TELHİS

Osmanlı Devleti’nde sadrazamın padişaha gönderdiği arz ve raporları ifade eden belge türü.

Müellif:

Sözlükte “özetlemek, hulâsa çıkarmak” anlamına gelen telhîs kelimesi Osmanlı bürokrasisinde sadrazamın padişaha türlü meselelerle ilgili yolladığı tezkere veya arzın resmî adıdır. Buna benzer belge türüne daha önce Mısır Fâtımîleri’nde ve Memlükler’de de rastlanır. Şekil bakımından telhisi arzdan (arz-ı hâl) ya da tezkereden ayırt etmek hemen hemen imkânsızdır; ayrıca tamamen telhis gibi olan, fakat tezkere adını taşıyan raporlar vardır (BA, A.RSK, Dosya 11, nr. 77). Bu da telhisin anılan belge tiplerinden geliştiğini göstermektedir ve şekil bakımından bunların bir karışımı diye görülebilir. Osmanlılar’da ilk telhisler XVI. yüzyılın ikinci yarısında padişahla sadrazam arasındaki dolaysız, kişisel ilişkinin yerini giderek yazılı iletişimin almasıyla ortaya çıkmıştır. Günlük olayları, resmî temsilcilerden gelen raporları, tebaanın dileklerini, ulûfe dağıtımını vb. hükümdarın karar vermesi gereken meseleleri sadrazam, genellikle telhis adı verilen sunumlarda (takdimler) padişaha arzetmek için özetliyordu. Padişah ise cevabını ya da kararını yine telhise yazdığı kısa bir buyrukla, hatt-ı hümâyunla (hatt-ı şerif, işâret-i aliyye) sadrazama bildiriyordu. Bu iletişim biçiminin ortaya çıkmasının sebebi, Osmanlı yönetici sınıfı içinde güç dengelerinin değişmesi ve geleneksel devlet örgütünün yanı sıra sultanın özel dairesinin ve haremin çevresinde oluşan iktidar grubunun daha büyük bir önem kazanmasıydı. Osmanlı Devleti’nde XVI. yüzyılın son çeyreğinde karar ve uygulama merkezleri birbirinden ayrılmış, telhis ve onunla ilgili bürokratik uygulamalar, bu iki merkez arasında ilişkileri sürdürme ve bilgilendirme görevini üstlenmişti. Dolaylı verilere bakılırsa telhis yönetiminin bu biçimi III. Murad’ın hükümdarlığının başlangıcında, 1580’li yıllarda meydana gelmiştir.

Telhislerin yapısı çoğunlukla muayyen bir şekil arzetmektedir. Bununla birlikte padişaha doğrudan ve cevaben ya da merkeze ulaştırılan arzlar, dilekçeler, diplomatik mektuplar vb.nin bir eki, bir tamamlayıcısı ya da özeti halinde sunulmasına göre şeklî açıdan değişiklikler göstermektedir. Bu biçimsel ayrılıklar sebebiyle sadrazamın hulâsalarını iki gruba ayırmak mümkündür: Doğrudan ve cevaben yazılan bağımsız telhisler, gönderilen arzın eki olan refakatçi-özetleyici telhisler. Telhis diğer Osmanlı belgeleri gibi temcîd/tahmîd ile (invocatio) başlar. Bu, kâğıdın yukarı orta bölümüne yazılır ve genellikle tek kelimeden oluşur: Hüve (O, Allah). Elkāb/unvan olarak (inscriptio) çoğunda ya “Arz-ı bende-i bî-mikdâr budur ki” ya da “saâdetlü/devletlü … padişahım” deyişi bulunur. Bunu nâdiren dua (salutatio) izlemektedir. Dua daha ziyade, “Devletlü padişahım sağ olsun” ya da, “Allah Teâlâ devletlü padişahıma çok yıllar ömürler vere” cümlesinden oluşmaktadır, fakat istisnaî şekilde çok uzun da olabilmektedir. Telhisin bundan sonraki bölümü olan nakil (iblâğ/tasrih = narratio/expositio) belgenin yazılmasına yol açan hadiseyi ya da sebebi sunar. Bunların çoğunda yazılış sebebi bir hatt-ı hümâyunun gelmiş olmasıdır; bu durumda telhis bunun içeriğini de özetler. Nakille telhisin ardından gelen -sadrazamın düşüncelerini ve önerilerini içeren- bölümü kalıplaşmış cümlelerle (emr ü ferman devletlü padişahımındır/Allah Teâlâ saâdetlü padişahıma çok yıllar ömürler vere/ilm-i şeriflerine hafî buyurulmaya ki) birbirinden ayrılmaktadır. Daha sonra “saâdetlü/devletlü padişahım” deyişiyle telhisin ana bölümü başlamaktadır. Düşünceler ve önerilere bir tür itaat formülüyle son verilir (en sık görüleni: “Bâki emrü ferman devletlü padişahımındır”).

Telhisler kısa olabildiği gibi çok uzun olanları da vardır ve genellikle tek bir konuyu içerirler. Kaleme alınış biçimleri Osmanlı yönetim geleneğinin kişiliği vurgulamayan, araya mesafe koyan anlayışına uymaktadır. Eğer yazanın adı belirtilmemişse bunun hangi sadrazama ait olduğunu belirlemek çok güçtür. Telhiste kullanılan dil sarayın konuşma dilini yansıtır. Beş defa sadrazam tayin edilen ve 1596’da vefat eden Koca Sinan Paşa’nın telhislerinde şaşırtıcı biçimde çok sayıda Türkçe kelime ve deyimle karşılaşılmaktadır. Fakat daha sonraki asırlarda ve özellikle XVIII. yüzyılda Farsça ve Arapça unsurlar ağırlık kazanmıştır. Padişahların çok defa telhis metninin üstünde onun biraz solunda yer alan cevapları (hatt-ı hümâyunlar) genellikle kısadır ve birkaç kelimeden oluşmaktadır. Telhislerin pek çoğunda tarih ve tasdik formülü (sahh) yoktur.

Sadrazamın telhis yoluyla hükümdara bildirdiği meselelerin başında şunlar gelmektedir: Dirlik tahsisleri ve memuriyetlere tayinler, maliye işleri, devlet yönetimiyle ilgili sorunlar, diplomatik konular ve savaş olayları, hatt-ı hümâyun talebi vb. (Eğer sadrazam sefere çıkmışsa bu durumda kendisi ve İstanbul’daki vekili de [kaymakam] padişaha telhis gönderebiliyordu). XVI. yüzyılda ve XVII. yüzyılın büyük bir bölümünde telhisleri sadrazamın sözlü tâlimatıyla iki memur kaleme alıyordu: Kānûn-ı Osmânî’ye ilişkin ya da daha karmaşık konuları reîsülküttâb, daha az önem taşıyan günlük işleri ise sadrazamların kendi kâtipleri sayılan tezkireciler yazıyordu. Telhis kelimesi, sadrazamların raporları dışında en başta Arz Odası’nda rapor vermeye yetkili devlet adamlarının (yeniçeri ağası, başdefterdar, kazasker, müftü) sunumları için de kullanılmaya başlanmış ve bunun neticesinde XVIII. yüzyılda artık pek çok sayıda mektup ve belge türüne telhis denilmiştir.

Telhisler Arz Odası’nda bazan padişaha yüksek sesle okunurdu, hükümdar da bu konudaki kararını o anda sözlü olarak verirdi. Ancak en sık görüleni, bunları alıp kendi dairesinde adamlarıyla birlikte inceledikten sonra yazılı şekilde ve çoğu zaman kendi el yazısıyla cevaplamasıydı. Telhisler neredeyse günün her saatinde (hatta gece yarısı bile) kabul edilir, bunlara cevap verilirdi. Bu husus o gün divanın toplanıp toplanmamasına bağlı değildi. Divanın toplandığı günlerde telhisleri kapıcılar kethüdâsı, kapıağası, silâhdar ağa, daha ileri yıllarda Dârüssâade ağası ve sır kâtibi getirir götürür, diğer günlerde ise -en azından XVII. yüzyılın ortasından itibaren- telhisçi denen bir memur bu işi yerine getirirdi. Bu memuriyet belki de sadrazamlık dairesi olan Paşakapısı’nın kuruluşunun ardından ortaya çıkmıştır. Önemli telhisler örtüye (destimâl) sarılarak, daha az önem taşıyanlar küçük torbalara (kese) konarak hükümdara ulaştırılırdı; cevap şeklinde gönderilen hatt-ı hümâyunlar da bu biçimde sarmalanır, keseler mühürlenirdi.

Padişahlar, XVII. yüzyılın başından itibaren telhisleri cevaplarken sır kâtibi adıyla özel bir kâtibin yardımına başvururdu. Sır kâtibi en başta, padişahın inisiyatifiyle yüksek rütbeli makam sahiplerine (beylerbeyiler, bölük ağaları, kaptan paşa vb.) gönderilecek olan ya da önemli devlet törenlerinin icrasını (çıkma = devşirmelerin hizmete alınması) emreden daha uzun hatt-ı hümâyunlar hazırlardı. Koçi Bey’e göre sır kâtibinin sarayın tam belirlenemeyen bir yerinde özel odası olurdu ve padişahın musahiplerinden biri efendisinin emirlerini buraya getirir, kâtibin mühürleyerek verdiği müsveddeleri ve hazır hatları hükümdara götürürdü. Bu mekanizmanın oluşması Osmanlı devlet yapısının değişmesinde önemli bir aşamadır. Daha önceki merkezî yönetim modeli değişmiş, devlet ve saray bürokrasisi birbirinden ayrılmıştı. Enderun’da sır kâtipleri giderek daha büyük rol oynamaya başladılar; bunlar arasında arz-ı hâllerin ve telhislerin alınması ve okunması da vardı. Bu görevlerini, 1832’de telhis-hatt-ı hümâyun uygulamasına son verilip sarayla sadrazam arasındaki mektuplaşmayı yürütmek için Mâbeyn-i Hümâyun Başkâtipliği adıyla yeni bir teşkilât kuruluncaya kadar yerine getirdiler. Telhisler 1834’ten sonra yerini tamamen arz tezkiresine (tezkire-i ma‘rûza) bırakmıştır (bk. ARZ). Telhisler içerik ve istatistik açısından incelendiğinde gerçek yönetimi elinde tutanın padişah ve çevresi olduğu görülür, sadrazam ise çoğunlukla uygulamayla ilgilenmiştir. Bu durum teşkilâtla ilgili Kānûn-ı Osmânî’nin önemli bir maddesiyle çelişmekteydi; bu madde sadrazamın önerilerinin reddedilmesini kesinlikle yasaklıyordu (Lutfi Paşa, s. 7). Sadrazamlar zamanla bu rollerin yeniden dağıtımına rıza göstermiş ve her konuda sultanın onayına başvurmak gerektiğini anlamıştı. Bağımsızlıkları azaldığı ölçüde (özellikle de Paşakapısı’nın [Bâbıâli] kurulmasından sonraki dönemde devlet yönetim merkezinin saraydan uzaklaştığı devrelerde) yazdırdıkları telhislerin sayısı da artmıştır.

Telhisler ve hatt-ı hümâyunlar çoğunlukla iki biçimde saklanmaktaydı. Herhangi bir dilekçeye, başvuruya vb. eklenmiş olanlar ana konuyu işleyen belge ile birlikte çok değişik kalemlere intikal ediyordu. Bundan dolayı merkezî arşivde bunlara çeşitli tasniflerde rastlanır (meselâ Ruûs Kalemi tarafından üretilmiş belgeler içinde pek çok telhis bulunmaktadır; BA, A.RSK, Dosya, nr. 1). Diğer grubu, kaleme alınması ve hatt-ı hümâyunun yazılması dışında kâtiplik işlemi gerektirmeyen telhisler oluşturmaktadır. Bazı verilere göre bu telhisler reîsülküttâba emanet edilmişti, o da bunları küçük torbalarda (kese) saklıyordu. Hükümdarların “beyaz üzere” hatları bile sultanın dairesinde değil reîsülküttâbın gözetiminde divanda, daha sonraları Bâbıâli’ye bağlı arşivde muhafaza ediliyordu. Uzunçarşılı’ya göre reîsülküttâb beyaz üzere yazılanlarla telhisler üzerine yazılan hatt-ı hümâyunları birbirinden ayırıyordu; her ay birikenleri ayrı torbalara koyuyor, bu torbaları ağzını mühürleyip sandıklara yerleştiriyordu (Merkez ve Bahriye, s. 77-78; krş. Ahıshalı, s. 177-179). Eğer hükümdar eski hatları görmek isterse sadrazam aracılığıyla ondan alınıyor ve ardından geri gönderiliyordu. O çağın arşivcilik sisteminin nisbeten gelişmiş olmasına karşılık pek çok telhis günümüze müstakil halde değil bir araya getirilmiş şekilleriyle mecmua halinde ulaşmıştır (bunların İstanbul kütüphanelerinde ve arşivlerinde sayısı yirmiyi biraz geçer: Orhonlu, Osmanlı Tarihine Ait Belgeler, s. XXV-XXVII; Murphey, XLIII/171 [1979], s. 547-571). Telhis mecmualarının hangi amaçla ve hangi ilkelere göre düzenlendiği bilinmemektedir. Her ne şekilde olursa olsun ilk örnekleri telhis mekanizmasının oluşmasıyla aynı zamanda ya da ondan az sonra ortaya çıkmıştır. Fakat ardından bunları derleyenlerin ve istinsah edenlerin gayreti azalmış, artık bu türden eserlerin hazırlanmasına çaba sarfedilmemiştir. Telhisler Osmanlı tarihinin en önemli kaynakları arasında yer almaktadır, çünkü imparatorluk yönetiminin en üst kademelerindeki karar verme mekanizmalarına bunlar sayesinde ulaşılmaktadır. Bunun dışında telhisler yardımıyla sultanla sadrazamın ilişkisi, sadrazamlık dairesi, o dönemin devlet ve ordu teşkilâtının işleyişi, Osmanlı dış politikası ve stratejik düşünce biçimi de ayrıntılı şekilde incelenebilmektedir.

BİBLİYOGRAFYA
Lutfi Paşa, Âsafnâme (nşr. Mübahat S. Kütükoğlu, Prof. Dr. Bekir Kütükoğlu’na Armağan içinde), İstanbul 1991, s. 7; Koca Sinan Paşa’nın Telhisleri (haz. Halil Sahillioğlu), İstanbul 2004; Uzunçarşılı, Merkez ve Bahriye, s. 77-78; Cengiz Orhonlu, Osmanlı Tarihine Âid Belgeler, Telhîsler: 1597-1607, İstanbul 1970; a.mlf., “Telhîs”, İA, XII/1, s. 148-149; Recep Ahıshalı, Osmanlı Devlet Teşkilatında Reisülküttâblık (XVIII. Yüzyıl), İstanbul 2001, s. 177-179; R. Murphey, “The Veliyuddin Telhis: Notes on the Sources and Interrelations between Koçi Bey and Contemporary Writers of Advice to Kings”, TTK Belleten, XLIII/171 (1979), s. 547-571; P. Fodor, “The Grand Vizieral Telhis. A Study in the Ottoman Central Administration 1566-1656”, Ar.Ott., sy. 15 (1997), s. 137-188; Suraiya Faroqhi, Die Vorlagen (telḫīṣe) des Grosswesirs Sinān Paša an Sultan Murād III. (doktora tezi, 1967), Universität Hamburg.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2011 yılında İstanbul’da basılan 40. cildinde, 402-404 numaralı sayfalarda yer almıştır.