TEFRΑ

Genel anlama bağlı yan özelliklerin türetilmesi yoluyla nitelendirme anlamında bedî‘ sanatı.

Müellif:

Sözlükte “Uzamak, yükselmek, yukarı çıkmak” mânasındaki fer‘ (fürû‘) kökünden türeyen tefrî‘, “dalın gövdeden çıkıp uzaması gibi bir asıl meseleden tâli hükümler elde etme” anlamına gelir (Lisânü’l-ʿArab, “frʿ” md.; Kāmus Tercümesi, III, 354-356). Terim olarak “genel bir vasıfla nitelendirilen kişi veya nesnenin ona ait özel bir vasıfla nitelendirilip pekiştirilmesi” demektir. Bedî‘ ilminde mânaya güzellik katan sanatlardan sayılan tefrîi edebî bir sanat şeklinde ilk defa İbn Reşîḳ ele almış, bu sanatı “sırası gelmişken bir konudan başka bir konuya geçmek” anlamındaki istitradın bir türü diye göstermiş ve “şairin bir kişiyi ya da bir şeyi herhangi bir vasıfla niteledikten sonra ondan doğan veya ona bağlı olan başka bir vasıfla da niteleyerek sözünü pekiştirmesi” şeklinde tanımlamıştır (el-ʿUmde, I, 632). Hatîb el-Kazvînî, İbn Reşîḳ’in tanımını, “bir kimse veya şeyle ilgili bir asıl bir de ondan doğan olmak üzere iki ilgili öğenin tek hüküm veya vasıfta birleştirilmesi” olarak daha açık biçimde dile getirmiştir (el-Îżâḥ, IV, 383). Kümeyt el-Esedî’nin Ehl-i beyt’i övdüğü şu beytinde görüldüğü gibi: ”أحلامكم لِسقَام الجهل شافية / كما دماؤكم يُشفى بهل الكلب“ (Akıllarınız cehalet hastalığına şifadır / Kanlarınız kuduz hastalığına şifa olduğu gibi). Burada Ehl-i beyt’in akılları ile kanları şifa olma hükmünde birleştirilmiş, böylece onların şifa vasıfları pekiştirilmiş olmaktadır. Tefrî‘ sanatı daha çok teşbih ve mukayese bağlamında icra edildiğinden bazı çağdaş edipler onu beyan ilmi kapsamında düşünerek müdevver teşbih, mürekkep teşbih, istitrâdî teşbih gibi türlerle ilgili görmüş veya asıl bir hükmün zımnında fer‘î bir hüküm bulunduğu için tazmin türüyle ilişkilendirmiştir (Ebû Diyâb, s. 34; Abdülkerîm Ya‘kūb, XXVII/1 [2005], s. 19).

Tefrî‘ sanatının formel kurgusu şöyledir: Öncelikle övme veya yerme içerikli asıl bir hüküm ortaya konur, ardından bunun tamamlayıcısı (fer‘i) mahiyetinde açıklamalar getirilir (Yahyâ b. Hamza el-Alevî, s. 462). Tefrî‘ bir beyitte olabileceği gibi birkaç beyit çerçevesinde de gerçekleşebilir. Bu durumda formel kurgu genellikle ism-i tafdîl kipiyle karşılaştırma biçiminde olur. “Leyse” ve “mâ” gibi olumsuzluk edatlarından sonra getirilen ve nitelikleri sayılan makīsun aleyh veya müşebbehün bih konumundaki öğe veya öğelerle ism-i tafdîl kipinin ardından getirilen makīs ve müşebbeh konumundaki övülen ya da yerilen öğe arasında kıyas ve teşbih yapılmak suretiyle olumsuzlanarak övgü ya da yergi pekiştirilir ve ikisi arasında mukayese kabul etmez bir farkın bulunduğu belirtilir. Meymûn b. Kays el-A‘şâ’nın şu beyitlerinde görüldüğü gibi (Dîvân, s. 303):

ما روضةٌ من رياض الحزن معشبَةٌ خضراءُ جاد عليها مسبل هِطلُ

يضاحك الشمس منها كوكب شرقٌ مؤزر بعميم النبْت مكتهلُ

يوما بأطيب منها نشر رائحة ولا بأحسن منها إذ دنا الأُصُلُ

(Bol yağmurla sulanarak çiçek açmış gür bitkilerle donanan ve parlak bir yıldız gibi gün ortasında güneşe karşı gülümseyen Hazn bahçelerinden yemyeşil bir bahçe hiçbir zaman sevgilinin etrafa verdiği güzel kokudan daha hoş değildir. Güneşin batışı esnasında o bahçenin eşsiz manzarası da sevgilinin cemalinden daha güzel olamaz). Şair, müşebbehün bih hükmündeki bahçenin başına olumsuzluk edatı olan “mâ”yı getirip onu insan zihninde hayal edilebilecek en güzel niteliklerle tasvir etmek suretiyle temel bir anlam ortaya koymuştur. Arkasından müşebbeh hükmünde olan sevgilinin anılan bütün nitelikleri taşıdığını, hatta bunların onda daha ileri bir konumda bulunduğunu ifade ederek söz konusu temel anlama bağlı ayrıntıyı dile getirmiştir. İbn Münkız, daha çok olumsuzluk şeklinde gerçekleştiğinden tefrîi “nefy” sanatı başlığı altında ele almış (el-Bedîʿ, s. 123-124), Süyûtî de temel anlamdan yan anlama geçiş esas kabul edildiğinden tefrîe “te’sîs ve tefrî‘” adını vermiş, Hz. Peygamber’in sözlerinde çokça başvurulan bir ifade şekli olduğunu söyleyip şu hadisi örnek göstermiştir: ”لكل دين خلق وخلق هذا الدين الحياء“ (Her dinin bir ahlâkı vardır, bu dinin [İslâm] ahlâkı da hayâdır) (Şerḥu ʿUḳūdi’l-cümân, s. 140). Bütün dinlerin esasını ahlâkın meydana getirdiği genel hükmünden sonra bunun bir fer‘i olarak İslâm’ın da temelinde ahlâkî prensiplerin bulunduğunu, bunların özünde de hayânın yer aldığı belirtilerek bütün dinlerde ahlâkî davranışın önemi vurgulanmıştır.

İbn Ebü’l-İsba‘ el-Mısrî’nin kendisinin keşfettiğini söylediği ve “tefrîu’l-cem‘” diye andığı türde şair aynı isim veya sıfatla farklı tamlamalar oluşturarak birçok övgü veya yergi öğesi üretir (Taḥrîrü’t-Taḥbîr, s. 372). Mütenebbî’nin şu beyitlerinde görüldüğü gibi:

أنا ابن اللِِّقاء أنا ابن السخاء أنا ابن الضِّراب أنا ابن الطِّعان

أنا ابن الفيافي أنا ابن القوافي أنا ابن السروج أنا ابن الرعان

طويل النجاد رفيع العماد طويل القناة طويل السنان

حديد اللِّحاظ حديد الحِفاظ حديد الحُسام حديد الجَنان

(Ben er meydanlarının çocuğuyum, ben cömertliğin çocuğuyum / Ben vuruşmaların çocuğuyum, ben çarpışmaların çocuğuyum // Ben çöllerin çocuğuyum, ben kafiyelerin [şiirlerin] çocuğuyum / Ben eyerlerin çocuğuyum, ben zirvelerin çocuğuyum // Ben kılıç bağı uzun [boylu boslu, babayiğit], çadır direği uzun [soylu, misafirperver] / Mızrağı uzun, kargısı uzun olanım // Ben bakışı keskin, dikkati keskin / Kılıcı keskin, yüreği pek olanım). Mütenebbî bu şiirinde “ibn”, “tavîl” ve “hadîd” kelimelerini esas alıp onlarla oluşturduğu tamlamalarla övgü içerikli birçok fer‘î mâna üretmiştir.

BİBLİYOGRAFYA
Kāmus Tercümesi, III, 354-356; Meymûn b. Kays el-A‘şâ, Dîvân (nşr. Hannâ Nasr el-Hıttî), Beyrut 1412/1992, s. 303; İbn Reşîḳ el-Kayrevânî, el-ʿUmde (nşr. Muhammed Karkazân), Beyrut 1408/1988, I, 632-636; Ebû Tâhir el-Bağdâdî, Ḳānûnü’l-belâġa (nşr. Muhsin Gıyâz Uceyl), Beyrut 1409/1989, s. 127; İbn Münkız, el-Bedîʿ fî naḳdi’ş-şiʿr (nşr. Ahmed Ahmed el-Bedevî – Hâmid Abdülmecîd), Kahire 1380/1960, s. 123-124, 127; İbn Ebü’l-İsba‘, Taḥrîrü’t-Taḥbîr (nşr. Hifnî M. Şeref), Kahire 1995, s. 372-374; Nüveyrî, Nihâyetü’l-ereb, VII, 160; Hatîb el-Kazvînî, el-Îżâḥ (Şürûḥu’t-Telḫîṣ içinde), Kahire 1937, IV, 383-385; Yahyâ b. Hamza el-Alevî, eṭ-Ṭırâzü’l-müteżammin li-esrâri’l-belâġa (nşr. M. Abdüsselâm Şâhin), Beyrut 1415/1995, s. 462-464; Ebû Muhammed Kāsım es-Sicilmâsî, el-Menzaʿu’l-bedîʿ fî tecnîsi esâlîbi’l-bedîʿ (nşr. Allâl el-Gāzî), Rabat 1401/1980, s. 466-472; İbn Hicce, Ḫizânetü’l-edeb, Sayda 1426/2006, s. 59; Süyûtî, Şerḥu ʿUḳūdi’l-cümân, Kahire 1358/1939, s. 140; İn‘âm Fevvâl Akkâvî, el-Muʿcemü’l-mufaṣṣal fî ʿulûmi’l-belâġa, Beyrut 1413/1992, s. 399-402; Halîl İbrâhim Ebû Diyâb, eṣ-Ṣûretü’l-istidâriyye fi’ş-şiʿri’l-ʿArabî, Amman 1999, s. 34-47; Abdülkerîm Ya‘kūb, “er-Ravżatü’l-ġazeliyye fi’l-ḳaṣâʾidi’l-ḳadîme”, Mecelletü Câmiʿati Tişrîn li’d-dirâsâti’l-insâniyye, XXVII/1, Lazkiye 2005, s. 9-29.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2011 yılında İstanbul’da basılan 40. cildinde, 274-275 numaralı sayfalarda yer almıştır.