Sühreverdiyye kaynaklarda genellikle Ebû Hafs Şehâbeddin’e nisbet edilir. Bununla birlikte yetişmesinde amcası ve şeyhi Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin önemli rolü sebebiyle tarikatın kuruluşunu Ebü’n-Necîb’e kadar götürenler de vardır. Nitekim Abdurrahman Ebü’l-Ferec el-Vâsıtî, Sühreverdiyye’yi Ebü’n-Necîb’e nisbet etmiş ve adını Sühreverdiyye’nin yanı sıra en-Necîbiyye es-Sühreverdiyye şeklinde de kaydetmiştir (Ṭabaḳātü ḫırḳati’ṣ-ṣûfiyye, s. 49, 58). Murtazâ ez-Zebîdî de tarikatı Ebü’n-Necîb’e izâfe etmiş, Ebû Hafs Şehâbeddin’e nisbet ettiği Şihâbiyye’yi Sühreverdiyye’nin bir kolu olarak göstermiştir (ʿİḳd, s. 68, 75). Öte yandan Zebîdî, Ebü’n-Necîb’in hilâfet aldığı şeyhlerden birinin Abdülkādir-i Geylânî olduğunu ileri sürerek Sühreverdiyye’yi Kādiriyye’nin büyük kollarından biri olarak zikretmiştir (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 206, 208). Ebü’n-Necîb, Sühreverdiyye’nin kurucusu kabul edildiği takdirde Ebheriyye ve Kübreviyye tarikatlarının Sühreverdiyye’nin birer kolu olarak sayılması gerekir. Zira Ebheriyye’nin kurucusu Kutbüddin el-Ebherî, Ebü’n-Necîb’in halifesi olduğu gibi (Abdurrahman Ebü’l-Ferec el-Vâsıtî, s. 61; Câmî, s. 588), Kübreviyye’nin kurucusu Necmeddîn-i Kübrâ’nın şeyhleri Ammâr Yâsir el-Bitlisî ile İsmâil Kasrî de onun halifeleri arasında bulunmaktadır (Câmî, s. 417-418).
Sühreverdiyye silsilesi, Ebû Hafs Şehâbeddin ve Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî vasıtasıyla biri Ahmed el-Gazzâlî üzerinden, diğeri Kādî Vecîhüddin Ömer b. Muhammed üzerinden iki ayrı yolla Cüneyd-i Bağdâdî’ye ulaşır. Cüneyd-i Bağdâdî’den itibaren silsile Serî es-Sakatî vasıtasıyla Ma‘rûf-i Kerhî’ye, ondan da birinde Hasan-ı Basrî’nin, diğerinde Ehl-i beyt imamlarının yer aldığı silsilelerle Hz. Ali’ye kadar gider. Faaliyetlerini ilk zamanlar Bağdat’ta amcası Ebü’n-Necîb adına yaptırılan Dicle kenarındaki dergâhta sürdüren Şehâbeddin es-Sühreverdî ayrıca Zevzenî, Nâsıriyye, Bistâmiyye ve Me’mûniyye tekkelerinin şeyhliğini üstlenerek pek çok kimseyi tarikatına bağladı. Dımaşk ve Halep başta olmak üzere Bağdat dışında da birçok şehirde dergâhlar kurdurdu. İran, Hindistan ve Türkistan gibi bölgelere gönderdiği halifeleri vasıtasıyla tarikatın geniş coğrafyalara yayılmasını sağladı. Kendisinden sonra Bağdat’ta tarikat faaliyetleri Me’mûniye dergâhında yerine geçen oğlu Ebû Ca‘fer İmâdüddin Muhammed, onun ardından torunu Cemâleddin Abdurrahman tarafından sürdürüldü (İbnü’l-Fuvatî, s. 231). Sühreverdiyye’nin İran ve çevresinde yayılmasında halifesi Necîbüddin Ali b. Büzgaş’ın gayretleri etkili oldu. Şeyh Şehâbeddin’in, Necîbüddin Ali’yi arkadaşı Şemseddin Sâfî ile memleketi Şîraz’a gönderirken her birine yirmişer külâh verip bunları isimleri yazılı kişilere giydirmelerini söylemesi, tarikatın henüz Şehâbeddin es-Sühreverdî hayatta iken bu bölgede yayılmaya başladığını göstermektedir. Şîraz’da bir tekke kuran Necîbüddin Ali şeyhi gibi dönemin yöneticileriyle iyi ilişkiler kurdu. Bu çerçevede Şîraz Emîri Atabeg Ebû Bekir’in güven ve itibarını kazandı. Başta Moğol Emîri Engiyânû olmak üzere birçok yönetici ve âlim tarafından tekkesinde ziyaret edildi. Şeyh Necîbüddin’in faaliyetleri sonucu Saîdüddin el-Fergānî, Kutbüddîn-i Şîrâzî, Şehâbeddin Zerkûb-i Şîrâzî, Ahmed b. Kannad, Ahmed b. Abdullah, Fahreddin b. Şeyh Şerefeddin, Bahâeddin Ebû Bekir b. Cemâleddin, Hasan b. Abdullah, Seyyid İzzeddin Ahmed b. Ca‘fer, Mevlânâ Nûreddin Abdülkādir gibi şahsiyetler Sühreverdiyye tarikatına intisap ettiler. Ondan icâzet alanlar arasında Zâhidiyye tarikatının pîri İbrahim Zâhid-i Geylânî de vardır (DİA, XXI, 360). Şîraz’ın yanı sıra İsfahan, Kirman, Kâşân, Sâve gibi şehirlerde Sühreverdî tekkeleri kuruldu. İranlı sûfî-şair İmâd-ı Fakīh’in, Şeyh Nizâmeddin Mahmûd tarafından Kirman’da yaptırılan dergâhta uzun yıllar Sühreverdî şeyhi olarak irşad faaliyetinde bulunduğu tahmin edilmektedir (DİA, XXII, 168).
Necîbüddin Ali b. Büzgaş ile birlikte Sühreverdiyye tarikatında Büzgaşiyye (Necîbiyye) ismiyle bir kol meydana geldi ve bu silsile ilki Necîbüddin Ali’nin oğlu Zahîrüddin Abdurrahman ve torunu Muînüddin Nasrullah, ikincisi Nûreddin Abdüssamed Netanzî, üçüncüsü Hâce İmâmüddin Muhammed ile olmak üzere en az üç farklı yoldan devam etti. Zebîdî ve Harîrîzâde, Nûreddin Abdüssamed ile devam eden silsilenin birçok farklı versiyonuna eserlerinde yer vermişlerdir (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 207-208; Tibyân, II, vr. 152a-b). Desûkıyye tarikatının kurucusu İbrâhim b. Abdülazîz ed-Desûkī, Nûreddin Abdüssamed ve halifesi Necmeddin Mahmûd el-İsfahânî’den hırka giydi (Vâsıtî, s. 61). Nûreddin Abdüssamed ile devam eden silsilelerin birinden XV. yüzyılda Zeyniyye, bir diğerinden XVI. yüzyılda Âdiliyye (Bedriyye) şubeleri doğdu, Zeynüddin el-Hâfî (ö. 838/1435) tarafından Herat’ta kurulan Zeyniyye Horasan, Hicaz, Suriye, Mısır, Anadolu ve Rumeli’de geniş çevreye yayıldı (Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeynîler, tür.yer.). Nûreddin Abdüssamed, Muhyiddin İbnü’l-Arabî mektebinin önemli temsilcilerinden Abdürrezzâk el-Kâşânî ve onun ders arkadaşı İzzeddin el-Kâşî’nin de şeyhidir. Necîbüddin Ali b. Büzgaş’tan sonra Hâce İmâmüddin Muhammed’le devam eden silsileden de XV. yüzyılda İsfahanlı Pîr Cemâleddin Ahmed-i Erdistânî ile Pîrcemâliyye şubesi doğdu.
Sühreverdiyye tarikatı Hindistan’a Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin halifeleri vasıtasıyla girdi. Delhi bölgesinde Hamîdüddin Nâgevrî ile (ö. 643/1246) Nûreddin Mübârek Gaznevî, Bengal bölgesinde Ebü’l-Kāsım Celâleddin et-Tebrîzî (ö. 641/1244) ve Mültan’da Bahâeddin Zekeriyyâ Mültânî (ö. 661/1263 [?]) faaliyet gösterdiler. Hindistan’ın Nâgevr şehrinde babası gibi kadılık yaptığı için Nâgevr kadısı olarak tanınan Buharalı Hamîdüddin Nâgevrî, semâ meclisleri tertip etmesi sebebiyle Delhi Sultanı Şemseddin İltutmış’a şikâyet edildiyse de dervişlerin mânevî eğitimi için semâın câiz olduğu hususunda sultanı ikna etti ve onunla iyi ilişkiler kurdu. Sühreverdiyye mensuplarına destek olduğu ve onları devlet kadrolarına yerleştirdiği kaydedilen İltutmış’ın yeğeni Sa‘deddin’i bu tarikata girmesi için Şeyh Hamîdüddin’e gönderdiği rivayet edilmektedir. Hamîdüddin Nâgevrî, Çiştiyye tarikatından da hilâfet almıştır. Sühreverdî’nin bu bölgede faaliyet gösteren diğer halifesi Nûreddin Mübârek Gaznevî, Sultan İltutmış tarafından Delhi şeyhülislâmlığına getirildi ve Mîr-i Delhî lakabıyla anıldı.
Bengal bölgesindeki faaliyetleriyle tanınan Celâleddin et-Tebrîzî, Bağdat’tan Hindistan’a gitmek üzere Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Hindistanlı halifesi Bahâeddin Zekeriyyâ el-Mültânî ile birlikte yola çıktı. İlk olarak Delhi’ye giden Tebrîzî’yi Sultan İltutmış karşılayıp sarayında misafir etti. Sultanın kendisine itibar göstermesini çekemeyenlerin bazı iftiralarda bulunmaları yüzünden şeyh Delhi’yi terkederek Bengal’e gitti. Hankahını burada kuran Tebrîzî’nin birçok Hindu ve Budist’in müslüman olmasına vesile olduğu belirtilmektedir.
Hindistan’da en yaygın dört tarikattan biri olan Sühreverdiyye’nin (diğerleri Çiştiyye, Kādiriyye ve Nakşibendiyye) Hindistan ve Pakistan’da yayılmasında Bahâeddin Zekeriyyâ el-Mültânî’nin faaliyetlerinin önemli rolü oldu. Bahâeddin Zekeriyyâ özellikle tüccar kesiminden müridleri sayesinde Mültan’da geniş imkânlara sahip bir hankah kurdu. Sühreverdiyye daha önce bu bölgeye Sühreverdî’nin Sind’e gönderdiği halifesi Şeyh Nûh ile girdiyse de kalıcı olarak teşkilâtlanması Bahâeddin Zekeriyyâ tarafından gerçekleştirildi. Sohbetlerine halkın yanı sıra âlimler ve yöneticilerin de katılmasıyla her geçen gün etkisi daha da artan Bahâeddin Zekeriyyâ, Delhi Sultanı İltutmış’ın Sind ve Mültan’ı kendi topraklarına katma teşebbüsünü destekledi. İltutmış Mültan’ı zaptedince Bahâeddin’in konumu daha da güçlendi ve şeyhülislâmlık makamına getirildi. 1247’de Moğollar’ın Mültan’ı kuşattıkları sırada Moğol ordusunda bulunan Melik Şemseddin vasıtasıyla kuşatmanın kaldırılmasını sağlaması Şeyh Bahâeddin’in nüfuzunu göstermesi bakımından önemlidir. Bahâeddin Zekeriyyâ’nın irşad faaliyetleri birçok Hindu’nun müslüman olmasına, ayrıca bölgede bulunan Karmatîler’in etkisini yitirmesine sebep oldu.
Bahâeddin Zekeriyyâ ile birlikte Mültan’da Sühreverdiyye’nin Bahâiyye kolu doğdu ve bu kol tarikatın Hindistan’daki merkezi konumuna geldi. Sühreverdiyye Hindistan’daki birçok şehrin yanı sıra Bengladeş, Afganistan, Suriye ve Mısır gibi ülkelere buradan yayıldı. Bahâiyye silsilesi Bahâeddin Zekeriyyâ’nın oğlu Sadreddin Muhammed Ârif ve Rükniâlem diye tanınan torunu Rükneddin Ebü’l-Feth ile devam etti. Nakşibendiyye-Müceddidiyye’nin kurucusu İmâm-ı Rabbânî de bu silsileden babası Abdülahad vasıtasıyla hilâfet aldı (Harîrîzâde II, vr. 150b; Hocazâde Ahmed Hilmi, s. 32). Sadreddin Muhammed Ârif zamanında tarikat Hindistan’da daha da yaygınlaştı. Şeyh Sadreddin, Delhi Sultanı Balaban Han’ın oğlu Şehzade Muhammed ile kurduğu iyi ilişkiler sayesinde hankahı için yeni imkânlar elde etti. Bununla birlikte onun yöneticilerle ilişkilerini belli mesafede tuttuğu, babası döneminde dinî-tasavvufî faaliyetler için hoş görülen mal biriktirme anlayışına dervişlerin hayatını olumsuz etkilediği gerekçesiyle karşı çıktığı belirtilmektedir. Sadreddin Muhammed Ârif’in hilâfet verdiği kişiler arasında dönemin önemli âlimlerinden Emîr Hüseyin Hüseynî de vardır. Onun bir başka halifesi Mevlânâ Hüsâmeddin, Bada şehrinde faaliyet gösterdi. Şeyh Sadreddin’den sonra yerine geçen oğlu Rükneddin Ebü’l-Feth de yöneticilerle yakın ilişkileri devam ettirdi. Delhi Sultanı Alâeddin Halâcî ve Tuğluklu Hükümdarı Muhammed Şah ile (Uluğ Han Fahreddin Cûne) şahsî dostluklar geliştirerek tarikat adına büyük imkânlar ve geniş araziler elde etti. Ancak Tuğluklular döneminde dergâhı sıkı denetim altına alındı. Rükneddin Ebü’l-Feth’ten sonra yerine yeğeni Şeyh İsmâil’in geçtiğini söyleyenler varsa da bu sırada Delhi’de bulunan ve Şeyh Rükneddin ile bir müddet beraber olan İbn Battûta onun vefat etmeden önce yerine torunu Şeyh Hûd’u vasiyet ettiğini, bunun üzerine şeyhliğin kendi hakkı olduğunu ileri süren yeğeninin sultana şikâyette bulunduğunu, Sultan Muhammed Şah’ın Rükneddin’in vasiyetine uygun olarak Şeyh Hûd’u tayin ettiğini belirtmektedir (Tuḥfetü’n-nüẓẓâr, II, 544). Tarikatın tarihinde bir şeyhin ilk defa devlet tarafından tayin edilmesi dergâhın iktidarın denetimi altına girmesine sebep oldu. Sind Emîri İmâdülmülk bir mektup yazarak şeyhliği sırasında büyük servet elde ettiği ileri sürülen Şeyh Hûd’u sultana şikâyet etti. Bu mektupta şeyhin görevini yapmadığını ve hankahın gelirlerini şahsı ve yakınları için kullandığını belirtti. Bunun üzerine şeyhin mallarına el konuldu, ardından ülkeden kaçmak üzereyken yakalanıp idam edildi (a.g.e., II, 545). Bu olaydan sonra Sühreverdiyye’nin Mültan’da hiçbir etkisi kalmadı.
Tarikat Mültan’da etkisini yitirmekle birlikte Uç, Gucerât, Kalpî, Pencap, Keşmir ve Delhi bölgelerinde yayılmasını sürdürdü. Bahâeddin Zekeriyyâ’nın halifelerinden Celâl Sürh (veya Sürhpûş) diye anılan Seyyid Celâleddin Hüseyin Buhârî (ö. 691/1292) dergâhını Uç şehrinde kurdu. Sühreverdiyye’nin Buhâriyye kolunun pîri olan bu zatın Tuğluklu Sultanı Muhammed Şah’ın şeyhülislâmlık teklifini reddettiği belirtilmektedir (bk. BUHÂRİYYE). Onunla aynı adı taşıyan ve Mahdûm-i Cihâniyân (ö. 785/1383) diye anılan torunu Celâleddin Hüseyin Buhârî’nin gayretleri Uç’ta etkisini yitirmek üzere olan Sühreverdiyye’yi yeniden canlandırdı. Mahdûm-i Cihâniyân’ın Sânî-i Mahdûm-i Cihâniyân unvanıyla tanınan oğlu Burhâneddin Kutb-i Âlem de (ö. 857/1453) Hindistan’da Sühreverdîliğin yayılmasına hizmet etti. Muhtemelen XVII. yüzyıldan sonra Hindistan’da ortaya çıkan ve Celâl-i Sânî diye anılan bir şeyhe nisbet edilen gayri Sünnî Celâliyye tarikatının Buhâriyye’den doğduğu tahmin edilmektedir. Öte yandan İran’da görülen Şiî karakterli Hâksâriyye fırkasının da Celâliyye kolundan doğmuş olabileceği ihtimali üzerinde durulmaktadır (bk. CELÂLİYYE; HÂKSÂRİYYE).
Çiştiyye tarikatından da hilâfet aldığı nakledilen Mahdûm-i Cihâniyân’ın özellikle Hindistanlı müslümanların Hindu geleneklerinden etkilenerek uyguladıkları birtakım âdetleri engellediği ve Allah’ın isimlerinin Hintçe olarak zikredilmesini yasakladığı vurgulanmakta, yerine geçen kardeşi Sadreddin Râcû’nun Hindu dinine sert muhalefeti sebebiyle Hindular tarafından Râcû Kattâl diye anıldığı belirtilmektedir. Mahdûm-i Cihâniyân’ın birçok halifesi Kalpî ve Gucerât sultanlıkları bölgelerinde tekkeler kurarak tarikatı yaydılar. Bu dönemde Gucerât sultanları ve devlet adamlarından birçoğu Sühreverdiyye tarikatına intisap etti. 1451-1526 yılları arasında Delhi Sultanlığı’nda hüküm süren Lûdîler döneminde de Sühreverdî şeyhleri büyük itibar gördü. Hânedanın kurucusu Sultan Behlûl-i Lûdî zamanında Delhi’de Bahâeddin Zekeriyyâ’nın neslinden Şeyh Yûsuf Kureşî faaliyet gösterdi. Oğlu Abdullah’a Sultan Behlûl’ün kızını alarak hânedanla akrabalık ilişkileri kuran Şeyh Yûsuf hankahı için devletten çok ciddi imkânlar sağladı. Bunun sonucu olarak Sühreverdiyye’nin merkezi Mültan ve Uç’tan Delhi’ye intikal etti. Şeyh Semâüddin ed-Dihlevî tarafından Delhi’de kurulan büyük hankah tarikatın merkezi konumuna geldi. Sadreddin Râcû’nun halifesi Şeyh Kebîrüddin’in müridi olan Semâüddin’den hilâfet alanlar arasında ünlü seyyah ve şair Hâmid b. Cemâlî ed-Dihlevî gibi şahsiyetler vardır. Sultan Behlûl’ün zaman zaman Semâüddin’i hankahında ziyaret ettiği, Semâüddin’in de Behlûl’den sonra yerine geçen İskender Şah’ın (Nizam Han) taç giyme merasimine katılarak dua ettiği kaydedilmektedir.
Sühreverdiyye tarikatının Hindistan’da en etkili olduğu yer Keşmir bölgesidir. Muhtemelen Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin halifelerinden olan şeyhi Şah Ni‘metullah Fârsî ile birlikte Moğol istilâsı sebebiyle Türkistan’dan Keşmir’e hicret eden Seyyid Şerefeddin Bülbül Şah (ö. 728/1327), Budist lideri Prens Rinçana’ya İslâmiyet’i anlatarak müslüman olmasına vesile oldu. Sadreddin adını alan Rinçana ile tebaasından yaklaşık 10.000 kişinin İslâm’a girdiği nakledilir. Emîr Sadreddin, Bülbül Şah için zengin vakıflarla donattığı bir hankah yaptırdı ve vakıf gelirleriyle bir de aşevi kurdu. Emîr Sadreddin’in aşevinin yanında yaptırdığı mescidin Keşmir’in ilk mescidi olduğu belirtilmektedir. XV. yüzyılda Keşmir’de tasavvufî hayatı özellikle Mahdûm-i Cihâniyân koluna mensup Sühreverdî dervişleri canlı tuttular. Öte yandan XIV. yüzyıl sonunda Timur’un Delhi’ye yaptığı akınlar üzerine buradan kaçan çok sayıdaki insanla birlikte Sühreverdî dervişleri de Hindistan’ın Uttar Pradeş eyaletinde tarihî bir şehir olan Jaunpûr’a gidip yerleştiler ve burada dergâhlar kurdular (DİA, XXIII, 578).
Anadolu’ya Selçuklular döneminde girdiği anlaşılan Sühreverdiyye, XIII. yüzyılda Anadolu’da Bahâeddin Zekeriyyâ’nın kalendermeşrep halifesi Fahreddîn-i Irâkī tarafından yayıldı. Bahâeddin Zekeriyyâ’ya yirmi beş yıl hizmet eden ve ona damat olan Irâkī, şeyhin vefatından sonra diğer müridlerin meşrep farklılığından kaynaklanan kendisine düşmanlıkları sebebiyle Mültan’dan ayrılmak zorunda kaldı. Anadolu’ya gidip Konya’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî ve Mevlevî çevreleriyle yakın dostluklar kurdu. Sadreddin Konevî’nin Fuṣûṣü’l-ḥikem ve el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye derslerine iştirak etti. Müridlerinden Emîr Muînüddin Süleyman Pervâne’nin Tokat’ta kendisi adına yaptırdığı hankahta faaliyetlerini sürdüren Fahreddîn-i Irâkī’nin Konya, Kayseri, Tokat civarında geniş bir mürid çevresi oluşturduğu tahmin edilmektedir. Pervâne’nin Mısır Hükümdarı Baybars’ın elinde esir bulunan oğlu Mühezzebüddin Ali’yi kurtarmak için Mısır’a gitti. Orada kaldığı süre içinde iyi ilişkiler kurduğu sultan kendisine mürid oldu ve ona “şeyhüşşüyûh” unvanını verdi. Fahreddîn-i Irâkī’nin halifesi Şeyh Abdüsselâm ile devam eden tarikat silsilesi, XV. yüzyılda Sühreverdiyye’nin Pîrcemâliyye şubesini kuran İsfahanlı Pîr Cemâleddin Ahmed-i Erdistânî’ye ulaşmaktadır.
Sühreverdiyye tarikatında yukarıda anlatılan kollar dışında Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin halifelerinden İzzeddin Mevdûd b. Muhammed ez-Zerkûb ile Zerkûbiyye, Kemâleddin Muhammed b. Ömer el-Kastallânî ile Kemâliyye, Ahmed ed-Dımaşkī ile Ahmediyye kolları meydana geldi. Murtazâ ez-Zebîdî, Zerkûbiyye kolundan Ebü’l-Fütûh Tâvûsî’ye (Nûreddin Ahmed b. Abdullah, ö. 861/1457 civarı) ulaşan bir silsileyi (Zebîdî, ʿİḳd, s. 61; İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 202), Harîrîzâde, Kemâliyye kolundan Cebertiyye tarikatının kurucusu Yemenli İsmâil b. İbrâhim el-Cebertî’ye (ö. 806/1403), Ahmediyye kolundan Gavsiyye tarikatının kurucusu Hindistanlı Muhammed Gavs’a (ö. 970/1563) ulaşan birer silsileyi kaydetmiştir (Tibyân, II, vr. 150b, 151b-152a). Hicaz ve Yemen bölgesinde yayılan Abdullah b. Es‘ad el-Yâfiî’nin (ö. 768/1367) kurduğu Yâfiiyye, esasen Kādiriyye’nin önemli kollarından biri olduğu halde, kurucusunun Sühreverdiyye’den icâzetli olması sebebiyle Sühreverdiyye’nin kolları arasında da sayılmıştır (a.g.e., III, vr. 264a-b; Hüseyin Vassâf, I, 143). Öte yandan Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin birçok halifesinin bulunması sebebiyle Sühreverdiyye ayrı ayrı silsilelerle devam etmiş ve bunlardan birçok önemli kimse hırka giymiştir. Meselâ Şeyh Şehâbeddin’in halifelerinden İbnü’n-Nakīb el-Makdisî ile devam eden silsileden Ebû Hayyân el-Endelüsî, Ebû Muhammed Radıyyüddin Hüseyin b. Abdülmü’min et-Taberî, İbnü’l-Mülakkın gibi şahsiyetler hırka giymişti. İbnü’l-Mülakkın ayrıca Şeyh Şehâbeddin’in halifeleri İzzeddin Ahmed Ebû Hâmid Cemâleddin Muhammed b. Ali, Ebü’l-Abbas Ahmed b. İshak el-Eberkûhî, Ebü’l-Fazl Necmeddin Abdullah b. Ebü’l-Vefâ ve Şeyh Ukkâşe ile devam eden silsilelerin her birinden hırka giymiştir (Ṭabaḳātü’l-evliyâʾ, s. 494-495, 497-499, 504, 509). Ebû Hayyân el-Endelüsî’nin Şeyh Şehâbeddin’in bir diğer halifesi Ebû Bekir Kutbüddin Muhammed b. Ahmed el-Kastallânî’den de (ö. 686/1287) hırkası vardır (a.g.e., s. 506). Kutbüddin el-Kastallânî ile devam eden silsileden Murtazâ ez-Zebîdî de hırka giydiğini belirtmektedir (İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 208-209). Ünlü seyyah İbn Battûta, Sühreverdiyye hırkasını İsfahan’da Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin bir başka halifesi Şehâbeddin Ali er-Recâ ile devam eden silsileden 14 Cemâziyelâhir 727 (7 Mayıs 1327) tarihinde Şeyh Kutbüddin Hüseyin b. Şemseddin Muhammed’in elinden giymiştir (Tuḥfetü’n-nüẓẓâr, I, 221). Sühreverdiyye’nin Afganistan’da etkisinin devam ettiği (DİA, I, 403), Hindistan’ın Keşmir gibi bazı bölgelerinde müntesipleri bulunduğu (DİA, XXV, 327-328), bazı Ortadoğu ülkelerinde ortadan kaybolmakla birlikte Irak’ta varlığını sürdürdüğü anlaşılmaktadır.
Sühreverdiyye’de Ebü’n-Necîb es-Sühreverdî’nin müridlerin uyması gereken kurallardan bahseden eseri Âdâbü’l-mürîdîn’i, Şehâbeddin es-Sühreverdî’nin Sünnî tasavvuf esaslarını anlattığı ʿAvârifü’l-maʿârif’i ile Ehl-i sünnet akaidini kaydettiği İʿlâmü’l-hüdâ ve ʿaḳīdetü erbâbi’t-tüḳā isimli eserleri, Ebû Ca‘fer İmâdüddin Muhammed b. Ömer es-Sühreverdî’nin Zâdü’l-müsâfir ve edebü’l-ḥâḍır adlı eseri tarikatın âdâbı ve erkânı için temel kaynaklardır. Özellikle ʿAvârifü’l-maʿârif’in okunması ve okutulması için icâzet alınması gelenek olmuştur. Bu sayede tarikatta Sünnî çizgi büyük ölçüde bozulmadan devam ettirilmiş, mensupları Hindu, Budist vb. dinlerin tesirlerinden korunabilmiştir. Sühreverdiyye şeyhleri tasavvufta dünya nimetleri ve imkânlarına hiç sahip olmama ya da sahip olup sevgisini gönüle sokmama şeklinde anlaşılan zühd prensibinden genellikle ikincisini benimsemiş, bu çerçevede zenginliğe karşı çıkmadıkları gibi makam-mevki sahipleriyle de yakın ilişki kurmuşlardır. Ancak bu anlayışları sebebiyle Hindistan’da Çiştiyye mensupları tarafından ciddi şekilde eleştirilmişlerdir.
Sühreverdiyye tarikatında zikir, oturarak (kuûdî) ve sesli (cehrî/celî) olarak kelime-i tevhid çekmekten ibarettir. Bazı istisnalar dışında semâ uygulaması yoktur. Devranî zikre önem verildiği ve tarikatın esası haline getirildiği şeklindeki tesbit (DİA, IX, 248) Zeyniyye-Vefâiyye kolu dışında doğru değildir. Sühreverdiyye şeyhlerinden Ebü’l-Mehâsin Cemâleddin Yûsuf b. Abdullah el-Kûrânî el-Acemî, Harîrîzâde’nin Tibyân’da kaydettiği Reyḥânetü’l-ḳulûb fi’t-tevaṣṣul ile’l-maḥbûb adlı eserinde zikrin yapılış şekli ve âdâbı üzerinde durmuştur. Buna göre mürid bütün günahlarına tövbe ettikten sonra abdestli halde temiz ve tercihen karanlık bir odada kıbleye dönük bir şekilde bağdaş kurup oturur. Ellerini uylukları üzerine koyup gözlerini yumarak kendisini şeyhinin huzurunda hayal eder ve onun himmetini ister. Sonra kalbiyle ism-i celâli (Allah) zikretmeye başlar. Ardından diliyle kelime-i tevhid zikrine geçer. Kelime-i tevhid zikrinin yapılış şekli bazı Sühreverdî şeyhleri tarafından şu şekilde tarif edilmiştir: Müridin başı kalbi üzerine eğik bir vaziyette iken zikre “lâ” sözüyle başlar ve başını hızlı bir şekilde sol omuzuna doğru kaldırır. Baş sol omuz üzerinde iken “lâ ilâhe” kısmı bitmiş olur. Ara vermeden başını tekrar hızlıca kalbine doğru indirir ve tam kalbi üzerine geldiğinde vurgulu bir şekilde “illallah” der. Bu arada kalbinden Allah’ın dışındaki her şeyi atmaya niyet eder. Kelime-i tevhid kalbine nakşoluncaya kadar farz ve sünnet namazlar dışında gün boyu bu zikirle meşgul olur. Ayrıca namazlardan sonra, gece ve gündüzün belli vakitlerinde okunacak dualar, her aya mahsus zikirler ve dualar vardır. Şehâbeddin es-Sühreverdî her ölüm yıl dönümünde törenlerle anılır. Hindistan Sühreverdîleri genellikle sabah namazından sonra Allah’ın doksan dokuz ismi ile Hz. Peygamber’in doksan dokuz ismini okurlar.
BİBLİYOGRAFYA
Abdülhak ed-Dihlevî, Aḫbârü’l-aḫyâr (trc. Sübhân Mahmûd – Muhammed Fâzıl), Delhi 1414/1994, tür.yer.
İbn Hallikân, Vefeyât, III, 446-447.
İbnü’l-Fuvatî, el-Ḥavâdis̱ü’l-câmiʿa (nşr. Mehdî en-Necm), Beyrut 1424/2003, s. 72, 231.
Abdurrahman Ebü’l-Ferec el-Vâsıtî, Ṭabaḳātü ḫırḳati’ṣ-ṣûfiyye, Kahire 1305, s. 49, 58-61.
Zehebî, Târîḫu’l-İslâm: sene 631-640, s. 98.
a.mlf., Aʿlâmü’n-nübelâʾ, XXII, 375.
Kütübî, Fevâtü’l-Vefeyât, Bulak 1299, II, 216.
İbn Battûta, Tuḥfetü’n-nüẓẓâr, I, 221-222; II, 451-452, 544-545.
Cüneyd-i Şîrâzî, Şeddü’l-izâr (nşr. Muhammed-i Kazvînî – İkbâl-i Âştiyânî), Tahran 1328 hş., s. 176, 236, 352-353, 392, 394-395, 415, 419, 444, 461-462.
İbnü’l-Mülakkın, Ṭabaḳātü’l-evliyâʾ (nşr. Nûreddin Şerîbe), Beyrut 1406/1986, s. 262-265, 494-495, 497-499, 504, 506, 509.
Câmî, Nefeḥât, s. 417-418, 472-475, 480-482, 504, 588.
Lâmiî, Nefehât Tercümesi, s. 560-561.
Hulvî, Lemezât-ı Hulviyye, Süleymaniye Ktp., Hâlet Efendi, nr. 281, vr. 129b-132a.
Zebîdî, ʿİḳd, s. 41-42, 61, 68-69, 75, 87.
a.mlf., İtḥâfü’l-aṣfiyâʾ, s. 202, 206-209, 244.
Rızâ Kulı Han Hidâyet, Teẕkire-i Riyâżü’l-ʿârifîn, Tahran 1305 hş., s. 65.
Harîrîzâde, Tibyân, I, vr. 108b-109a; II, vr. 148b-160a; III, vr. 264a-b.
L. Rinn, Marabouts et Khouan: Étude sur l’Islam en Algérie, Alger 1884, s. 202-210.
Hocazâde Ahmed Hilmi, Hadîkatü’l-evliyâ’dan Silsile-i Meşâyih-i Sühreverdiyye ve Kübreviyye, İstanbul 1318, s. 4-34.
Hüseyin Vassâf, Sefîne-i Evliyâ (haz. Mehmet Akkuş – Ali Yılmaz), İstanbul 2006, I, 143, 283-288, 311.
Ma‘sûm Ali Şah, Ṭarâʾiḳ, II, 355-356.
J. S. Trimingham, The Sufi Orders in Islam, Oxford 1971, s. 14, 20, 22, 29, 32-37, 39, 64-66, 233.
R. A. Nicholson, “Pîr Jamal”, A Volume of Oriental Studies Presented to Edward G. Browne (ed. T. W. Arnold – R. A. Nicholson), Amsterdam 1973, s. 364.
Khaliq Ahmad Nizami, Some Aspects of Religion and Politics in India during the Thirteenth Century, Delhi 1978, s. 177-178, 220-229.
Beşîr Hüseyin Nâzım, Evliyâ-yı Multân, Lahor 1985, s. 12-52.
Muhammad Muzammil Haq, Some Aspects of the Principal Sufi Orders in India, Dhaka 1985, s. 78-95.
S. A. A. Rizvi, A History of Sufism in India, New Delhi 1986, I, 190-226.
a.mlf., “Jaunpûr”, DİA, XXIII, 578.
Âişe Yûsuf el-Mennâî, Ebû Ḥafs ʿÖmer es-Sühreverdî, Devha 1412/1991, s. 28-49.
Gulâm Server Lâhûrî, Ḫazînetü’l-aṣfiyâʾ (trc. M. Zahîrüddin Batî), Lahor 1994, II, tür.yer.
A. Knysh, Islamic Mysticism: A Short History, Leiden 2000, s. 192-207.
Reşat Öngören, Tarihte Bir Aydın Tarikatı Zeynîler, İstanbul 2003, tür.yer.
a.mlf., “Necîbüddin b. Büzgaş”, DİA, XXXII, 489-490.
Kamerul Huda, Şihabeddin Ömer Sühreverdî: Hayatı, Eserleri, Tarikatı (trc. Tahir Uluç), İstanbul 2004, tür.yer.
Bo Utas, “Notes on Afghan Sufi Orders and Khanaqahs”, Afghanistan Journal, VII/2 (1980), s. 60-67.
Iqtidar Husain Siddiqui, “Resurgence of the Suhrawardi Silsila during the Lodi Period (1451-1576 AD)”, Pakistan Journal of History and Culture, VI/2, Islamabad 1985, s. 53-61.
A. Rehmani, “Soharwardia Preaching in Sindh and Multan”, Journal of the Research Society of Pakistan, XXXIV Lahore 1997, s. 39-48.
A. Bigelow, “The Sufi Practice of Friendship, the Suhrawardi Tariqa and the Development of a Middle Road”, Jusūr: The UCLA Journal of Middle Eastern Studies, XV, Los Angeles 1999, s. 14-49.
F. Sobieroj, “Suhrawardiyya”, EI2 (İng.), IX, 784-786.
Nihat Azamat, “Âdiliyye”, DİA, I, 384.
a.mlf., “Buhâriyye”, a.e., VI, 377.
a.mlf., “Bülbül Şah”, a.e., VI, 486-487.
Mehmet Saray, “Afganistan”, a.e., I, 403.
Hamid Algar, “Bahâeddin Zekeriyyâ”, a.e., IV, 462-463.
a.mlf., “Hâlid el-Bağdâdî”, a.e., XV, 284.
Zehrâ Tâhirî Hakīkī, “Celâliyye”, a.e., VII, 258-259.
a.mlf., “Hâksâriyye”, a.e., XV, 208-209.
Süleyman Uludağ, “Devran”, a.e., IX, 248.
a.mlf., “Kâşânî, Abdürrezzâk”, a.e., XXV, 5.
Orhan Bilgin, “Fahreddîn-i Irâkī”, a.e., XII, 84-85.
Mustafa Bahadıroğlu, “İbrâhim Zâhid-i Geylânî”, a.e., XXI, 360.
Tahsin Yazıcı, “İmâd-ı Fakīh”, a.e., XXII, 168.
Abdülhamit Birışık – Khalid Zafarullah Daudi, “Keşmîrî”, a.e., XXV, 327-328.
Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 38. cildinde, 42-45 numaralı sayfalarda yer almıştır.