesi (1196/1782) ortadaki büyük eyvanın doğusunda tonozlu bir oda, batısında biri kubbeli, diğeri tonozlu iç içe iki odalı bir plana sahiptir. Balıklıgöl’ün batısında bulunan Halîlürrahman Medresesi merdivenlerle çıkılan “L” şeklinde planı ve önleri revaklı tonozlu odalarıyla farklı bir plan gösterir (bk. HALÎLÜRRAHMAN KÜLLİYESİ). Geleneksel Şanlıurfa evleri planındaki İbrâhimiye Medresesi (1136/1723) iki katlı şeması ile diğer medreselerden ayrılır. Süleyman Ağa (Yûsuf Paşa) Medresesi ile (XVIII. yüzyıl ilk yarısı) Şehbenderiye Medresesi (1328/1910) bağlı oldukları camilerin müştemilâtı olan odalardan ibarettir. Bunların dışında şehirde Rahîmiye, Sâkıbiye, Rızâiye, Süleymâniye, Burhâniye, Hâmisiye, Rahmâniye, Şâbâniye, İhlâsiye, Kutbeddin ve Abdurrahman Efendi medreselerinin varlığı kaynaklarda belirtilmektedir.

Hamamlar ve Çimecekler. Evliya Çelebi Paşa, Samsat Kapısı ve Hacı Bey hamamları, Cıncıklı Hamam, Arasa, Muharrem, Keçeci ve Meydan hamamları olmak üzere sekiz hamamın adını vermektedir. İbn Maktûl, Mencek, Karaburç, Danakovan, Halîlürrahman hamamları, Kuloğlu’nun hamamı ve Ayaklı Hamam’ın çeşitli vakfiyelerde adları geçer. Şehirde Osmanlı döneminden kalma, halen çalışır durumda Velî Bey, Sultan, Vezir, Cıncıklı, Eski Arasa, Serçe ve Şâban hamamları bulunmaktadır. Bunlardan Sultan ile Vezir hamamları plan bakımından tam bir benzerlik gösterir. Cıncıklı ile Velî Bey hamamları ılıklık kısımlarının üç bölümlü oluşuyla, Serçe Hamamı beş eyvanlı sıcaklık bölümüyle, Şâban ve Eski Arasa hamamları ılıklık kısımlarının yanlara alınmış olmasıyla farklı plan göstermelerine rağmen genel şema bakımından ortak özelliklere sahiptir. Ayrıca Sultan Hamamı’na bitişik olarak Keçeci Hamamı bulunmaktadır. Şanlıurfa’da yoksul kişilerin ücretsiz yıkanması için camilere bağlı, “çimecek” denilen su yapılarına da yer verilmiştir. Bunlardan sadece tek kubbeli ve kare mekânlı planı ile Ulucami Çimeceği günümüze ulaşmıştır.

Çeşmeler, Sebiller ve Maksem. Şehirde Osmanlı döneminden kalma Emencekzâde, Fîruz Bey, Hekim Dede, Şeyh Saffet, Yıldız Meydanı, Haydar Ağa, Hüseyin Ferîdüddin, Hâfız Süleyman Bozan Efendi, Şehbenderiye, Sütçü Abdurrahman Efendi, Yıkık Sokak ve Hüseyniye Çarşısı (iki adet) adlarında on üç sokak çeşmesiyle Fîruz Bey ve Şeyh Ebûbekir sebilleri bulunmaktadır. Kadıoğlu Camii’ndeki su maksemi, Jüstinyen Su Kemeri vasıtasıyla şehre gelen suyun toplandığı ve buradan taksim edildiği tek örnektir.

Köprüler. Şehrin içerisinden geçen Karakoyun deresi üzerinde Beykapısı’ndan başlayarak yukarıya doğru sırasıyla Demirkapı (Osmanlı dönemi), Beykapısı (Kısas) (Bizans dönemi), Hacı Kâmil (Osmanlı dönemi), Samsat (Bizans dönemi) köprüleri, Jüstinyen Su Kemeri (Bizans dönemi), Ali Sâib Bey Köprüsü (Osmanlı dönemi) ve Hızmalı Köprü (Karakoyunlu dönemi) bulunmaktadır. Bunlardan Demirkapı ve Beykapısı köprüleri Karakoyun Deresi Islah Projesi çerçevesinde 1990’lı yıllarda yıktırılmıştır.

Şehir Surları ve İç Kale. Milâttan sonra V. yüzyıl başlarına ait kaynaklarda geçen ve Arap akınlarına karşı IX. yüzyıl başlarında şehir halkı tarafından tahkim edildiği bilinen Urfa surlarının ilk inşa tarihi belli değildir. Önemli bir kısmı yıkılmış olan surların Harran Kapısı, Beykapısı’na ait Mahmutoğlu Kulesi ile yer yer duvar ve burç kalıntıları günümüze ulaşmıştır. Harran Kapısı’nın şehre bakan kuzey cephesindeki Eyyûbî neshiyle yazılmış şerit kitâbede Selâhaddîn-i Eyyûbî’nin kardeşi Ebûbekir Gāzî b. Eyyûb’un adı geçmektedir. İç kalenin IX. yüzyıl başlarında yapıldığı tahmin edilmektedir. Bizanslılar, Haçlı Kontluğu, Selçuklular, Eyyûbîler, Memlükler, Akkoyunlular ve Osmanlılar döneminde çeşitli onarımlar geçiren kalenin kuzey, doğu ve güney cephelerinde bu onarımlara dair kitâbeler vardır.

Hanlar ve Çarşılar. Çifte Han, Aslanlı Hanı, Boyahâne Hanı, Ali Bargut’un hanı, Zincirli Han (Küsto’nun hanı), Cesur ve Hacı Ali Ağa hanları otuz yıl öncesine kadar ayakta olan, bugün yıkılmış hanlardır. Ayrıca Bîcan Ağa’nın XIX. yüzyıl sonlarında Hâşimiye Meydanı yakınına yaptırdığı ikinci han (Emniyet Oteli) 1980’li yıllarda yıktırılarak yerine Kuyumcular Çarşısı inşa edilmiştir. Mimari özellik göstermeyen bazı küçük hanlar dışında halen Şanlıurfa merkezinde Osmanlı dönemine ait Millet, Gümrük, Hacı Kâmil, Barutçu, Mencek, Şâban, Kumluhayat, Fesadı, Samsat Kapısı, Bîcan Ağa ve Topçu hanları olmak üzere on bir adet büyük han mevcuttur. Bunlardan Gümrük, Hacı Kâmil, Mencek, Barutçu ve Fesadı hanları avlulu iki katlı, diğerleri avlulu tek katlıdır. Urfa’nın 1517’de Osmanlı hâkimiyetine girmesinden hemen sonra inşa edildiği tahmin edilen iki avlulu Millet Hanı 17.500 m2’lik alanı ile Şanlıurfa hanları içerisinde en büyük olanıdır. Kanûnî Sultan Süleyman zamanında 974 (1566) yılında Behram Paşa tarafından iki katlı olarak yaptırılan Gümrük Hanı, Evliya Çelebi Seyahatnâme’sinde Yetmiş Hanı, bazı kaynaklarda ise iki renkli taşlarından dolayı Alaca Han adıyla geçmektedir. Şanlıurfa’nın Osmanlı döneminden kalma iş hanları ve çarşılarından oluşan eski ticaret merkezi Gümrük Hanı civarında yoğunluk göstermektedir. Kazzâz pazarı (Bedesten), Sipahi, Koltukçu, Pamukçu, Oturakçı, Kınacı, Bıçakçı, Kazancı, Neccâr, İsotçu, Demirci, Çulcu, Çadırcı, Sarraç, Aktar, Tenekeci, Kürkçü, Eskici, Keçeci, Kokacı (Kovacı) ve Kasap pazarları; Boyahâne, Kavafhâne ve Hanönü çarşıları, Hüseyniye çarşıları, Gümrük Hanı civarında yer alan ve günümüzde tarihî özelliklerini koruyan önemli alışveriş yerleridir. Bunlardan Kazzâz, Sipahi, Pamukçu, Kınacı ve Kasap pazarları ile Boyahâne Çarşısı ve iki adet Hüseyniye Çarşısı kapalı çarşıdır.

Saraylar ve Konaklar. Evliya Çelebi, Urfa saraylarının bağlı, bahçeli, akarsulu, hamamlı büyük saraylar olduğunu söyleyerek bunlardan Tayyar Mehmed Paşa Sarayı ile oğlunun adıyla anılan Ahmed Paşa Sarayı, ayrıca Paşa, Molla, Gezer Paşa, Celâlî Kadı, Sardoğlu Mustafa Paşa ve Ali Paşa saraylarının adını vermektedir. Rakka Valisi Yûsuf Paşa, 1122 (1710) tarihli vakfiyesinde Yûsuf Paşa Camii’nin kuzeyinde Valiler Sarayı ismiyle bir saray yaptırdığını kaydetmektedir. Sarayın bugünkü Sarayönü semtine adını veren ve günümüzden elli altmış yıl öncesine kadar ayakta olan Eski Saray olduğu tahmin edilmektedir. Ömer Paşa vakfına ait 1194 (1780) tarihli vakfiyeden Bişar Paşa Konağı adında bir konağın Şanlıurfa’da mevcut olduğu anlaşılmaktadır. Kesme taştan inşa edilen Kürkçüzâde Mahmud Nedim Efendi, Osman Efendi ve Ömer Edip Efendi konakları, Şair Sâkıb Efendi, Hacıkâmilzâde Yûsuf Ziyâ Efendi, Hacıkâmilzâde Küçük Hacı Mustafa Efendi konakları, Sâkıblar’dan Halil Bey’in Aynalı Köşkü bu grubun Şanlıurfa’daki son dönem Osmanlı örnekleridir. Ayrıca 1983’te yıktırılarak yerine Cebeci İşhanı yaptırılan Vali Konağı kesme taşın modern mimariye uygulanışını temsil eden ilk örneklerden olması bakımından önem taşımaktaydı. Bu yapılardan Millet Hastahanesi Yokuşu’ndaki Kürkçüzâde Mahmud Nedim Efendi, Köprübaşı’nda Hacıkâmil Köprüsü üzerindeki Hacıkâmilzâde Yûsuf Ziyâ Efendi, Vali Fuadbey caddesi üzerindeki Hacıkâmilzâde Küçük Hacı Mustafa Efendi (Vilâyet Konukevi) konakları ve Sâkıb’ın köşkü günümüze ulaşabilmiş, diğerleri yıktırılmıştır.

Evler. Osmanlı dönemi mimari dokusunun önemli bir kısmını meydana getiren evlerde ve evlerin oluşturduğu sokaklarda kullanılan malzemenin, uygulanan plan tiplerinin seçiminde iklimin büyük etkisi görülmektedir. Kalker taşından yapılmış kalın duvarlar ve tonoz örtülü toprak damlarla yaz aylarının gölgede 45-47 dereceye kadar çıkan sıcaklığı büyük ölçüde hafifletilmiş, sokakların dar, duvarların yüksek tutulmasıyla günün her saatinde güneşten korunarak yürünebilecek gölgelik kesimler elde edilmiştir. Evlerin haremlik ve selâmlık olarak inşa edilmesi ve sokak tarafından penceresiz yüksek duvarlarla çevrilip gizlenmesi İslâm’daki aile hayatının mahremiyeti gereği ortaya çıkmıştır. Dışarıya kapalı olan evlerin birer sarayı andırır ölçüde büyük ve teşkilâtlı yapılmasının sebebini birleşik aile düzeninde ve ailelerin kalabalık olmasında aramak gerekir. Evlerin biçimlenmesinde sosyal ihtiyaçların etkisini görmek mümkündür. Çatı yerine düz damın kullanılmış olması salça, biber, bulgur, pekmez gibi kışlık erzakın kurutulması ihtiyacından doğmuştur. Ayrıca sıcak yaz gecelerinde açık havada yatma ihtiyacı düz damların yapılmasını sağlayan sebepler arasında sayılabilir. Geniş ve açık avluların (hayat) ortaya çıkmasında iklimin sıcak olmasının etkisi vardır. Ancak sünnet, düğün gibi gelenekler de avlunun biçimlenmesinde rol oynamıştır. Yılın yedi ay gibi büyük bir bölümünün sıcak geçtiği Şanlıurfa’da serin bir mekân olarak kullanılan yazlık ve kışlık eyvanlar Urfa evlerinin vazgeçilmez öğesidir. Bazı evlerde yazlık eyvanın arka duvarındaki nişe hava akımını sağlayan ve yazın serinlik veren, damla bağlantılı, baca şeklinde hava kanalı açılmış, bu kanal dam üzerinde mihrap biçimindeki rüzgâr taşıyla son bulmuştur. Kuzeye veya kuzeybatıya yönlendirilen bu taşlara çarpan rüzgârın hava kanalından eyvana inerek serinlik vermesi sağlanmıştır. Rüzgâr taşları aynı zamanda yaz aylarında gece namazları için mihrap vazifesi görmektedir. Beykapısı burçlarındaki Mahmudoğlu Mustafa Ağa haremliği ve Çâkerî Camii karşısındaki Köroğluzâde Haydar Ağa Evi eyvanlarında görüldüğü gibi nâdir de olsa bazı eyvanlara bölgedeki Artuklu geleneğini sürdüren selsebiller yapılmıştır. Şanlıurfa’daki mimari eserlerde evler dışında taş süslemeye pek önem verilmemesi dikkat çekmektedir. Ahşap süsleme ise Urfa evlerinde şaşırtıcı derecede bir zenginlik gösterir. Evlerdeki odaların kapıları, pencere kanatları, duvar kaplamaları, “göz göz” tabir edilen süslemeli ahşap raflardan oluşan nişler ağaç oyma sanatının inceliklerini ve motif zenginliklerini yansıtır.

BİBLİYOGRAFYA
Evliya Çelebi, Seyahatnâme, III, 152-156; Gabriel, Voyages, tür.yer.; Fikret Işıltan, Urfa Bölgesi Tarihi, İstanbul 1960, tür.yer.; Metin Sözen, Anadolu Medreseleri, İstanbul 1970-72, I-II; Hamza Gündoğdu, Türk Mimarisinde Figürlü Plastik (doktora tezi, 1979), İÜ Ed.Fak. Sanat Tarihi, s. 125-127; Mehmet Alper, Urfa’nın Mekânsal Yapısı, Türk-İslam Mimarisindeki Yeri ve Önemi (doktora tezi, 1987), İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü; Zahide Akkoyunlu, Geleneksel Urfa Evlerinin Mimari Özellikleri, Ankara 1989; Işın Demirkent, Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi: 1098-1118, Ankara 1990, tür.yer.; A. Cihat Kürkçüoğlu, Ruha’dan Urfa’ya: 1780-1980, Ankara 1990; a.mlf., Şanlıurfa Su Mimarisi, Ankara 1992; a.mlf., Şanlıurfa Camileri, Ankara 1993; a.mlf., Şanlıurfa’da Canlanan Tarih, Ankara 1995; a.mlf., Şanlıurfa İslam Mimarisinde Taş Süsleme (doktora tezi, 1998), SÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “Urfa Mimari Eserlerine Genel Bir Bakış”, Uygarlıklar Kapısı Urfa, İstanbul 2002, s. 109-141; Mahmut Karakaş, Cumhuriyet Öncesi Şanlıurfa’da Kültür ve Eğitim, Ankara 1995; a.mlf., Şanlıurfa ve İlçelerinde Kitabeler, Ankara 2001; Mehmet Memiş, Şanlıurfa Medreseleri (doktora tezi, 1998), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “Rızvâniye Câmii ve Külliyesi”, Harran Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dergisi, sy. 3, Şanlıurfa 1997, s. 329-347; Selâhaddin E. Güler, “Urfa’nın Tarihteki Şehir Kapıları”, Şanlıurfa: Uygarlığın Doğduğu Şehir (haz. A. Cihat Kürkçüoğlu v.dğr.), Ankara 2002, s. 109-113; Ahmet Nezihi Turan, XVI. Yüzyılda Ruha (Urfa) Sancağı, Şanlıurfa 2005, tür.yer.; Halit Çal, “Şanlıurfa’daki Taşınmaz Eski Eserler Hakkında Bir Ön Araştırma”, Yeni Harran Çevresi, sy. 4, Şanlıurfa 1993, s. 49-70; Ziya Kazıcı, “Osmanlı Arşiv Belgelerine Göre Urfa’daki Vakıf Hizmetleri”, MÜİFD, sy. 5-6 (1993), s. 85-102.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 343-346 numaralı sayfalarda yer almıştır.