ŞÜRÛT ve SİCİLLÂT

Hukukî muameleleri ve mahkeme kayıtlarını belgeleme usulünü konu alan ilim ve bu alanda yazılan eserlerin ortak adı.

Müellif:

Sözlükte “hukukî muameleleri kayıt altına almak üzere düzenlenen belge, senet” anlamındaki şartın çoğulu şürût ile “yargı kararını içeren belge, i‘lâm, mahkeme defteri” mânasına gelen sicillin çoğulu sicillât kelimelerinden oluşan bir tabirdir. İslâm’ın erken dönemlerinden itibaren şürût kelimesi, hem hukukî muamelelere dair yazılacak belgelerin düzenlenme esaslarını tesbit eden ilmi hem de bu alanda yazılan eserleri ifade etmek için kullanılmıştır. Literatürde ilmü’ş-şürût ve’s-sicillât, ilmü’t-tevsîk, ilmü’l-vesâik ve’s-sicillât, ilmü ezkâri’l-hukūk, ilmü’s-sakk, ilmü’l-mehâdır ve’s-sicillât diye anılan şürût ilminin İslâmî ilimler arasında seçkin bir yere sahip bulunduğu ve bu ilmin gereklerine uygun belge düzenlemenin bilgi, sanat, kültür ve tecrübe işi olduğu belirtilmiş, müslüman toplumlarda bu işle uğraşma itibarlı bir meslek sayılmıştır. Kur’ân-ı Kerîm’de şartın “eşrât” (alâmetler) şeklindeki çoğulu ile (Muhammed 47/18) “sicil” (büyük kâğıt) kelimesi (el-Enbiyâ 21/104) birer defa geçmektedir. Birçok âyette peygamberlere indirilen bildirim ve hükümleri içeren metinler/yazılar “kitâb” (çoğulu kütüb) ve “sahîfe” (çoğulu suhuf) kelimeleriyle ifade edilmiş, ilmin tesbit ve neşir vasıtası olan yazının, kalem, kâğıt, defter gibi yazı malzemelerinin öneminden bahsedilmiştir (meselâ el-Bakara 2/282; el-Kalem 68/1; el-İnfitâr 82/11; el-Alak 96/1-5). Bu kelimeler ve türevleri hadislerde de geçmektedir (Wensinck, el-Muʿcem, “şrṭ”, “scl”, “ktb”, “sḥf”, “klm” md.leri).

İslâmiyet’ten önce okuma yazma bilenlerin sayısı az iken Kur’ân-ı Kerîm’in teşviki ve Hz. Peygamber’in aldığı tedbirler sayesinde toplumda okur yazarların sayısında önemli artışlar meydana gelmiş, kısa zamanda yazının kullanımı yaygınlaşmıştır. Kur’an’da borç ilişkisinin ispatını kolaylaştıran hususlar üzerinde önemle durulmuştur (özellikle el-Bakara 2/282). Hulefâ-yi Râşidîn döneminden itibaren bazı kişiler hukukî muameleleri ücretsiz olarak yazıya geçirip belgelendirme işiyle tanınmaya başlamış, diğer taraftan davaların çoğalması kadıları aynı mesele hakkında verilen hükümler arasında doğabilecek çelişkileri gidermek için mahkeme kararlarını yazılı hale getirmeye yöneltmiştir. I. (VII.) yüzyılın ilk yarısından itibaren İslâm coğrafyasının genişlemesi, müslümanların çeşitli kültür ve medeniyet çevrelerine mensup topluluklarla yakın temas içine girmesi vb. etkenler hem hukukî muamelelerin yazıya geçirilmesine eskisinden daha fazla ihtiyaç duyulmasına yol açmış, hem de bunlarla ve bu kapsamda sayılan mahkeme kayıtlarıyla ilgili belgelerin dil, üslûp ve içerik yönünden yeni şartlara uygun biçimde düzenlenmesini gerektirmiştir. Böylece ilmü’ş-şürût ortaya çıkmış, hukukî muamelelerle ilgili belgeleri düzenleme hizmeti serbest meslek şeklinde veya resmî görev olarak yerine getirilmiştir (ayrıca bk. HÜCCET; MAHKEME; NOTER). Resûl-i Ekrem ve Hulefâ-yi Râşidîn dönemlerinde belgeler daha ziyade tabaklanmış deriler, hurma dalları, hayvanların kürek ve kaburga kemikleri gibi malzeme üzerine yazılıyordu. Emevîler’in sonlarına doğru belgelerin ince deri, kumaş ve nihayet kâğıda yazılması yaygınlaşmış, Abbâsî Halifesi Hârûnürreşîd devrinden itibaren belgeler için kâğıt dışında zorlukla saklanabilen, kısa zamanda bozulabilen ve kolayca kazıntı ve silinti yapılabilen yazı malzemelerinin kullanımı yasaklanmıştır (Özcan, I, 178).

İlk tanımlarına Taşköprizâde’nin Miftâḥu’s-saʿâde’siyle (II, 60) Kâtib Çelebi’nin Keşfü’ẓ-ẓunûn’unda (II, 1046) rastlanan ve kısaca “hukukî muameleler hakkında yargı önünde geçerli ispat vasıtası sayılabilecek yazılı belgelerin hazırlanış metodunu öğreten ilim” şeklinde tanımlanabilecek olan ilmü’ş-şürûtun konusu yazıya geçirilip belgelendirilmesi açısından hukukî muamelelerdir. Bu ilmin asıl amacı muamelelerin yazıyla belgelenmesi esnasında uyulması gereken kuralları öğretmek, diğer amacı ise üslûp ve içerik yönünden uygulama birliğini sağlayacak örnek form belgeler hazırlamaktır. Fakihler, bu ilmin belirlediği ilkeler çerçevesinde belge düzenlenmesiyle elde edilebilecek faydaları şu şekilde sıralamıştır: Hakların korunması, ileride meydana gelebilecek ihtilâfların önüne geçilmesi, ihtilâfın yargıya intikali halinde hakkın ispatının sağlanması, ticarî, iktisadî ve hukukî ilişkilerde güven ve istikrarın temini, fâsid akidlerin önüne geçilmesi (Serahsî, el-Mebsûṭ, XXX, 167; Hâcibzâde, vr. 1b). İlkelerinin bir kısmını fıkıhtan, bir kısmını inşâ ilminden, bir kısmını da başta divan sistemi olmak üzere devletin resmî belge düzenleme esaslarından alan şürût ilmi ayrıca toplumların örf ve âdetlerinden önemli ölçüde etkilenmiştir. Dolayısıyla bu ilim muâmelâtla ilgili hükümleri inceleme konusu yapması yönüyle fıkhın, edebî metinlerin üslûp ve yazım kurallarını inceleme konusu yapması yönüyle de edebiyatın bir dalı şeklinde kabul edilmiştir. Fakihler şürût ilmini öğrenmenin dinî hükmünün toplum açısından farz-ı kifâye, birey açısından mendup olduğu sonucuna ulaşmıştır (Karâfî, X, 152-153; İbn Ferhûn, I, 248).

Şürût ilmi açısından özel öneme sahip başlıca kavram ve terimler şunlardır: 1. Muamele. Düzenlenecek belgelerin konusunu bir hakkın kurulması, sona erdirilmesi veya düşürülmesi amacıyla yapılan ibrâ, vakıf, nikâh, talâk, vasiyet, bey‘, hibe, icâre, sulh, vekâlet, kefâlet gibi hukukî muameleler yanında yargılama hukukunda kendisine birtakım hukukî sonuçların bağlandığı dava, ikrar gibi irade açıklamaları oluşturur (bk. MUAMELE). Devlet başkanının veya temsilcisinin yaptığı arazi iktâı, kadı tayini, barış antlaşması gibi muameleler de bu ilmin kapsamında kabul edilmiştir. Bazı araştırmacılara göre bu tür muameleler hakkında düzenlenen belgelere normal şürût belgelerinin özelliğini taşıdığı için “eş-şürûtü’s-sultâniyye” adı verilebilir (Özcan, I, 83). Yine kadıların vakıflara kayyım, velisi olmayan küçüklere vasî ve kendi alanlarındaki kamu işleri için memur tayini gibi işlemler hakkında düzenledikleri belgeler bu kapsamda değerlendirilmiştir. Şürût eserlerinin asıl konusunu muamelelerin yazıya geçirilmesi sırasında uyulması gereken kurallar teşkil etmekle birlikte bazı eserlerde ayrıca ele alınan her muamelenin tanımı, rükün ve şartları hakkında kısa bilgi verilmektedir. Bazı şürût eserlerinde muamele türleri arasında ayırım yapılarak bir hakkın doğuşu, sona erdirilmesi ve düşürülmesi amacı taşıyan muameleler “şürût”, yargılama hukuku alanına giren muameleler ise “mehâdır ve sicillât” başlığı altında incelenmektedir.

2. Kitâbetü’l-vesâik. Belgeleri yazım kurallarına uygun olarak ve hukukun aradığı biçimde düzenleme işidir. Aynı anlamda “kitâbetü’ş-şürût, akdü’ş-şürût, hıttatü’l-vesâik, kitâbetü’s-sak, adalet” vb. terimler, davalarla ilgili tutanakları tutma ve mahkeme kararlarını yazma işini belirtmek için de “kitâbetü’l-mehâdır ve’s-sicillât” tabiri kullanılır.

3. Şürûtî/kâtip. Şürût ilminde uzman olanlara şürûtî ve ehlü’ş-şürût dendiği gibi belge düzenleme işini üstlenen kişi için bunların yanında kâtibü’l-vesâik, sâhibü’l-vesâik, kâtibü’ş-şürût, müvessik, vessâk, vesâikī, kâtibü’s-sak, sakkâk, adl, kâtibü’l-adl, kâtib-i adl, âkıd, muharrir, mukavelât muharriri vb. terimlere; mahkemede resmî belgeleri düzenleme işini üstlenen görevli için de kâtip, kâtibü’l-kādî, muharrirü’l-mehâdır ve’s-sicillât vb. tabirlere yer verilmiştir. Belge düzenleme işinin özel bir yetenek ve ehliyet gerektirdiğini dikkate alan fıkıh âlimleri bu işi ister özel ister resmî olarak yapacak kişide aranacak niteliklerin kadıda arananlara yakın olduğunu belirtmiş, adalet vasfını taşıması yanında başta muamelelerle ilgili hükümler olmak üzere fıkhı ve yazım kurallarını iyi bilmesi, sözleşme metinlerini okunaklı ve hatasız bir şekilde kaleme alabilmesinin lüzumunu ifade etmiştir. Şürûtînin uyması gereken başlıca kurallar şunlardır: Besmele ve hamdeleden sonra tarafların kimlik ve adreslerini, muameleye ilişkin beyanlarını, ileri sürdükleri şartları ilâve ve eksiltme yapmaksızın kaydeder. İleride herhangi bir tahrif yapılmaması için belgede rakamları yazı ile yazar, satır aralarını fazla açmaz, satır sonlarını boş bırakmaz, metnin sonuna satır sayısını yazabilir. Bir mezhebin görüşünü esas alıp düzenlese bile diğer mezhebe mensup bir kadıya ispat vasıtası olarak sunulabileceğini dikkate alarak belgede mümkün mertebe diğer mezheplerin görüşlerine aykırı düşecek ibare ve hükümlere yer vermez. Kaleme aldığı metni taraflara ve şahitlere okur, itirazları olup olmadığını sorar ve itirazları yoksa metnin sonuna belgenin düzenlendiği tarihi yazar, şahitlere imzalatıp kendisi de imza eder ve belgeyi hak sahibine verir. Usulüne uygun biçimde düzenlenen bir belgenin unutma halinde hatırlatma, inkâr halinde ispatlama gibi iki temel fonksiyonu vardır.

4. Şart. Muamelelere dair yazılan belgeyi (kitâb) ifade eder. Bu isimlendirmede şart kelimesinin “alâmet” anlamının esas alınmış olup muamelenin hükümlerini doğru ve güvenilir biçimde göstermesi, tarafları bağlaması, hakları güvence altına alması gibi özelliklere (alâmet) sahip bulunduğundan böyle adlandırılmıştır (Serahsî, el-Uṣûl, II, 302-303; Abdülazîz el-Buhârî, IV, 1293; Celâleddin el-İmâdî, vr. 8a). İlk dönem şürût eserlerinde bu belgelere yazılı olması sebebiyle kitab ve sahîfe dendiği gibi üzerine yazıldığı malzeme, muamelenin türü, işlevi vb. hususlara göre başka adlar da verilmiştir. Meselâ işlenmiş deri üzerine yazıldığı için “rak” ve “ruk‘a”, kâğıt vb. ince malzemeye yazıldığı için “varak”, ispat vasıtası olarak kullanıldığı için “hüccet”, hakkı güvence altına aldığı için “vesika”, sorumluluk yüklediği için “ahd, uhde, kabâle”, unutma halinde borcun miktarını ve vadesini hatırlattığı için “zikrü’l-hak”, şahitler imzalama sırasında ellerini bastıkları için “sak” denmiştir. Fakat zamanla bu kelimelerden bazılarında anlam genişlemesi olmuş, bazılarının kullanımı terkedilmiştir. Nitekim geç dönem fıkıh ve şürût eserlerinin bir kısmında şart teriminin eş anlamlısı olarak sadece kitab, zikr, hüccet, sak, vesika (Celâleddin el-İmâdî, vr. 8a; Hâcibzâde, vr. 1b), bir kısmında hüccet, vesika ve sakkin (Molla Hüsrev, II, 512) zikredildiği görülmektedir. Osmanlı hukuk literatüründe kitâbü’ş-şart yerine şartnâme ve mukāvelenâme, belgenin konusunu belirtmek için vekâletnâme, kefâletnâme, ahidnâme, iktânâme vb. terimler, Tanzimat’ın ardından muameleleri hukuken belgeleyen yazılar için senet terimi kullanılmıştır. Bir muameleyi hukuken belgeleyen yazıda bulunması gereken kayıtlar şunlardır: a) Muamele. Muamelenin türüne göre belgelerde yer alacak bilgiler, ifade tarzları ve kullanılacak terimler farklı olabilir. Meselâ peşin bir alım satım muamelesine dair düzenlenecek belgede satılan mala (mebî‘), bedele (semen), mebîin teslimine, bedelin ödendiğine dair bilgiler, varsa tarafların ileri sürdüğü şartlar ve muameleye ait diğer bilgiler kaydedilir. b) Taraflar. Yine muamelenin türüne göre taraflar bâyi‘/müşteri, vekil/müvekkil, râhin/mürtehin vb. şekillerde nitelendirilerek her birinin adı, baba adı, mesleği ve ikametgâhı yazılır. Muamele ehliyet ve yetkisine sahip kişiler asaleten yahut vekâleten taraf olabilirken veli ve vasîler velâyet ve vesâyeti altındaki kişiler adına taraf olabilmektedir. c) Şahitler. Şahitlerin huzurunda hazırlanmayan bir yazı hukuken belge niteliğini taşımadığı için mahkemede ispat vasıtası olarak kabul edilmez. İsimleri ve imzaları belgede kayıtlı bulunan şahitler bu belgenin içeriğinin şahididir. d) Şürûtî/kâtip. Metnin sonunda belgeyi düzenleyen şürûtînin adı ve imzası yer almalıdır. Öte yandan Memlükler gibi bazı İslâm devletlerinde mahkemelerde mahkeme kâtipleri veya resmen şahit diye görevlendirilen kişiler nikâh, bey‘, ibrâ gibi muamelelerle ilgili ikrar ve beyanları taslak halinde kaleme alıp kadının onayına sunuyorlar, onun gerekli düzeltmeleri yapmasının ardından metni temize çekiyorlardı. Hüccet, sak, vesika gibi isimlerle anılan ve bir nüshası Dîvânü’l-kādî’de muhafaza edilen bu tür belgelerde mahkemenin adı ve yeri, kadının ismi, imzası, alâmeti ve mührü, kâtibin ismi ve hazır bulunan şahitlerin adları gibi kayıtlara yer veriliyordu.

5. Dîvânü’l-kādî. Aslî görevi davaları karara bağlamak olan kadılara değişik dönemlerde hükümleri icra ve cezaları infaz etme, hukukî muameleleri belgeleme (noterlik), vakıflara nezaret etme, velisi olmayan yetimlerin, mahcûr ve müflislerin mallarını koruma gibi görevler de verilince nâib, zabıt kâtibi ve memurlar dışında idarî görevleri yürütmek için vasî, kayyım gibi vazifeliler tayin etme ve görev alanına giren konularda yaptıkları her çeşit hukukî ve idarî tasarrufu yazılı belgeye bağlama mecburiyetinde kalmışlardır. Böylece her mahkemede kımetr (torba, kitaplık), harîta (çanta) ve sefed (sepet) adlı mahfazalarda saklanan bir dîvânü’l-kādî (kadı arşivi, mahkeme sicilleri) meydana gelmiştir. Dîvânü’l-kādînin ağırlıklı kısmı hüccet, mahzar ve sicil adı verilen belgelerden oluşmaktadır. Görevi sona eren kadı bu belgeleri yeni tayin edilen kadıya teslim eder.

6. Hüccet. Şer‘î mahkemede ele alınan kazâî vak‘a ile ilgili olarak “taraflardan birinin kadı huzurunda yaptığı ikrarı ve diğerinin bu ikrarı tasdik ettiğini kayda geçiren, fakat hâkimin hükmünü içermeyen belge” demektir (bk. HÜCCET).

7. Mahzar. Fıkıh ve şürût literatüründe mahzar “tarafların veya şahitlerinin hâkim huzurunda yaptığı ikrar, yemin veya inkârın yahut dava ile ilgili sunduğu bilgi ve delillerin kaydedildiği belge, dava tutanağı” anlamında kullanılmıştır. Her mahzarda davacı, davalı ve iki taraf arasında dava konusu olan mesele olmak üzere üç temel unsur bulunur. Mahkemenin adı ve yeri, kadının adı, alâmeti ve imzası, şahit ifadeleri ve düzenleme tarihinin de yer aldığı mahzarların konusu yargı alanına giren her türlü kazâî vak‘adır. Osmanlılar’da Tanzimat’ın ardından dava tutanakları ayrıca “zabt-ı deâvî cerîdeleri” adı verilen defterlere kaydedilmeye başlanmıştır. Gaip olup vekili de bulunmayan bir kimse aleyhine açılan davada hâkimin davacıyı ve şahitlerini dinledikten sonra davaya ilişkin beyan ve bilgileri yazıp gaip kişinin ikamet ettiği belde hâkimliğine gönderdiği mektup da (kitâbü’l-kādî ile’l-kādî, el-kitâbü’l-hükmî) mahzar hükmündedir. Mahzar kelimesi zamanla farklı mânalar kazanmış, özellikle Osmanlı muhitinde “resmî makamlara şikâyet, talep, teşekkür vb. hususlar için sunulan çok imzalı arzuhal” anlamında kullanılmıştır (bk. ARZUHAL; MAHZAR).

8. Sicil/İ‘lâm. Sözlükte “yazılı sayfa, büyük kâğıt, defter” gibi anlamlara gelen sicil fıkıh ve şürût literatüründe “hâkimin yargılama sonucunda davalının ikrarına veya yeminden kaçınmasına yahut şahitlerin beyanına dayanarak verdiği hükmü içeren belge” demektir. Bazı fakihlerin sicil ve mahzar kelimelerini birbirinin yerine kullandığı, bir kısım fakihlerin de davalının ikrar veya yeminden kaçınmasına binaen verilen hükmü içeren belgeye -sak/hüccet anlamında olmak üzere- mahzar, şahitlerin beyanlarına dayanarak verilen hükmü içeren belgeye de sicil adını verdiği, ayrıca fıkıh ve şürût literatüründe hüccet ve vesika kelimelerinin sicil ve mahzar belgelerini kapsayacak biçimde kullanıldığı görülmektedir (Molla Hüsrev, II, 512). Mahzardaki bilgi ve deliller esas alınıp düzenlenen her sicilde davayı kazanan (mahkûmun leh) davayı kaybeden (mahkûmun aleyh) ve hüküm konusu (mahkûmun bih) olmak üzere üç unsur bulunur. Bu belgede ayrıca mahkemenin adı ve yeri, kadının adı, alâmeti ve imzası, kâtibin ve şahitlerin isimleri ve düzenleme tarihi yer alır. İki nüsha olarak düzenlenen mahzar ve sicillerin birer nüshası mahkemede kalır, diğer nüshalar hak sahibine verilir, gerektiğinde diğer tarafa da verilir. Zamanla sicil kelimesi bir yönden anlam değişikliğine, diğer yönden anlam genişlemesine uğramıştır. Nitekim Osmanlı hukuk literatüründe Tanzimat’tan sonra taraflara verilen sicil nüshasının karşılığında i‘lâm terimi kullanılmış, kadıların taraflara verdikleri i‘lâm ve hüccetlerle görevleri gereği tuttukları kayıtları içeren defterlere -dîvânü’l-kādînın karşılığı olarak- sicil/sicillât (kadı sicilleri, şer‘iyye sicilleri) adı verilmiştir. Bazan i‘lâm, ma‘rûz, hüccet, emir, ferman gibi belge türlerinden her biri ayrı bir deftere, bazan da karışık biçimde bir deftere kaydedilmiştir. Osmanlı dönemine ait şer‘iyye sicilleri içerisinde birçok kayıt türü bulunmakta, mahkemedeki işlemler sonucu oluşan kayıtlar yanında İstanbul’dan gelen belge sûretleri de yer almaktadır.

Belgelerin Dili ve İspat Değeri. İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren hukukî muamelelere dair belgelerle mahkeme kararları Arapça kaleme alınmaktaydı. Sonraki devirlerde Farsça ibarelere de yer verilmiş (el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 160-190), Osmanlılar’da yaklaşık XVII. yüzyıldan itibaren Türkçe yazılmaya başlanmıştır. Fıkıh âlimleri yazının yazıya benzeyebileceği ve belgenin tahrif edilebileceği gerekçesiyle bu tür belgelerin ispat vasıtası olabilmesi için ikrarla veya âdil şahitlerin tanıklığıyla pekiştirilmesi gerektiği hususunda görüş birliğine varmıştır. Fakihlerin çoğunluğu kadının, yazıyı tanısa bile evrakta tahrifat yapıldığından emin olamayacağı için içeriğini hatırlamadığı bir davaya ilişkin verdiği eski hükmünü şahit olmaksızın onaylayıp yürürlüğe koyamayacağını söylemiştir. Ancak Ebû Yûsuf, Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî ve bir rivayete göre Ahmed b. Hanbel istihsânen kadıların kendi sorumlulukları altındaki mühürlü bir arşivde saklanan sak veya sicillerle şahitsiz amel edebileceği kanaatindedir. Şâfiî mezhebindeki bir görüş de böyledir. Sonraki dönem Hanefî literatüründe örfen muteber olan hükümdar beratları, tapu kayıtları, kadı ve vali menşurları, eski vakıf senetleri, eman-nâmeler, esnaf ve tüccarların kendi el yazılarıyla tuttukları muhasebe defterleri gibi yazılı delillerin doğruluklarına dair şahit aranmaksızın ispat vasıtası kabul edileceği belirtilmiştir. Mecelle’de, bir hâkim tarafından usulüne uygun biçimde düzenlenen ve sahte olma ihtimali bulunmayan i‘lâm ve senetle şahit olmaksızın amel edilebileceği belirtilmiş (md. 1821), yazılı delillerle ilgili maddeler de (md. 1606-1612) bu esasa göre düzenlenmiştir (ayrıca bk. HÜCCET).

Literatür. Şürût kurallarının toplum hayatıyla yakın ilişkisi ve pratik hayatta duyulan ihtiyaç sebebiyle konunun bazı fıkıh ve edebü’l-kādî kitaplarında ayrı bölümler halinde ele alınmasıyla yetinilmemiş, bu hususta müstakil eserler yazılmaya başlanmış, giderek şürûtla ilgili zengin bir hukuk nazariyesi ve literatürü oluşmuştur (İbnü’n-Nedîm, s. 292-344; Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1046; Özcan, I, 183-200). Fıkıh mezheplerinin bölgesel planda da olsa yargı birliğini ve hukukî istikrarı sağlama gibi bir fonksiyon ifa etmesi, hukukî muamelelere ilişkin belgelerin yazımını üstlenenlerin bunları belirli bir mezhep disiplini içinde düzenlemesi şürût türü eserlerin mezheplere göre yazılmasını gerektirmiştir. Bu eserler, şürûtla ilgili aslî ve tâli konulara bütün halinde yer verme ve uygulamaya yönelik bilgi ve örneklendirmeler içerme özelliğiyle dikkati çeker. Kaynaklarda şürût ilminin öncüsünün Ebû Hanîfe olduğu ve bu alanda telif edilen ilk eserlerin de Hanefî fakihlerine ait bulunduğu kaydedilir. Şürût türünün gelişmesinde Şâfiî ve Mâlikî fakihlerin önemli, Zâhiriyye ve Taberiyye fakihlerinin kısmî katkılarının bulunduğu, Hanbelî fakihlerin ise bu konuda fazla mesai harcamadığı görülmektedir. Hanefî mezhebinde şürût ilminin temel konularını ayrıntılı ve sistematik biçimde kaleme alan ilk fakihin bazı kaynaklarda Yûsuf b. Hâlid es-Semtî (Ziriklî, VIII, 228), bazılarında ise Hilâl b. Yahyâ el-Basrî (Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1046) olduğu belirtilir. Tabakat kitaplarında Muhammed b. Hasan eş-Şeybânî, Ebû Zeyd Ahmed eş-Şürûtî, İbn Semâa et-Temîmî, Yahyâ b. Eksem, Hassâf, Bekkâr b. Kuteybe gibi âlimlerin şürût türünde eser yazdıkları zikredilmekle birlikte bunlardan hiçbiri zamanımıza ulaşmamıştır. Bu dal da günümüze kadar gelen eserlerin ilki Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’ye (ö. 321/933) aittir. Ebû Nasr Ahmed b. Muhammed el-Hâkim es-Semerkandî’nin Kitâbü’ş-Şürûṭ ve ʿulûmi’ṣ-ṣukûk (nşr. Ahmed Câbir Bedrân, Kahire 1427/2006), Celâleddin b. Muhammed el-İmâdî’nin Ġurerü’ş-şürûṭ ve dürerü’s-sümûṭ (Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 722) ve Mehmed b. Eflâtûn er-Rûmî’nin eṣ-Ṣukûkü’ş-Şerʿiyye (Beyazıt Devlet Ktp., Veliyyüddin Efendi, nr. 2697) adlı eserleri bu türün diğer örnekleridir. Zahîrüddin Hasan b. Ali el-Mergīnânî ve Kādî Celâleddin er-Rîğadmûnî, Necmeddin en-Nesefî gibi âlimlerin de bu dalda kitaplarının bulunduğu kaydedilir. Mâlikî mezhebinde İbn Lübâbe, Ferec b. Seleme el-Kurtubî, Muhammed b. Hâris el-Huşenî, Mûsâ b. Ahmed el-Yahsubî el-Kurtubî gibi âlimlerin konuyla ilgili eserlerinin yanı sıra Muhammed b. Ahmed el-Attâr’ın el-Ves̱âʾiḳ ve’s-sicillât, İbnü’l-Hindî’nin el-Ves̱âʾiḳ ve’ş-şürûṭ, Ahmed b. Muhammed et-Tuleytılî’nin el-Muḳnîʿ fî ʿilmi’ş-şürûṭ (nşr. Fransisco Javier Aguirre Sadaba, Madrid 1994), Ebü’l-Hasan el-Mutayyitî’nin en-Nihâye ve’t-tamâm fî maʿrifeti’l-ves̱âʾiḳ ve’l-aḥkâm, Ebû İshak İbrâhim b. el-Hâc el-Gırnâtî’nin el-Ves̱âʾiḳu’l-muḫtaṣara (nşr. Mustafa Nâ-cî, Rabat 1987), Ali b. Yahyâ el-Cezîrî’nin el-Maḳṣadü’l-maḥmûd fî telḫîṣi’l-ʿuḳūd (nşr. Asuncion Ferreras, Madrid 1998) adlı kitapları zikredilebilir. Şâfiî mezhebinde Kerâbîsî, Müzenî, Ebû Bekir Muhammed b. Abdullah es-Sayrafî, Ebû İshak el-Mervezî gibi âlimlerin eserlerinin yanı sıra İbn Habîb el-Halebî’nin Keşfü’l-mürûṭ ʿan meḥâsini’ş-şürûṭ, Minhâcî’nin Cevâhirü’l-ʿuḳūd ve muʿînü’l-ḳuḍât ve’l-muvaḳḳıʿîn ve’ş-şühûd (I-II, Kahire 1955) adlı kitabı da anılabilir. Tabakat kitaplarında Dâvûd ez-Zâhirî ve Muhammed b. Cerîr et-Taberî gibi fakihlerin de şürût dalında eser yazdıkları kaydedilmektedir. Osmanlılar döneminde telif edilen sak mecmuaları şürût türündeki eserlerin devamı ve örnekleri sayılabilir. Ruhi Özcan, Joseph Schacht, Émile Tyan, Jeanette Wakin, Vâil B. Hallâk (Wael B. Hallaq) gibi araştırmacılar şürût ilminin tarihî gelişimini, diğer hukuk sistemleriyle ilişkisini, fıkhın teorik hükümlerinin pratik hayata geçirilmesindeki etkisini ve belli başlı konularını farklı açıdan ele alarak eleştirel çalışmalar yapmışlar, böylece toplumların ticarî, iktisadî, hukukî ve içtimaî yapısı hakkında önemli bilgi ve belgeleri içeren kadı sicillerinin ve şürût türü eserlerin tanıtılmasını sağlamışlardır.

BİBLİYOGRAFYA
Şâfiî, el-Üm, VI, 222; Tahâvî, Das Kitāb adkār el-ḥuqūq war-ruhūn aus dem al-Ğāmi‘ al-kabīr fıššurūt des Ebū Ğa‘fer Aḥmed ibn Muḥammed et-Taḥāwī (nşr. J. Schacht), Heidelberg 1927; a.mlf., The Function of Documents in Islamic Law: The Chapters on Sale from Ṭaḥāwi’s Kitāb al-shurūṭ al-kabīr (ed. J. A. Wakin), Albany 1972; Kindî, el-Vülât ve’l-ḳuḍât, s. 309-310; Cessâs, Aḥkâmü’l-Ḳurʾân, I, 484-485, 535-536; İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, Kahire, ts., s. 292-344; Serahsî, el-Mebsûṭ, XVI, 92; XXX, 167-209; a.mlf., Uṣûl (nşr. Ebü’l-Vefâ el-Efgānî), Beyrut 1393/1973, II, 302-303; Celâleddin el-İmâdî, Ġurerü’ş-şürûṭ, Süleymaniye Ktp., Esad Efendi, nr. 722, vr. 8a; Sadrüşşehîd, Şerḥu Edebi’l-ḳāḍî (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1397-98/1977-78, III, 105; IV, 72-73, 405; İbn Kudâme, el-Muġnî, IX, 73, 75, 155-160; İbn Ebü’d-Dem, Edebü’l-ḳażâʾ (nşr. Muhyî Hilâl es-Serhân), Bağdad 1404/1984, II, 184, 263-265; Şehâbeddin el-Karâfî, eẕ-Ẕaḫîre (nşr. M. Bû Hubze), Beyrut 1994, X, 152-153, 375, 376, 400, 406; Abdülazîz el-Buhârî, Keşfü’l-esrâr, İstanbul 1307, IV,1293; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, IX, 1-6; Necmeddin İbrâhim b. Ali et-Tarsûsî, el-İʿlâm bi-muṣṭalaḥi’ş-şühûd ve’l-ḥük-kâm, Süleymaniye Ktp., Kadızâde Mehmed, nr. 119, vr. 1a, 20a; Burhâneddin İbn Ferhûn, Tebṣıratü’l-ḥükkâm (nşr. Tâhâ Abdürraûf Sa‘d), Kahire 1406/1986, I, 44, 248, 282-287; İbn Haldûn, Muḳaddime, Kahire, ts. (el-Mektebetü’t-ticâriyyetü’l-kübrâ), s. 224-225; Alâeddin et-Trablusî, Muʿînü’l-ḥükkâm, Kahire 1393/1973, s. 93-95; Molla Hüsrev, Dürerü’l-ḥükkâm, İstanbul 1300, II, 511, 512; Alâeddin Ali b. Ebû Bekir b. İbrâhim b. Muhammed b. Müflih, Risâle fi’l-ʿamel bi’l-ḫuṭûṭ ʿinde’l-ḥükkâm ʿalâ meẕhebi’l-İmâm Aḥmed (nşr. Abdurrahman b. İbrâhim el-Matrûdî, Mecelletü’l-buḥûs̱i’l-İslâmiyye, sy. 46 içinde), Riyad 1416/1996, s. 299-324; Minhâcî, Cevâhirü’l-ʿuḳūd ve muʿînü’l-ḳuḍât ve’l-muvaḳḳıʿîn ve’ş-şühûd (nşr. M. Hâmid el-Fıkī), Kahire 1374/1955, I, 11-12; Taşköprizâde, Miftâḥu’s-saʿâde, II, 60; İbn Hacer el-Heytemî, Tuḥfetü’l-muḥtâc, Kahire 1315, I, 33; X, 131-144, 156, 267-269; Şirbînî, Muġni’l-muḥtâc, IV, 282-293, 390, 402, 450; Buhûtî, Keşşâfü’l-ḳınâʿ, VI, 312-320, 367-370; Keşfü’ẓ-ẓunûn, II, 1046; el-Fetâva’l-Hindiyye, VI, 160-389; Hâcibzâde Muhammed b. Mustafa, Bidâatü’l-hükkâm fî ihkâmi’l-ahkâm, Süleymaniye Ktp., Fâtih, nr. 2273, vr. 1b; İbn Âbidîn, Reddü’l-muḥtâr, IV, 245; V, 435-437, 468; VI, 92; Ali Haydar, Dürerü’l-hükkâm, İstanbul 1316, IX, 139-144, 151, 161, 217-219, 242-243; Türk Hukuk Lûgati, Ankara 1944, s. 134, 202, 309; E. Tyan, Le notariat et le régime de la preuve par écrit dans la pratique du droit musulman, Beyrut 1945, s. 13-40, 46-48; Ali Himmet Berki, İslam Şeriatında Kaza, Ankara 1962, s. 53-60; Ebü’ş-Şitâ b. Hasan el-Gāzî, et-Tedrîb ʿale’l-ves̱âʾiḳı’l-ʿadliyye (nşr. Ahmed Gāzî el-Hüseynî), Rabat 1964, I, 1-5; ayrıca bk. neşredenin girişi, I, s. e-f; J. A. Wakin, “Written Documents in Islamic Law”, Actas do IV Congresso de Estudos Arabes e Islâmicos, Leiden 1972, s. 347-354; Ruhi Özcan, el-Ḥâvî fî Şürûṭi’ṭ-Ṭaḥâvî (yüksek lisans tezi, 1972), Câmiatü Bağdâd, I, 15-39, 60-70, 83, 178, 183-200; Hilmi Ergüney, Türk Hukukunda Lügat ve Istılahlar, İstanbul 1973, s. 328-329; Abdülhay el-Kettânî, et-Terâtîbü’l-idâriyye, I, 273-276; Ziriklî, el-Aʿlâm (Fethullah), VIII, 228; Resul Tosun, İslâm Hukukunda Mahkeme Sicilleri ve İspat Gücü (yüksek lisans tezi, 1986), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 9-36; Zâfir el-Kāsımî, Niẓâmü’l-ḥükm fi’ş-şerîʿa ve’t-târîḫi’l-İslâmî, Beyrut 1407/1987, II, 371, 399-407, 427-435, 504; Muhammed b. Abdullah el-Âmir, ʿİlmü’ş-şürûṭ fi’l-fıḳhi’l-İslâmî ve taṭbîḳātühû fî kitâbâti ʿadli’l-Memleketi’l-ʿArabiyyeti’s-Suʿûdiyye (yüksek lisans tezi, 1411/1991), Câmiatü Ümmi’l-kurâ, s. 5-10; Hacer Kontbay, Endülüs’te Şürût İlmi (yüksek lisans tezi, 2009), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 57-100; Wael B. Hallaq, “Model Shurūṭ Works and the Dialectic of Doctrin and Practice”, Islamiq Law and Society, II/2, Leiden 1995, s. 109-134; Muharrem Önder, “Ebû Ca‘fer et-Tahâvî ve Şurût İlmi”, İslam Hukuku Araştırmaları Dergisi, sy. 11, Konya 2008, s. 391-395; W. Heffening – [Coşkun Üçok], “Şart”, İA, XI, 350; Pakalın, III, 61, 210; “Tevs̱îḳ”, Mv.F, XIV, 134-139; “Sicil”, a.e., XXIV, 190-196; “Ṣak”, a.e., XXVII, 47-48.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2010 yılında İstanbul’da basılan 39. cildinde, 270-273 numaralı sayfalarda yer almıştır.