ŞEHÂDET ÂLEMİ

Duyularla idrak edilen varlıklar dünyası anlamında bir terim.

Müellif:

Sözlükte “kesinlik derecesinde haber vermek; bir yerde hazır bulunmak” anlamlarında masdar, “tanıklık yapma; duyularla algılanan şey” mânalarında isim şeklinde kullanılan şehâdet ile âlem (yaratıcısının varlığına alâmet teşkil eden şey) kelimelerinden oluşan şehâdet âlemi (âlemü’ş-şehâde) “duyularla idrak edilen her şey” demektir (Lisânü’l-ʿArab, “ʿalm”, “şhd” md.leri). Kur’ân-ı Kerîm’de “âlimü’l-gaybi ve’ş-şehâde” (duyuların idrakini aşan ve aşmayan şeyleri bilen [Allah]) ifadesiyle on yerde geçmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “şhd” md.). Bu terkipte şehâdet gaybın karşıtı olarak kullanılırken âlem kelimesi yer almamakta, buna karşılık ilâhî ilmin taalluk alanı gayb ve şehâdet şeklinde iki kısma ayrılmakta, dolayısıyla iki farklı âlemin bulunduğuna işaret edilmektedir. Yine Kur’an’da “yevmün meşhûd” (her şeyin apaçık ortaya konacağı gün) (Hûd 11/103), Allah hakkında “şâhid” (hazır bulunan, tanıklık eden), yaratıklar için “meşhûd” (hazır bulundurulan) (el-Burûc 85/3) tabirleri yer almaktadır. Cenâb-ı Hak, ilminin bâtınî varlıklara taalluk etmesi bakımından habîr diye nitelendirildiği gibi zâhirî varlıklara taalluk etmesi açısından şehîd olarak nitelendirilmiştir. Kur’an’da şehâdet-gayb karşılığında “mülk-melekût, halk-emr” kelimeleri de zikredilmektedir. Şehâdet ve gayb kelimeleri hadislerde birbirinin alternatifi şeklinde yer almaktadır (Müsned, IV, 264; Nesâî, “Sehiv”, 62). Ayrıca Kur’an’da olduğu gibi hadislerde de “âlimü’l-gaybi ve’ş-şehâde” ifadesi sıkça geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “Şehâdet” md.).

Kelâm ilminde şehâdet âlemi-gayb âlemi ilişkisi önemli bazı konuların açıklanmasında başvurulan bir ilke konumundadır. Kur’ân-ı Kerîm’de akaidin temel esasını teşkil eden Allah’ın varlığı, ayrıca ceza ve mükâfat günü olan âhiretin mutlaka gerçekleşeceği gibi konular hakkında şehâdet âleminin yani tabiatın kuruluş ve işleyişindeki fevkalâdelikle istidlâl edilir. İsbât-ı vâcib için kullanılan hudûs, gaye ve nizam delilleri ayrıca İslâm filozoflarının tercih ettiği imkân delili Kur’an’da “semâvât ve arz” diye ifade edilen tabiatın müşahedesine dayanır, böylece şehâdet âleminden duyu ötesi olan yaratıcının varlığına geçilir. Ebû Mansûr el-Mâtürîdî, duyulur âlemin duyu ötesi için delil teşkil etmesi ilkesini öne sürerek âlemin kadîm olduğunu söyleyenleri eleştirmiş, buradaki delâletin şâhidle gāibin birbirinin aynı veya benzeri oluşuna değil onların mevcudiyetine, kısmen de bazı niteliklerine yönelik olabileceğini belirtmiştir. Böylece materyalistlerin değişikliğe uğramayacağını zannettikleri madde âleminin kadîm olduğu şeklindeki görüşlerini çürütmüş, yaratanla yaratılanlar arasındaki ilişkinin (delâlet) benzerlik veya denklik değil yaratılanların her yönden ihtiyaç içinde olmaları, yaratanın ise bundan münezzeh bulunması (zıtlık, hilâf) esasına dayandığını ispat etmiştir (Kitâbü’t-Tevḥîd, s. 47-50). İslâm tarihinde az sayıdaki Müşebbihe mensupları da Allah’ın bazı sıfatlarını (sıfât-ı haberiyye) beşerî sıfatlarına benzeterek şehâdet ve gayb âlemleri arasındaki delâlette hataya düşmüştür.

İslâm filozofları eski Yunan düşüncesinden etkilenip âlemi ulvî ve süflî şeklinde ikiye ayırmış, ay dahil olmak üzere felekler ve akıllardan teşekkül eden ulvî âlemin kuruluş ve işleyişini kadîm diye nitelemiş, arzdan ibaret bulunan, oluş ve bozuluşa mâruz kalan ay altı âleminin ise fâni olduğunu ileri sürmüştür. Akaid ve kelâm âlimleri, “kıyâsü’l-gāib ale’ş-şâhid” ilkesi çerçevesinde düşünerek ve Kur’an’ın beyanlarına dayanarak söz konusu âlemin de arzdakine benzer maddelerden meydana gelebileceğini ve onun da mutlaka fâni olduğunu söylemiştir. İlmî araştırmalar sonunda ayla birlikte diğer gezegen ve yıldızlar hakkında elde edilen bilgiler kelâm âlimlerini haklı çıkarmıştır.

Kur’ân-ı Kerîm’de, ilâhî dinlerin birey ve toplum açısından büyük önem verdiği âhiretin varlığını ispat sadedinde şehâdet âlemindeki oluşumlardan, insan neslinin üreme biçiminden çok sayıda örnek verilir, böylece şehâdet âleminden duyu ötesi âleme geçilir: “Biz ilk yaratma sırasında acz emâresi mi gösterdik? Hayır, hakikat şu ki bazı insanlar yeni yaratma hususunda zihin karışıklığı içindedir” (Kāf 50/15). Bazı âlimler, şehâdet âlemiyle gayb âlemi arasında bağ kuramayarak kabir azabının mümkün olmayacağını ileri sürmüştür. Ancak âlimlerin büyük çoğunluğu kabir azabının hak ve gerçek olduğunu söylemiş, ölüye ilâhî rahmet veya azabı hissedecek derecede ruhanî ve cismanî bir hayatiyetin verileceğini kabul etmiştir. Nitekim canlıların temel varlığını meydana getiren hücre ve gen alanındaki bilimsel gelişmeler çoğunluğun haklılığını ortaya koymaktadır (bk. ACBÜ’z-ZENEB). Şehâdet âlemi-gayb âlemi ilişkisinin, İslâm filozofları tarafından kabul edilmeyen haşr-i cismânî meselesine ve naslarda cennetle ilgili bazı tasvirlerin yorumlanıp anlaşılmasına ışık tutması da mümkündür (bk. CENNET [Tasviri]; HAŞİR).

BİBLİYOGRAFYA
Müsned, IV, 264; Mâtürîdî, Kitâbü’t-Tevḥîd (nşr. Bekir Topaloğlu – Muhammed Aruçi), Ankara 1423/2003, s. 47-50; M. Emin Erişirgil, Felsefeye Başlangıç, İstanbul 1950, s. 71-81; Osman b. Cum‘a Damîriyye, ʿÂlemü’l-ġayb ve’ş-şehâde fi’t-taṣavvuri’l-İslâmî, Cidde 1410/1989, s. 9-10, 15.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 422-423 numaralı sayfalarda yer almıştır.