SÛR

Kıyametin kopmasını ve insanların yeniden dirilmesini ifade eden bir Kur’an terimi.

Bölümler İçin Önizleme
  • 1/2Müellif: ADİL BEBEKBölüme Git
    Sözlükte “seslenmek, ses çıkarmak; eğmek” mânasındaki savr kökünden türeyen sûr “ses çıkaran eğri boynuz” demektir. Bazı dilcilere göre sûr “şekil” an…
  • 2/2Müellif: MUSTAFA İSMET UZUNBölüme Git
    TÜRK EDEBİYATI. İslâm inancına göre İsrâfil’in en önemli görevi sûra üflemesidir. Âyet ve hadislerde nefîr, nâkūr gibi isimlerle anılan bu boruyu üfle…

Müellif:

Sözlükte “seslenmek, ses çıkarmak; eğmek” mânasındaki savr kökünden türeyen sûr “ses çıkaran eğri boynuz” demektir. Bazı dilcilere göre sûr “şekil” anlamına gelen sûretin çoğuludur (Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣvr” md.; Lisânü’l-ʿArab, “ṣvr” md.). Kelime on âyette sözlük anlamı “üfürmek, üflemek” olan nefh kökünden türeyen fiillerle kullanılmakta, bunların üçünde göklerin ve yerin mevcut düzeninin bu üfleyişle bozulacağı, diğerlerinde ise insanların kabirlerinden kalkıp huzûr-i ilâhîye gidecekleri belirtilmektedir (M. F. Abdülbâkī, el-Muʿcem, “ṣûr” md.). Bir âyette (el-Müddessir 74/8) “boru, borazan” mânasındaki nâkūr kelimesi, “ses çıkarmak” anlamına gelen nakr kökünden türemiş nukıre fiiliyle kullanılarak ikinci nefhaya, yani yeniden diriliş olayına temas edilir. Sûr konusu Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, Ebû Dâvûd ve Tirmizî gibi muhaddislerin rivayetlerinde de yer almıştır (Wensinck, el-Muʿcem, “ṣûr” md.).

Sûrun ve ona üflemenin mâna ve mahiyeti konusunda âlimler farklı görüşler ileri sürmüştür. Büyük çoğunluğu oluşturan gruba göre sûr gerçek anlamda bir boynuz, boru veya borazan, üfürme ise ona üflenince korkunç, sarsıcı ve kulakları sağır edici bir ses çıkarılmasıdır. Bazılarına göre sûret kelimesinin çoğulu olup, üfürme de “can verme” demektir. Bu durumda “nefh-i sûr” “ruhların bedenlere (sûretler) iade edilmesi” anlamına gelir. Ancak bu yorum hem dil âlimleri hem müfessirler tarafından kabul edilmemiştir. Zira sûret kelimesinin çoğulu sûr değil Kur’an’da da geçtiği gibi (el-Mü’min 40/64; et-Tegābün 64/3) “suver”dir (Lisânü’l-ʿArab, “ṣvr” md.). Ayrıca çeşitli hadis rivayetlerinde sûrun boynuz veya borazandan ibaret olduğu ifade edilmiştir. Fahreddin er-Râzî de ikinci görüşün dil açısından tutarsızlığına temas ettikten sonra ilgili âyetlerde yer alan nefh-i sûrdan maksadın ruhların cesetlere iadesi olsaydı Cenâb-ı Hakk’ın bunu doğrudan doğruya kendi zâtına nisbet edeceğine dikkat çeker. Nitekim Kur’an’da Hz. Âdem’in yaratılışı anlatılırken “ona şekil verdiğim ve ruhumdan üflediğim zaman …” (el-Hicr 15/29) buyurulmuştur. Benzer ifade Hz. Meryem’in Îsâ’ya hamile kalması hususunda da kullanılmıştır (et-Tahrîm 66/12; Mefâtîḥu’l-ġayb, VII, 35-36).

Boynuz veya borazandan ibaret bulunduğunu kabul edenlerin sûrun şekli konusunda fikir beyan etmemelerine karşılık Ebû Hüreyre’den gelen bir rivayette onun yerle gök arası genişliğinde çok büyük bir şey olduğu nakledilmiştir (Kurtubî, el-Câmiʿ, XVI, 216). Sûrun nurdan veya kristal saflığında beyaz inciden yapılmış, ruhlar adedince deliği bulunan bir tür boru olduğunu ileri sürenler de vardır (Gazzâlî, İḥyâʾ, IV, 636; Kurtubî, el-Câmiʿ, XVI, 217; et-Teẕkire, I, 277; Süyûtî, el-Budûrü’s-sâfire, s. 80; ed-Dürrü’l-mens̱ûr, VII, 253). Abdüsselâm b. İbrâhim el-Lekānî sûrun, içinde ruhları barındıran ve onların sayısınca delikleri bulunan bir boru olduğunu ileri sürmüştür (İtḥâfü’l-mürîd, s. 214).

Sûra kaç defa üfürüleceği konusunda da çeşitli görüşler vardır. 1. Sadece Mâtürîdî’nin, sahibini zikretmeden yer verdiği, Kur’an’da bir tek sesten söz edilmesine (Yâsîn 36/49, 53) dayanan görüş sûra yalnızca bir defa üfürüleceği şeklindedir (Teʾvîlât, III, 578). Elmalılı Muhammed Hamdi, sûra birkaç defa üfürme ile bir tek üfürme ve bir tek sayha arasında herhangi bir çelişkinin bulunmadığını söyler. Zira kıyametin kopması ve yeniden dirilişin Allah için “ol deyip oldurma” tarzında bir anlık iş olması bakımından çok üfürme tek üfürme gibidir (Hak Dini, VII, 5316). 2. Sûra iki defa üfürüleceğini söyleyen âlimlerin çoğunluğu, Yâsîn sûresinde (36/49) önce kıyametin kopmasını ifade eden korkunç bir ses, arkasından yeniden diriltme ve inşâ için sûra üflenmesi (36/51), Zümer sûresinde (39/68) sûra üfürülmesiyle bazı istisnalar hariç bütün canlıların öleceği, ardından yeniden dirilişi sağlayacak ikinci bir üfürmeden bahsedilmiş olması, Nâziât sûresinde (79/6-7) kâinatı sarsan bir şeyi ikincinin takip edeceğinden söz edilmesiyle istidlâl etmiş, ayrıca muteber hadis kaynaklarında iki üflemeden bahsedilmiş olmasını da göz önünde bulundurmuştur (Buhârî, “Tefsîr”, 39/4; 78/1; Müslim, “Fiten”, 116, 141, “Feżâʾil”, 159). 3. Sûra üç defa üfürüleceğini iddia edenler çeşitli sûrelerde yer alan nefh-i sûr âyetlerini birleştirmişler ve Ebû Hüreyre’den rivayet edilen uzun bir hadiste üç üfleyişten söz edilmesine dayanmışlardır (Kurtubî, el-Câmiʿ, XVI, 216; İbn Kesîr, Tefsîr, III, 282). 4. Kādî İyâz ile İbn Hazm’a nisbet edilen ve sûra dört defa üfürüleceğini ileri süren görüşün, Kur’an ve Sünnet’te böyle bir beyan bulunmamakla birlikte aksine de işaret edilmediği, kıyametin kopmasından itibaren huzur-ı ilâhîye varacak zamana kadar birçok kozmik olayın vuku bulabileceği şeklinde bir akıl yürütmeye dayandığı söylenebilir (Süyûtî, el-Budûrü’s-sâfire, s. 90; Âlûsî, XIX, 31).

Sûra İsrâfil’in üfüreceği şeklinde genel bir kabul bulunmakla birlikte bazı rivayetlerde bu iş için iki meleğin hazır beklediğinden (İbn Mâce, “Zühd”, 33), bazılarında da İsrâfil’in sağında Cebrâil’in, solunda Mîkâil’in bulunduğundan (Ebû Dâvûd, “Ḥurûf”, 1) söz edilmektedir. Nakledildiğine göre Hz. Peygamber’e sûra iki üfleniş arasında ne kadar zaman geçeceği sorulmuş, o da “kırk” diye cevap vermiştir. Râvi Ebû Hüreyre’ye bu rakamla neyin kastedildiği sorulduğunda yıl mı, ay mı yoksa gün mü kastedildiğini sormadığını ifade etmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 39/78; Müslim, “Fiten”, 28). Bu rivayete dayanılarak sûra iki üfürüş arasında kırk yıl geçeceği hususu genel kabul görmüştür (Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâḫire, s. 49; Kurtubî, et-Teẕkire, I, 287). Kıyametin kopuşu sırasında ölmeyeceği bildirilenlerin (en-Neml 27/87; ez-Zümer 39/68) kimler olduğu hususunda da farklı görüşler ileri sürülmüştür. Mâtürîdî, bunların Allah’ın arşını taşıyan sekiz melekle Cebrâil, Mîkâil, İsrâfil, Azrâil, şehidler ve peygamberler olabileceğini, ancak Resûl-i Ekrem’den bu hususta bir beyan gelmedikçe kesin bir hüküm verilemeyeceğini söylerken (Teʾvîlât, III, 578; IV, 323; V, 232) bazıları bu arada hûrileri, cehennemin görevlileri olan Mâlik’i ve zebânileri zikretmiş (Âlûsî, XXIII, 28), Lekānî ise bunların dört büyük melek, hûriler ve Hz. Mûsâ olduğunu söylemiştir (İtḥâfü’l-mürîd, s. 214-215).

Herkesin ölümüyle birlikte kıyametinin koptuğu kabul edilir. Ancak İslâmiyet’in üç esas halinde özetlenmiş iman konularının üçüncüsü olan âhiret hayatı gerçek anlamda kıyametin kopmasıyla başlar. On âyette tekrarlanan sûra üflenişin ilki asıl kıyameti başlatan kozmik olayı ifade etmektedir. İkinci üfleniş ise bütün insanların ve Allah’ın murat ettiği diğer canlıların yeniden dirilip huzur-ı ilâhîye çıkmalarını hazırlar. Kıyametin bu sahneleri için naslarda yer alan kavram ve tasvirler gayb âlemine ait olup insana hadisenin oluşum şekli hakkında değil, onun hedef ve amacına dair bilgi ve mesajlar verir. Bu noktada insan aklı haber verilenleri çelişkiye düşmeden anlamak, kalp ve duygu âlemi de inanıp ibret almakla görevlidir. Bu sebeple sûrun mahiyeti hakkında kesin bir şey söylemek mümkün değildir. Ancak ona üflenişin, yani en büyük kozmik değişimin iki merhalede gerçekleşeceği söylenebilir. Dirâyet tefsirinin ilk mümessilini teşkil eden İmam Mâtürîdî’nin gerek bu meselede gerekse diğer gaybî konularda tekrar ettiği gibi sübûtu kesin olan nasların zâhirî-lugat mânalarını kabul etmenin yanında şekil ve mahiyetlerini belirlemekle vakit geçirmemek, mesajlarını alıp onların gereğini yerine getirmeye çalışmak en uygun davranıştır.

BİBLİYOGRAFYA
Râgıb el-İsfahânî, el-Müfredât, “ṣyḥ”, “nfḫ” md.leri; Taberî, Câmiʿu’l-beyân (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Riyad 1424/2003, IX, 339-341; XV, 416-419; XVII, 111-112; XVIII, 131-135; XXIII, 418-420; Mâtürîdî, Teʾvîlâtü Ehli’s-sünne (nşr. Fâtıma Yûsuf el-Hıyemî), Beyrut 1425/2004, II, 134; III, 577-578; IV, 206, 207, 323-324, 562, 571; V, 231, 232, 312, 374; Gazzâlî, ed-Dürretü’l-fâḫire (nşr. M. Abdülkādir Ahmed Atâ), Beyrut 1407/1987, s. 47, 49-50; a.mlf., İḥyâʾü ʿulûmi’d-dîn, Kahire 1968, IV, 635-636; Zemahşerî, el-Keşşâf (Kahire), III, 325-326; IV, 151, 212; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîḥu’l-ġayb, Beyrut 1411/1990, VII, 35-36; XXI, 146; XXII, 98-99; XXIII, 3, 106, 188-189; XXVI, 76-79; XXVII, 16-17; XXX, 95; XXXI, 10; Muhammed b. Ahmed el-Kurtubî, el-Câmiʿ (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî v.dğr.), Beyrut 1427/2006, VIII, 430-432; XI, 370; XII, 134; XV, 88-89; XVI, 216-219; XVII, 460-462; a.mlf., et-Teẕkire fî aḥvâli’l-mevtâ ve umûri’l-âḫire (nşr. Ebû Süfyân Mahmûd b. Mansûr), Medine 1417/1997, I, 259-266, 277-288; Ebü’l-Fidâ İbn Kesîr, el-Bidâye ve’n-nihâye (nşr. Abdullah b. Abdülmuhsin et-Türkî), Cîze 1998, XIX, 303-314; a.mlf., Tefsîrü’l-Ḳurʾâni’l-ʿaẓîm (nşr. Sâmî b. Muhammed es-Selâme), Riyad 1418/1997, III, 281-284; V, 200, 315, 495; VI, 216-217, 581; VII, 116-117, 400; VIII, 211, 264-265, 304-305; Süyûtî, el-Budûrü’s-sâfire (nşr. Ebû Abdullah M. Hasan eş-Şâfiî), Beyrut 1416/1996, s. 66-68, 75-90; a.mlf., ed-Dürrü’l-mens̱ûr, Beyrut 1403/1983, III, 297-298; VI, 384; VII, 61-63, 249-257; VIII, 327-328, 406; Abdüsselâm b. İbrâhim el-Lekānî, İtḥâfü’l-mürîd, Kahire 1375/1955, s. 214-215; Âlûsî, Rûḥu’l-meʿânî, VII, 191; XV, 44-45, 260; XVII, 64; XIX, 30-31; XXIII, 27-31; XXIX, 43-45; Reşîd Rızâ, Tefsîrü’l-Menâr, Beyrut, ts. (Dârü’l-ma‘rife), VII, 531-532; Elmalılı, Hak Dini, V, 3707-3708, 3710, 4137; VII, 5316-5321, 5452, 5556; Adil Bebek, “Mâtürîdî’nin Kelâm Sisteminde Âhiret İnancı”, MÜİFD, sy. 19 (2000), s. 17-19.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 37. cildinde, 533-534 numaralı sayfalarda yer almıştır.

Müellif:

TÜRK EDEBİYATI. İslâm inancına göre İsrâfil’in en önemli görevi sûra üflemesidir. Âyet ve hadislerde nefîr, nâkūr gibi isimlerle anılan bu boruyu üfleme görevi sebebiyle İsrâfil dinî ve edebî metinlerde “melekü’s-sûr, sâhibü’s-sûr, sâhib-i nefîr / nâkūr” gibi sıfatlarla anılmış, sûr ise daha çok “sûr-ı İsrâfîl / Sirâfîl, sûr-ı mahşer, sûr-ı haşr, sûr-ı kıyâmet” vb. tamlamalarla yer almış, üflemek, çalmak, vurmak gibi fiillerle birlikte zikredilmiştir. Nesîmî’nin, “Çalındı kıyâmetin nefîri / Ey sağır işitmedin safîri // Haşrin günü geldi uykudan dur (kalk) / İnanmaz isen gözünü aç gör // Sûr ünün işitmedi kulağın / Tayındı (kaydı) bu köprüden ayağın” beyitleri bu tür kullanımlara örnek gösterilebilir. Yazıcıoğlu Mehmed’in Muhammediyye’deki, “Sûru demiştir Resûlullah kim ol bir nûrdur / Şekli boynuz şeklidir eyle bu söze i‘tikād” beytinde ifade edildiği gibi bu borunun boynuz şeklinde ve başka edebî metinlerde zikredildiği üzere kırmızı mercandan yapıldığı kabul edilmektedir. Türk edebiyatında sûrun ayrıca kıyamet, mahşer, haşr gibi kelimelerle birlikte anıldığı, böylece tenâsüp sanatına imkân verildiği görülmektedir. Üç defa üfleneceği belirtilen sûrun, “nefha-i fezâ” denilen birinci üflenmesinde Allah’ın diledikleri dışında yerde ve gökteki bütün varlıklar dehşete düşecektir. Yûnus’un, “İsrâfil sûru vurula yerin yüzü denşürüle (değiştirile) / Harâb ola yaş u kuru çarh-ı felek de yorula” beyti bu safhayı anlatır. “Nefha-i sâik” ismiyle anılan ikinci üflenişte kıyamet kopacak ve bütün mahlûkat ölecektir. Aynı şiirin devamındaki, “Kimesne kalmaya bunda fenâ ola hepsi sinde” mısraında bu durum anlatılmaktadır. “Nefha-i kıyâm” olarak adlandırılan üçüncü üflenişinde bütün ölüler diriltilerek mahşere gitmeye hazır hale gelecektir. Yûnus Emre’nin kıyamet ve âhiret ahvalinden bahseden şiirleriyle devriyyelerinde İsrâfil ve sûr daha ziyade bu özelliğiyle yer almıştır: “İsrâfil sûrunu vura hep mahlûkat yerden dura / Diriliben haşre vara kadı anda Sübhân ola.” Bu safhada artık Allah’tan başkasının varlığı söz konusu değildir: “İsrâfil sûr vurucak mahlûk yine turucak / Senin ününden artuk (başka) kulağım işitmeye”; Muhammediyye’deki, “İki kez sûr urusardır birisi kırmak için / Biri dirgürmek (diriltmek) içindir kim ola yevme’t-tenâd” beyti sûrun üflenişinin ardından olacakları anlatmaktadır.

Türk edebiyatının doğrudan dinî olmayan metinlerinde sûr çeşitli teşbih, istiare, mecaz, mecâz-ı mürsel gibi sanatlar yapılarak zikredilmiştir. Şeyhî bir kasidesinde baharda eserek kâinatı kış uykusundan uyandıran sabâ rüzgârını İsrâfil’in sûra üfürmesiyle ölülerin dirilmesine benzetir: “San sayhasında sûr-ı Sîrâfîl urur sabâ / K’emvât-ı hâk cûşa gelip çâk eder kefen.” Âtıf ise, “Ey sûr-ı kıyâmet yine gavgā ise maksûd / Kaldırma bizi hâkte âsûde yatarken” beytindeki “gavgā” kelimesiyle bir taraftan mahşerdeki karmaşaya işaret ederken diğer taraftan ölümle dünyadaki kavgalardan kurtulup mezarda rahat etmişken yeniden sıkıntıya düşmek istemediğini ifade eder.

Ney gibi bazı nefesli sazların etkileyici sesleri Neşâtî’nin, “Hâlet-i sûr-ı Sîrâfîl’i nümâyân eyler / Âteşîn nağme ile eylese neyler feryâd” beytindeki gibi sûra benzetilmiştir. Mehmed Âkif de Şerif Muhittin Targan için yazdığı, “Şarkın Yegâne Dâhî-i San‘atına” başlıklı şiirinde onun udundan çıkan nağmeleri, “Evet yüksek, senin ûdun kadar yüksek figān ister / Gel ey Dâvûd-i san‘at sûr-ı mahşerden nevâ göster” mısralarıyla anlatmıştır. “Ezanlar” şiirinde ise, “Coşunca âlem-i câmidde sayha-yi tehlîl / Minâreler bana gelmişti sûr-ı İsrâfîl” mısralarında, dünya üzerinde her an okunarak yeri göğü inleten ezan seslerini sûrun etkileyici sadasına, minareleri de sûrun kendisine benzetmektedir. “Said Paşa İmamı” şiirinde mevlidhanın mevlid okurken Boğaz’ın karşı sahillerinde yankılanan sesini, “Sûr-ı mahşer gibi sesler çıkarır şimdi Boğaz / Tutuşur cephe-i Sînâ’ya döner sîne-i cev / Sanki yüzlerce yanık ney savurur yer yer alev” mısralarıyla dile getirmiştir.

Muhammediyye, Envârü’l-âşıkīn, Müzekki’n-nüfûs gibi dinî-tasavvufî eserlerle Mârifetnâme gibi aynı zamanda dinî ve tasavvufî özellikler taşıyan metinlerde İsrâfil çok defa müstakil bölümlerde ele alınmıştır. Şairane hayallere ve halk kültüründe yer bulan rivayetlere dayalı olarak geliştirilen bu bölümlerde sûr hakkında çok çeşitli bilgilere rastlanır. Muhammediyye’de, “Emr ede Allah İsrâfîl’e ede i‘tidâd / Sûr ura ola helâk cümle halâyık ıttırâd” beytiyle başlayan “Faslün fî nefhi’s-sûr”, ayrıca mahlûkatın tekrar diriltilmesi için ikinci defa sûra üflenecek olması sebebiyle “Faslün fi’l-haşr” bölümleri yer alır. Devriyyelerde de temas edilen sûra Sezâî-yi Gülşenî’nin, “Bir zaman Âdem’le vurdum sayhalar / Dest-i İsrâfil’de olan sûruyam” beyti örnek verilebilir. Cinânî’nin, “İlâhî o gün kim ola nefh-i sûr / Kıyâm ede mahşerde ehl-i kubûr” beytindeki gibi sûrun münâcâtlarda da yer aldığı görülmektedir.

Muhammediyye’de sûr hakkında verilen bilgiler halk kültüründeki telakkileri âdeta özetlemektedir: “Sûrunun dört şu‘besi ola dura dört köşede / Biri Şark’ta biri Garp’ta olusar edip edâ // Biri yer altında biri gökler üstünde ola / Altı delikli ola çıkısar onlardan sadâ” beyitlerinin (nr. 5059-5064) devamında altı delikli sûr üflendiğinde birinci deliğinden çıkan ses bütün peygamberlerin, ikincisinde bütün meleklerin, üçüncüsünde cinlerin, dördüncüsünde insanların, beşincisinde şeytanların, altıncısında hayvanların dirilmesine sebep olacağı anlatılmaktadır.

Ölülerin yeniden diriltilmesi sırasında sûrun üflenecek olması ve ölümün bir nevi derin uykuya benzetilmesinden hareketle Cinânî, “Zihî hâb-nuşîn-i rûz-ı ubûr / Uyandırmaz onu meğer nefh-i sûr” beytini söylemiştir. Yûnus Emre’nin, “Senin kaşın durmadan ok yay atar kurmadan / İsrâfil sûr vurmadan nice canlar uyana” beyti de Allah’ın çeşitli ikazlarının farkına varmayanları sûrun kendine getirebileceğini anlatmaktadır. Mehmed Âkif Osmanlı halkının perişan halinden bahsederken şöyle demektedir: “Öyle dalgın ki meğer sûrunu İsrâfîl’in / İşitip yattığı yerden azıcık silkinsin”; “Sizi kim kaldıracak sûru mu İsrâfîl’in / Etmeyin … Memleketin hâli fenâlaştı … gelin.”

Bektaşî ve Alevî şairlerinin şiirlerinde Kul Hüseyin’in, “İsrâfil ağzında sûrdur muhabbet” mısraındaki gibi muhabbet, Kul Himmet’in, “İsrâfil çalar sûr Ali ile” mısraındaki gibi Hz. Ali ile birlikte bazan da bir sır olarak anılır. Türk halk şiirinde de benzer özelliklerle zikredilen sûr Müdâmî’nin, “Âhım üfler İsrâfil’in sûrunu” mısraındaki gibi daha samimi ifadelerde yer almıştır.

BİBLİYOGRAFYA
İbrahim Cûdî, Lugat-ı Cûdî, Trabzon 1332, s. 640; İlhan Ayverdi – Ahmet Topaloğlu, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul 2005, III, 2860; Seyyid Nesîmî Divanı’ndan Seçmeler (haz. Kemâl Edib Kürkçüoğlu), Ankara 1985, s. 5; Yazıcıoğlu Mehmed, Muhammediye (haz. Âmil Çelebioğlu), İstanbul 1996, II, 327-328, 332-334; Cinânî, Cilâü’l-kulûb (haz. Mustafa Özkan), İstanbul 1990, s. 78, 268; Hasan Sezayî Divanı (haz. Ali Rıza Özuygun), İstanbul 2005, s. 472; Ali Nihad Tarlan, Şeyhî Divanını Tetkik, İstanbul 1964, s. 232; Ahmet Talât Onay, Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı, Ankara 1992, s. 379; Kenan Erdoğan, Niyazî-i Mısrî: Hayatı, Edebî Kişiliği, Eserleri ve Dîvanı, Ankara 1998, s. 49; İsa Kayaalp, Sultan Ahmed Divanının Tahlili, İstanbul 1999, s. 211; Nevin Akkaya, Türk Halk Şiirinde Özel Adlar, Balıkesir 1999, s. 25, 189, 259, 605, ayrıca bk. İndeks; İskender Pala, Ansiklopedik Dîvân Şiiri Sözlüğü, İstanbul 1999, s. 357-358; Pakalın, III, 277-278; Lütfullah Cebeci, “İsrâfil”, DİA, XXIII, 180-181.

Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2009 yılında İstanbul’da basılan 37. cildinde, 534-535 numaralı sayfalarda yer almıştır.