SIFFÎN SAVAŞI

Halife Hz. Ali ile Muâviye b. Ebû Süfyân arasında yapılan savaş (37/657).

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: İSMAİL YİĞİTBölüme Git
    Hz. Ali’nin Suriye valiliğine tayin ettiği Sehl b. Huneyf’in Suriye’ye girişini engelleyen eski vali Muâviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman’ın Dımaşk’a gönd…
  • 2/2Müellif: İLYAS ÜZÜMBölüme Git
    KELÂM. Müslümanların Sıffîn’de karşı karşıya gelmesi, çok sayıda kişinin ölmesi, savaşın sonunda çözüm olarak öngörülen Hakem Vak‘ası’nın meseleyi dah…

Müellif:

Hz. Ali’nin Suriye valiliğine tayin ettiği Sehl b. Huneyf’in Suriye’ye girişini engelleyen eski vali Muâviye b. Ebû Süfyân, Hz. Osman’ın Dımaşk’a gönderilen kanlı gömleğini caminin minberine astırıp halktan onun kanını dava etmek için biat aldı. Hz. Ali’nin kendisini itaate davet etmek için gönderdiği elçiyi cevapsız geri döndürdü ve Hz. Osman’ın katillerinin öldürülmesi dışında hiçbir teklifi kabul etmeyeceğini bildirdi. Muâviye’nin isyan etmek konusunda ısrarlı olduğunu gören Hz. Ali onunla mücadele hazırlıklarına başladı. Ancak bu sırada Osman’ın katillerini cezalandırmak isteyen Hz. Âişe, Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’ın öncülük ettiği grup ortaya çıkınca önce onlarla uğraşmak zorunda kaldı (bk. CEMEL VAK‘ASI).

Cemel Vak‘ası’ndan sonra Kûfe’ye dönen Hz. Ali, Cerîr b. Abdullah el-Becelî’yi kendisine biata davet etmek üzere Muâviye’ye gönderdi (Receb 36 / Ocak 657). Muâviye elçiyi üç dört ay oyaladıktan sonra yine red cevabı verdi, ayrıca Hz. Ali’yi isyancıların suç ortağı olmakla itham edip Osman’ın kanını dava edeceğini tekrarladı. Kûfe’ye dönen Cerîr b. Abdullah, Hz. Ali’ye Suriye halkının Muâviye ile birlikte savaşa hazır olduğunu anlattı. Muâviye bir süre sonra Hz. Ali’ye bir mektup göndererek Osman’ın katilleri kendisine teslim edilirse biat edeceğini, aksi takdirde savaşacağını bildirdi. Mektupta yazılanların duyulması üzerine Medine’de Mescid-i Nebevî’yi dolduranların hep birden, “Osman’ın katilleri biziz!” diye bağırdıkları zikredilmektedir (Nasr b. Müzâhim, s. 86). Savaşın kaçınılmaz hale geldiğini gören Hz. Ali Mısır, Kûfe ve Basra valilerine haber gönderip hazırlanmalarını emretti. Muâviye, Hz. Ali’nin yola çıktığını öğrenince 36 yılı sonlarında (Mayıs-Haziran 657) ordusuyla birlikte Irak istikametinde yürüdü. Rakkalılar’a kurdurduğu köprü vasıtasıyla Fırat nehrini geçen Hz. Ali, iki tarafın öncü birliklerinin karşı karşıya geldiğini öğrenince Eşter’i yardıma gönderdi. Öncü birliklerine ulaştığında kumandayı üstlenmesini, çatışmayı çıkaran taraf olmamasını, ancak düşmanı yakından takip etmesini emretti.

İki tarafın orduları 36 yılı Zilhicce ayının ilk günlerinde (Mayıs 657 sonları) savaşın yapıldığı bölgeye ulaştı. Daha önce gelen Muâviye kuvvetleri, ordugâh olarak Roma devrinden kalan tarihî şehrin harabeleri civarında geniş bir düzlüğü seçip Fırat’a ulaşan tek yolu tutmuştu. Hz. Ali ordusunun su almasına izin verilmemesi üzerine başlayan çatışmalar Hz. Ali taraftarlarının üstünlüğüyle sona erdi. Suriye ordusunun sudan faydalanmasına izin verilmesini emreden Hz. Ali ardından savaş yerine geldi, elçileri vasıtasıyla Muâviye’yi kendisine biata çağırdı. Ancak Muâviye bu teklifi yine reddetti; Ali’nin Hz. Osman’ın öldürülmesine göz yumduğu ve katillerini ordusunda barındırdığı iddiasını tekrarlayarak katiller teslim edilmediği takdirde savaştan başka bir şeyi kabul etmeyeceğini bildirdi. Onun bu ısrarı yüzünden görüşmelerden sonuç alınamadı. Neticede Rakka ile Balis arasında Fırat nehrinin sağ kıyısında yer alan Sıffîn ovasında iki taraf arasında çatışmalar başladı. Toplu savaştan çekinildiği için iki taraftan meşhur kumandanlar emirlerindeki piyade ve süvari birliklerinin başında birbirleriyle savaşıyorlardı. Bu kısmî çatışmalar zilhicce ayının sonuna kadar devam etti.

Muharrem 37’de (19 Haziran – 18 Temmuz 657) iki taraf arasında ateşkes yapıldı ve barış arzusuyla elçilik heyetleri teâtisi başladı. Hz. Ali, Muâviye’yi itaate çağırmak için ikinci bir heyet gönderdi. Ancak Muâviye eski iddiasını tekrarlayarak katiller kendilerine verilmedikçe itaat etmeyeceğini bildirdi (a.g.e., s. 190; Taberî, V, 5-6). Bunun ardından gönderdiği bir heyetle katillerin kendisine teslim edilmesini, Hz. Ali’nin halifeliği terketmesini ve müslümanların şûra ile başlarına bir emîr seçmelerini teklif etti (Nasr b. Müzâhim, s. 200; Taberî, V, 7). Böylece katiller teslim edilse bile Hz. Ali’ye biat etmeyeceğini bildirmiş oldu. Bu durumda anlaşma ihtimali ortadan kalktı ve muharrem ayından sonra taraflar savaş hazırlığına başladı.

Hz. Ali askerlerine çatışmayı başlatan taraf olmamaları, kaçanları ve yaralıları öldürmemeleri, evlerine girmemeleri, kadınlara asla dokunmamaları tâlimatını verdikten sonra gönderdiği bir kişiyle Muâviye’yi bir defa daha isyandan vazgeçmeye çağırdı. Teklif kabul edilmedi ve safer ayının ilk günü (19 Temmuz 657) çatışmalar başladı. Çeşitli kabilelere ait birlikler altı gün boyunca savaş alanına çıkarak birbirleriyle savaştılar. Nihayet Hz. Ali askerini toplu taarruz için hazırladı. İki gün daha şiddetli çatışmalar meydana geldi. Son çatışmalar sırasında Ammâr b. Yâsir, Muâviye’nin askerleri tarafından şehid edildi. “Ammâr’ı isyancı bir topluluk öldürecek” meâlindeki hadisi (Müslim, “Fiten”, 72-73) Muâviye ordusunda da bilenler bulunduğu için bu durumun onları olumsuz yönde etkilediği zikredilmiştir. Hz. Ali’nin ordusu aynı gün isyancı birliklere karşı kesin bir üstünlük sağladı, hatta Muâviye’nin çadırına kadar yaklaşıldı. Bu sırada Hz. Ali’nin Muâviye’yi mübârezeye davet ettiği, ancak onun bunu göze alamadığı belirtilmektedir (Nasr b. Müzâhim, s. 274-276; Dîneverî, s. 170-171).

Gittikçe şiddetlenen ve sabaha kadar devam eden çatışmalar, savaşın şiddeti dolayısıyla “leyletü’l-harîr” diye isimlendirilen 9-10 Safer 37 (27-28 Temmuz 657) Cuma sabahına kadar sürdü. Cuma günü Hz. Ali, âsilere son darbeyi indirmek niyetiyle Eşter’i kalabalık birliklerin başında taarruzla görevlendirdi. Eşter başarılı bir taarruz gerçekleştirmiş, savaşı kazanmaya çok yaklaşmıştı. Ancak Muâviye’nin danışmanı Amr b. Âs, ihtilâfın Kur’an’ın hakemliği ışığında çözülmesi teklifini gündeme getirerek bu sırada kaçmayı düşündüğü söylenen Muâviye ve ordusunu yenilgiden kurtardı. Teklifi uygulamaya koyan Muâviye, askerlerine Kur’an sayfalarını mızraklarının ucuna takıp karşı tarafı Kur’an’ın hükmüne çağırmalarını emretti. Bunun üzerine Suriyeli askerler mushafları mızraklarının ucuna takarak, “Ey Iraklılar! Artık savaşı bırakalım, aramızda Allah’ın kitabı hakem olsun” diye bağırmaya başladılar. Ayrıca büyük Şam mushafı da askerlerin mızraklarının ucunda havaya kaldırıldı.

Bu teklif, savaştan yorulmuş ve çoğu aynı zamanda akrabaları olan dindaşlarına kılıç çekmekte tereddüt eden Hz. Ali’nin ordusundaki askerleri birbirine düşürdü. Büyük bir kısmı, bilhassa kurrâ savaşın derhal durdurulmasını istedi. Hz. Ali onlara bunun bir savaş hilesi olduğunu, Muâviye’nin Kur’an’ın hükmüne uymak değil kendi bütünlüklerini bozmak amacıyla bu işe giriştiğini söyleyip savaşa devam etmelerini istedi. Fakat savaşın durdurulmasını isteyen askerler onu dinlemedikleri gibi savaşı durdurmadığı takdirde kendisini Muâviye’ye teslim etmek veya öldürmekle tehdit ettiler. Bunun üzerine Hz. Ali savaşı durdurmak zorunda kaldı. Ardından halifeye karşı direnenlerden Eş‘as b. Kays karşı tarafın niyetini öğrenmek için onların yanına gitti. Muâviye de maksatlarının aralarındaki anlaşmazlığı Kur’an’ın hakemliğine başvurmak suretiyle çözmek olduğunu söyledi. Buna göre iki tarafı temsil etmek üzere seçilecek iki hakem halifelik meselesini Kur’an’ın hükmüne uygun olarak çözecekti.

Muâviye taraftarları hakem olarak Amr b. Âs’ı seçtiler. Hz. Ali ise bunun için Abdullah b. Abbas’ı veya Mâlik b. Hâris el-Eşter’i düşünüyordu. Ancak başta Eş‘as b. Kays olmak üzere onu tahkimi kabule zorlayanlar bu defa Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’den başkasının hakemliğini kabul etmemekte direndiler. Hz. Ali bu isteklerini de kabul etmek zorunda kaldı. Ardından iki taraf arasında hakemlerin uyacağı kuralların belirlendiği metin (tahkimnâme) hazırlandı. İki tarafın verilecek hükme uymayı taahhüt ettiği metne göre bir araya gelecek iki hakem halifelik meselesini Kur’an’a, Kur’an’da bir hüküm bulamazlarsa sünnete başvurarak âdilâne çözecekti (13 veya 17 Safer 37 / 31 Temmuz veya 4 Ağustos 657). Bu sırada Hz. Ali’nin ordusunda yeni bir bölünme ortaya çıktı. Eş‘as b. Kays tahkimnâmeyi okurken Temîmliler’den bazıları “lâ hükme illâ lillâh” sözüyle halifelik meselesinin iki hakemin takdirine bırakılmasına itiraz etti. Çoğu Temîm kabilesinden yaklaşık 12.000 asker Kûfe’ye dönüş sırasında ordudan ayrılıp Kûfe yakınındaki Harûrâ’ya çekildi ve ilk Hâricî zümresini oluşturdu.

Tahkimnâmenin imzalanmasından sonra taraflar iki gün içinde ölülerini defnettiler. Hz. Ali ordusuyla Kûfe’ye, Muâviye de Suriye’ye dönüş emrini verdi. İki ordunun savaş alanına gelişinden itibaren yaklaşık üç ay (genel kabule göre 110 gün) geçmişti. İki ordunun mevcuduyla ilgili olarak 50.000 ile 150.000 arasında değişen rakamlar verilmektedir. Umumi temayül her iki tarafın 90.000 civarında askere sahip olduğu şeklindedir. İki taraf da on binlerce kayıp vermiştir. Abartılı bulunmakla birlikte kaynaklarda 70.000 civarında müslümanın öldüğü zikredilir. Cemel Vak‘ası’ndan sonra ikinci iç savaş olan Sıffîn Savaşı, İslâm toplumunun geleceğini en çok etkileyen olaylardan biridir. Erken dönemlerden itibaren bu savaş hakkında müstakil eserler yazılmıştır (bir liste için bk. , IX, 555-556). Sıffîn, İslâm tarihi ve mezhepler tarihinin yanı sıra katılanların durumu açısından kelâm ilminin de en önemli meselelerinden biri olmuştur (aş.bk.).

Kaynaklarda hakemlerin görüşmesi konusunda farklı rivayetler bulunmaktadır. Görüşme yeri olarak Dûmetülcendel ve Ezruh bazan iki ayrı yer, bazan Dûmetülcendel’deki Ezruh şeklinde tek yer olarak gösterilmektedir. Bir kısım araştırmacılar bu rivayetlerden hakemlerin önce Dûmetülcendel’de, ardından Ezruh’ta iki defa toplandıkları sonucunu çıkarmıştır (Watt, s. 16; , II, 374). Buna göre ilk toplantılarını Ramazan 37 (Şubat 658) tarihinde Dûmetülcendel’de yapan iki hakem Hz. Osman’ın haksız yere öldürüldüğüne dair bir karar aldı ve Şâban 38’de (Ocak 659) Ezruh’ta tekrar buluşmak üzere ayrıldı. İkinci toplantıda yaptıkları uzun görüşmelerde Hz. Ali ile Muâviye’nin bu işin dışında tutulmasını ve şûra tarafından bir başkasının halife seçilmesini kararlaştırdılar. Bu karar önce Ebû Mûsâ tarafından açıklandı; ancak Amr b. Âs alınan kararın aksine yine hileye başvurup Muâviye’yi halife tayin ettiğini bildirdi. Ebû Mûsâ’nın aldatıldığını söylemesi bir işe yaramadı. Mes‘ûdî’nin naklettiği bir rivayete göre ise iki hakem aldıkları kararı açıklamadan birbirinden ayrılmış, Suriye’ye ulaşan Amr b. Âs Muâviye’nin tehdidi karşısında onu halife ilân etmiştir (Mürûcü’ẕ-ẕeheb, II, 411-412). Toplantının Ezruh’ta yapıldığını bildiren rivayetlerin daha eski olmasından hareket eden bazı araştırmacılar toplantının bir defa ve Ezruh’ta yapıldığını kabul ederler (Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu, s. 42; , IV, 444).

Wellhausen ve P. Hitti gibi şarkiyatçılar ve Hudarî Bey, Hasan İbrâhim Hasan, Yûsuf el-Iş gibi çağdaş İslâm tarihçileri toplantının, iki hakemin Hz. Ali ile Muâviye’nin uzaklaştırılıp şûra tarafından bir başkasının halife seçilmesi kararını almasıyla sona erdiğini, bu kararın ardından hakemlerin birbirinden ayrıldığını, dolayısıyla Amr b. Âs’ın Ebû Mûsâ’yı aldatarak Muâviye’yi halife tayin ettiğini açıklamasıyla ilgili bilgilerin sonradan uydurulduğunu kabul ederler. Sonuç olarak Hakem Vak‘ası ihtilâfı çözmek yerine işi daha karmaşık hale getirdi. Durumu lehine değerlendirmek isteyen Muâviye’nin kendisini Suriye’de halife ilân etmesiyle İslâm toplumu ikiye bölündü. Ardından iki taraf yeni bir mücadele için tekrar hazırlıklara başladı. Bu arada Hâricîler de isyanlarını devam ettirdiler.


BİBLİYOGRAFYA

Nasr b. Müzâhim, Vaḳʿatü Ṣıffîn (nşr. Abdüsselâm M. Hârûn), Kahire 1401/1981.

, III, 32, 258-265.

, s. 191-197.

, I, 65-131.

, s. 155-202.

, II, 183-190.

, IV, 561-575; V, 1-93.

İbn A‘sem el-Kûfî, el-Fütûḥ (nşr. Süheyl Zekkâr), Beyrut 1412/1992, I, 136-444.

, II, 381-412.

, V, 100-133.

, I, 157-158; II, 554-556; III, 47.

, III, 276-326.

İbn Dihye el-Kelbî, İʿlâmü’n-naṣri’l-mübîn fi’l-mufâḍale beyne ehley Ṣıffîn (nşr. Muhammed Emahzûn), Beyrut 1998, s. 45-156.

İbn Ebü’l-Hadîd, Şerḥu Nehci’l-belâġa (M. Ebü’l-Fazl İbrâhim), Kahire 1385/1965, III, 202-215; IV, 13-32.

, XX, 100-160.

, I, 38-43.

, VII, 253-278.

, III, 258-265; IV, 566.

, II, 51-52, 60-75.

J. Wellhausen, Arap Devleti ve Sukutu (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1963, s. 35-44.

a.mlf., İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1989, s. 1-20.

Tâhâ Hüseyin, el-Fitnetü’l-kübrâ, Kahire 1973, II, 56-107.

W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 14-18.

, II, 41-52.

Yûsuf el-Iş, ed-Devletü’l-Ümeviyye, Dımaşk 1985, s. 101-120.

Münîr M. el-Gadbân, Muʿâviye b. Ebî Süfyân, Dımaşk 1410/1989, s. 178-224.

İrfan Aycan, Saltanata Giden Yolda Muaviye bin Ebî Süfyân, Ankara 1990, s. 141-159.

, I, 278-279.

Adem Apak, İslâm Siyaset Geleneğinde Amr b. el-Âs, Ankara 2001, s. 132-187.

Ali M. es-Sallâbî, Muʿâviye b. Ebî Süfyân, Beyrut 1427/2006, s. 97-140.

M. Hinds, “The Sıffin Arbitration Agreement”, , XVII (1972), s. 93-128.

Ahmet Önkal, “Tahkim Olayı Üzerine Bir Değerlendirme”, İSTEM: İslâm San’at, Tarih, Edebiyat ve Mûsıkîsi Dergisi, sy. 1, Konya 2004, s. 33-68.

Ali Yenice, “Hz. Ali-Muaviye İhtilafının Sahnesi: Sıffin’de Muaviye Safının Biyografik Analizi”, , sy. 18 (2005), s. 7-11.

H. Lammens, “Ezruh”, , IV, 443-444.

Fr. Buhl, “Sıffîn”, a.e., X, 551-554.

M. Lecker, “Ṣıffīn”, , IX, 552-556.

Ethem Ruhi Fığlalı, “Ali”, , II, 373-374.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 37. cildinde, 107-108 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

KELÂM. Müslümanların Sıffîn’de karşı karşıya gelmesi, çok sayıda kişinin ölmesi, savaşın sonunda çözüm olarak öngörülen Hakem Vak‘ası’nın meseleyi daha da karışık hale getirmesi bazı kelâm tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açmış, bu yönüyle olay ilk dönemlerden itibaren kelâm kaynaklarında yer almaya başlamıştır. Esas itibariyle siyasî karakter taşıyan Sıffîn Savaşı ve Hakem Vak‘ası iman-küfür sınırı, kader ve irade hürriyeti gibi önemli inanç konularının tartışılmasına, ayrıca Hâricîler adıyla bir fırkanın doğmasına yol açması bakımından kelâm ve itikadî mezhep âlimlerince incelenmiş ve farklı yorumlar yapılmıştır.

İlk dönemde bazı aşırı Şiî grupları, Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali’nin karşısında yer alan Muâviye ve ordusunun meşrû imama karşı geldiği için küfre düştüğünü, bu sebeple ebedî olarak cehennemde kalacağını iddia etmiştir. Ancak Şeyh Müfîd gibi sonraki bazı Şiî kelâmcıları bu hükman küfrün tek bir millet (inanç sistemi) sayılması ilkesiyle bağdaşmadığını, zira Muâviye ve bağlılarının iman esaslarını kabul edip İslâmî hükümleri yerine getirdiklerini, dolayısıyla bu kişilerin davranışlarının dini tamamen inkâr edenlerin küfürleri gibi olmadığını belirtmiş ve en azından cehennemde ebedî kalmayacaklarını söylemiştir (Evâʾilü’l-maḳālât, s. 6-7).

Mu‘tezile âlimleri Sıffîn Savaşı’nda hangi tarafın haklı olduğu konusunda görüş birliğine varamamıştır. Amr b. Ubeyd ve Vâsıl b. Atâ gibi bir grup savaşa katılan iki taraftan birinin hak yolda bulunmakla birlikte bunu belirlemenin mümkün olmadığını söylemiş, çoğunluk ise Hz. Ali’nin haklı, karşı tarafın haksız sayıldığını, fakat bu durumun onların tekfir edilmesini gerektirmediğini belirtmiştir. Ebû Bekir el-Esam Muâviye’nin Ali’ye göre daha haklı bir konumda bulunduğunu ileri sürmüştür. Kerrâmiyye’ye göre bu iç savaşlarda esas itibariyle iki tarafın da haklılık payı vardır; bu sebeple iki kesim de asla küfür ve fısk ile itham edilemez. Ehl-i sünnet ise Sıffîn Savaşı’nda Hz. Ali ve ordusunun tamamen haklı, Muâviye ve taraftarlarının ise haksız (bâgī) olduğu kanaatindedir. Onlara göre Muâviye müslümanların meşrû halifesi Hz. Ali’ye karşı gelmiştir. Hz. Peygamber’in Sıffîn’de şehid edilen Ammâr b. Yâsir’e bâgī bir grup tarafından öldürüleceğini daha önce haber vermiş olması da (Müslim, “Fiten”, 70) bunu teyit etmektedir. Ancak Ehl-i sünnet Muâviye ve taraftarlarının tekfir edilmesini haklı görmez. Nitekim bizzat Hz. Ali de Sıffîn dönüşü Hâricîler’in Muâviye ve ordusunu tekfir etmesi üzerine yaptığı konuşmada Şamlılar’la fısk yahut küfür içinde bulundukları için değil onları cemaate döndürmek için savaştıklarını ifade etmiş, onlardan “müslüman kardeşlerimiz” diye bahsetmiş ve iki tarafın da kıblesinin bir olduğunu söylemiştir.

Savaşın, Hz. Ali’nin zaferiyle sonuçlanmasına yaklaşıldığı bir sırada Muâviye taraftarlarının mızraklarının ucuna mushaf takarak iki tarafı Allah’ın hükmüne uymaya çağırmasıyla başlayan ve Hakem Vak‘ası ile daha karmaşık bir hale gelen gelişmeler sonrasındaki olaylar Hâricîler diye anılan bir fırkanın doğmasına yol açmıştır. Bu fırka meselenin çözümünü hakemlere havale ettiği için Muâviye’yi, buna rıza gösterdiği için Ali’yi ve yanlış tutumları dolayısıyla her iki hakemi tekfir etmiştir. Ancak daha sonra bazı gruplara ayrılan mezhebin Ezârika kolu Hz. Ali’nin şirk konumunda bir küfür fiili işlediğini söylerken İbâzıyye bunu “imandan çıkma” anlamında küfür değil küfrân-ı ni‘met şeklinde değerlendirmiştir. Şîa mensupları Hakem Vak‘ası’nda Hz. Ali’nin tutumuyla ilgili olarak iki gruba ayrılmış, bir grubu onun takıyye gereği varılan karara rıza gösterdiğini, ölüm korkusu durumunda böyle davranmanın câiz olduğunu belirtmiş, diğer grup ise ister normal halde ister takıyye sebebiyle olsun Ali’nin tutumunun isabetli olduğunu beyan etmiştir. Sayıları çok az olan üçüncü bir grup ise Hz. Ali’nin tahkime gitmekle hatalı davrandığını, ancak bunun kendisini fıska götürmeyeceğini söylemiştir. Zeydiyye ile Mürcie’nin çoğunluğu Ali’nin meseleyi hakemlerin çözümüne bırakmasının yerinde olduğunu kabul etmiştir. Onlara göre Hz. Ali, tahkimi kabul etmemesi durumunda ordusunda kargaşa çıkabileceğinden endişe etmiştir; fakat hakemler meseleyi Allah’ın kitabı çerçevesinde çözmekle uğraşmamış, dolayısıyla hata işlemiştir. Ehl-i sünnet ise Hakem Vak‘ası’nda Ali’nin haklı olduğunu, ancak her iki hakemin de tutumlarının isabetli görünmediğini, Ebû Mûsâ el-Eş‘arî’nin Hz. Ali’nin zamanın efdali olduğunu bildiği halde onu hilâfetten azletmekle suç işlediğini, Amr b. Âs’ın ise bu suça ilâveten Muâviye’yi hilâfete getirmek gibi ikinci bir hataya düştüğünü belirtmiştir.

Şîa ve Hâricîler, gerek Sıffîn Savaşı gerek Hakem Vak‘ası ile ilgili gelişmeleri katı bir tutumla değerlendirirken Mu‘tezile kısmen bundan uzak kalmış, Ehl-i sünnet ise daha geniş perspektifli değerlendirmeler yapmıştır. Olayların sebep ve seyriyle ilgili tartışmalar ne olursa olsun her iki tarafa ait birliklerin müslüman olduğunda şüphe yoktur. Hz. Ali’nin meşrû halife olarak Muâviye’den biat istemesi tabiidir. Muâviye’nin Osman’ın katillerinin bulunması talebiyle bundan kaçınması isabetli değilse de bu davranış itikadî değil siyasî bir tutumdur. Dolayısıyla bu tavır ne onun ne de bağlılarının küfre düştüğünü gösterir. Nitekim Kur’an’da, müminlerden iki grubun birbirine karşı silâha sarılması durumunda âsi olan tarafa karşı faaliyete geçilmesi emredilirken (el-Hucurât 49/9) iki taraf da “müminler” diye nitelendirilmiştir. Ayrıca Hz. Ali Hakem Vak‘ası öncesi ve sonrasındaki gelişmelerde de haklı görünmektedir; zira Ali Kur’an sayfalarının mızrakların ucuna takılmasının bir savaş taktiği olduğunu söylemiş, ancak askerleri onu dinlemeyince tahkime rıza göstermek mecburiyetinde kalmıştır. Hemen hemen bütün Sünnî kelâm kitaplarında sadece Sıffîn ve Hakem Vak‘ası’nda değil Cemel Vak‘ası ve Hâricîler’le yapılan savaşta da Hz. Ali’nin haklı olduğu kaydedilmektedir. Onun hilâfeti döneminde ortaya çıkan anlaşmazlıkları sıralayan Şehristânî bütün ihtilâflarda Ali’nin hakla, hakkın Ali ile beraber olduğunu belirtmiştir (el-Milel ve’n-niḥal, I, 17). Bunun yanında Sünnî âlimleri bu iç karışıklıkların sık sık dile getirilmesini isabetli bulmamış ve, “Kılıçlarımızın karışmadığı olaylara dillerimizi de karıştırmayalım” demişlerdir. Öte yandan bazı âlimler, İslâm’ın ilk döneminde vuku bulan söz konusu olayların üzücü sonuçlara yol açmakla beraber bazı faydalı fikrî hareketlere de vesile olduğunu söylemiştir. Nitekim bu suretle iman, küfür, fısk ve şirk gibi kavramlar tanımlanmış, büyük günahlar ve bunları işleyenlerin durumu, kazâ-kader, irade ve sorumluluk gibi konular üzerinde yararlı tartışmalar yapılmıştır.


BİBLİYOGRAFYA

Câhiz, Risâle fi’l-ḥakemeyn (nşr. Ch. Pellat, el-Meşriḳ, LII/4-5, Beyrut 1958 içinde), s. 436-482.

Eş‘arî, Maḳālât (nşr. M. Muhyiddin Abdülhamîd), Beyrut 1411/1990, I, 128-129, 208-212; II, 141-142.

Ebü’l-Hüseyin el-Malatî, et-Tenbîh ve’r-red (nşr. M. Zâhid Kevserî), Bağdad-Beyrut 1388/1968, s. 47.

, s. 557-558.

Şeyh Müfîd, Evâʾilü’l-maḳālât (nşr. Mehdî Muhakkık), Tahran 1413, s. 6-7.

, s. 17 vd.

a.mlf., Uṣûlü’d-dîn, Beyrut 1401/1981, s. 289-293.

Şehristânî, el-Milel ve’n-niḥal (nşr. Muhammed Füheymî), Beyrut 1410/1990, I, 17, 106, 109, 113.

Teftâzânî, Şerḥu’l-Maḳāṣıd (nşr. Abdurrahman Umeyre), Beyrut 1409/1989, V, 307.

Mahmûd Şükrî el-Âlûsî, Muḫtaṣarü’t-Tuḥfeti’l-İs̱nâʿaşeriyye, Kahire 1373, s. 278-282.

W. Montgomery Watt, İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri (trc. Ethem Ruhi Fığlalı), Ankara 1981, s. 14 vd.

Ethem Ruhi Fığlalı, İbâdiye’nin Doğuşu ve Görüşleri, Ankara 1983, s. 44-52.

J. Wellhausen, İslamiyetin İlk Devrinde Dinî-Siyasî Muhalefet Partileri (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1989, s. 1 vd.

Mustafa Hilmî, Ḳavâʿidü’l-menheci’s-selefî, İskenderiye 1411/1991, s. 99.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 37. cildinde, 108-109 numaralı sayfalarda yer almıştır.