I. TARİH
Müellif: Ahmet Taşağıl
Türk Soyu ve Tarihi, Ortaya Çıkışı, Yayılışı, Kolları, Kurdukları Devletler. Herodotos’un milâttan önce V. yüzyılda doğu kavimleri arasında zikrettiği bir kavim için kullandığı Targita isminin Türk kelimesinin ilk şekli olabileceği ileri sürülmüştür. İskit topraklarında oturdukları söylenen Tyrkaeler, Tevrat’ta adı geçen Yafes’in torunu Togharma, eski Hint kaynaklarında bildirilen Turukhalar, Thraklar ve Troialılar’ın Türk adını ilk defa taşıyan kavimler olduğu sanılmıştır. İslâm kaynaklarında bildirilen İran Zend-Avesta rivayetleri içerisinde Hükümdar Feridun’un oğlu Turac (Tur-Turan) ve Yafes’in torunu Türk’ten türeyen nesil de Türk adını ilk alan kavim diye düşünülmüştür. Ayrıca İran-Turan mücadelelerinde zikredilen Efrâsiyâb da (Alp Er Tonga) bir Türk başbuğu kabul edilmektedir. Çin kaynaklarında geçen ve Hun Hükümdarı Mo-tu’nun kabilesinin adı olarak gösterilen Tu-ku’nun (T’u-ko) Türk anlamına geldiği, bu kelimenin milâttan önce 209’da kaynaklarda yer aldığı bazı araştırmacılar tarafından ileri sürülmüştür. Türkçe’de cins ismi şeklinde eskiden beri bilinen türk kelimesinin Altaylı (Seyhun nehrinin kuzeyi) kavimleri ifade etmek üzere 420 tarihli bir Pers metninde ve 515 olayları dolayısıyla “türk Hun” (kuvvetli Hun) tabirinde geçtiği bilinmektedir. Türk kelimesine kaynaklarda çeşitli anlamlar verilmekle birlikte 1911 yılında neşredilen Uygurca bir belgede “kuvvet ve güç” mânasına geldiği görülmektedir.
Arkeolojik kazı neticeleri Türkler’in en eski anayurdu konusunda bazı ip uçlarını ortaya çıkarmış, nihayet 1950’li yıllarda yapılan yeni çalışmalar sonunda Altay dağlarının kuzeyi ile Sayan dağlarının güneybatısı arasındaki bölgenin en eski Türk yurdu olduğu anlaşılmıştır. Buna göre Minusinsk bölgesindeki Afanasyevo ile (m.ö. 2500-1700) Andronovo (m.ö. 1700-1200) kültürleri eski Türk yurdunun Proto-Türkleri’nin temsilcisidir. Milâttan sonra X. yüzyıla kadar Moğolistan’ın doğusundaki Kerulen ırmağından Macaristan ovalarına uzanan geniş saha Türk boylarıyla meskûn iken daha sonra Ortadoğu Türk göçlerine sahne oldu. Türkler’in çok sayıda kavimle temasları neticesinde Türk ismi yanında boy adları farklı milletlerin kaynaklarında çeşitli şekillerde yazılmıştır. Türk adı, 542 yılında tarih sahnesine çıkan ve 552’de bağımsızlığını ilân eden Göktürk (Kök-Türk) Devleti’yle resmî bir kimlik kazandı. Aslında bu devletin adı Kök-Türk değil Türk’tü ve bazan yazıtlarda Türük şeklinde yazılıyordu. Moğolistan’da kurulan Türk devleti kısa zamanda bütün Orta Asya’yı, Kuzey Çin’i ve Tibet’i hâkimiyeti altına aldı. Daha sonra Kore’den Karadeniz’e kadar Kafkaslar’ın kuzeyini ve Kuzey Afganistan’ı kendine bağladı. Böylece hem Doğu (Çin, Tibet, Kore) hem Batı (Bizans) kaynaklarında Türk Devleti adıyla geniş yer edindiği gibi Orta Asya da Türkiye diye anılmaya başlandı. Türk Devleti 745’te yıkılınca topraklarının doğu kanadında Uygur Devleti, Dokuz Oğuz boylarının üzerinde hâkimiyet kurup idareyi sürdürdü. Batı Göktürk topraklarında ise önce çeşitli boy toplulukları Türgiş (Türkiş/Türkler) adıyla varlıklarını devam ettirdi. 766’da Türgiş siyasî birliği ortadan kalkınca Oğuzlar, Tanrıdağları-Çu-Yedisu havzasından Siriderya (Seyhun) boyu üzerinden Mangışlak’a ve İdil’e (İtil) kadar dağınık halde yaşadılar. Oğuz adı bu dönemde ön plana çıksa da Türk kimliklerinden dolayı İslâm kaynaklarında Türkmen, Rus kaynaklarında Tork adıyla anıldı. Üç kıtada hüküm süren Osmanlı Devleti’ne Batılılar Türk Devleti adını veriyordu. Türkiye tabiri daha VI. yüzyılda Bizanslılar tarafından Orta Asya için kullanılıyordu. Yine Bizanslılar IX ve X. yüzyıllarda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar uzanan sahaya da Türkiye adını vermişlerdi. XI-XII. yüzyıllarda Mısır ve Suriye’ye Türkiye denirdi. Anadolu ise XII. yüzyıldan itibaren Türkiye olarak tanınmaya başlandı. Orta Asya yaklaşık 4000 yıl, Anadolu ise 1000 yıldır Türkler’e vatan vazifesi görmektedir.
Milâttan Önce Türk Göçleri. Ortaçağ’ın sonuna kadar yayılmalar / toplu göç hareketleri Türk kavimlerinin en karakteristik özelliklerindendir. Anayurttan (Andronovo bölgesi) ilk göç hareketi milâttan önce 1700’lü yıllarda Altay ve Tanrıdağları’na olmuştur. Milâttan önce 1300’lerde Kazakistan ve Mâverâünnehir’e doğru bir hareketlenme söz konusudur. Milâttan önce 1100’lerde Çin’in kuzeyindeki Kansu-Ordos bozkırlarına bir göç gerçekleşmiştir. Don nehrine doğru yayılma hareketi milâttan önce 1500’lerde meydana geldi. Aynı tarihlerde Baykal gölü civarına bir başka göç vardır. Milâttan önce 1000’li yıllarda bir Türk grubu Kuzey Hindistan’a gitti. Altaylar ve Sayan bölgesini terkeden bir başka kitle Ural dağları ve Sibirya yöresine çekildi. Milâttan önce 52’den sonra Chih-ch’i Hunları Ötüken bölgesinden Batı Türkistan yöresine (Güney Kazakistan ve Fergana) geldiler.
Milâttan Sonra Türk Göçleri. Hunlar, I. yüzyılın sonlarından II. yüzyılın ortalarına kadar Orhon (Orhun) bölgesinden Güney Kazakistan bozkırlarına yayıldılar. 375’ten sona Orta Avrupa’ya, Uar-Hunlar Afganistan ve Kuzey Hindistan’a, Ogurlar Güneybatı Sibirya’dan Güney Rusya’ya (461-465), Sabarlar Aral’ın kuzeyinden Kafkaslar’a (V. asrın ilk yarısı), Avarlar Batı Türkistan’dan Orta Avrupa’ya (VI. asır ortası), Peçenek, Kuman-Kıpçak ve Uzlar (Oğuzlar) Hazar denizinin kuzeyinden Doğu Avrupa’ya ve Balkanlar’a (IX-XI. asır), Bulgarlar Karadeniz’in kuzeyinden Balkanlar’a ve Volga nehri kıyılarına (668’den sonra), Macarlar’la birlikte bazı Türk boyları 830’dan sonra Kafkaslar’ın kuzeyinden Orta Avrupa’ya göç ettiler. 359 ve 373 yıllarında Hunlar’dan bir kitle Kafkaslar yoluyla Anadolu, Suriye ve Azerbaycan’a geldiler. Oğuzlar XI. yüzyılda Mâverâünnehir üzerinden İran’a ve Anadolu’ya yayılırken Uygurlar, Orhon nehri bölgesinden İç Asya’ya (840’ı takip eden yıllarda) göç ettiler.
Hunlar’dan Önceki Durum. Altaylar’da milâttan önce 3000 yıllarında Oğuz tipinde brakisefal bir ırk yaşıyordu. Ziraata çok az yer veren bu kavmin kuzeyinde Sibirya’da Mongoloid ırklar hâkimdi. Milâttan önce 2500-1700 arasında Güney Sibirya’yı etkileyen Afanasyevo kültürünün Altay kültüründen doğduğu düşünülmektedir. Daha sonraki devirlerde hemen bütün Orta Asya’ya (Doğu ve Batı Türkistan) yayılan Altay kültürü Proto-Türk kültürünün ilk temsilcisidir. Bu kültürün yayılmaları neticesinde Kuzey Çin’de Sarı ırmağın üst taraflarında milâttan önce 2000’den itibaren Yang-shao kültürü ortaya çıktı. Milâttan önce 1700’lerden itibaren Orta Asya’da göçebe ve savaşçı bir kavmin hâkimiyeti görülmeye başlar. Antropologlar tarafından “Andronovo insanı” denilen bu kavmin kültürü Sibirya’nın milâttan önce 1700-1200 tarihleri arasındaki Bronz devrine işaret eder. Bu kültürün kalıntıları ilk defa Yenisey nehrinin baş taraflarındaki Minusinsk bölgesinde bulundu. Andronovo insanı ziraat ve hayvancılıkla geçiniyordu. Atın kullanılması ve demirin işlenmesi Andronovo kültürünün dünya medeniyetine bir armağanıdır. Andronovo kültürünün gelişmesi ve yayılması aynı zamanda Proto-Türk yayılması ve gelişmesini göstermektedir. Bu kültür Altaylar’da devam ettiği sırada Minusinsk bölgesinde milâttan önce 1000 yıllarında Karasuk kültürü adı verilen yeni bir kültür görülmeye başlar. Milâttan önce 800’lerde Altaylar’da ve Minusinsk civarındaki bozkırlarda atlı göçebeler tamamen hâkim olmuştur. Bazı Moğol boylarının da atlı göçebeler halinde yaşadığı anlaşılmaktadır. Bu tarihlerde Karasuk kültürü, yerini Altaylar’da Mayemir kültürü ve Minusinsk’te Tagar kültürüne bıraktı.
Türkler’in İslâm’dan Önce Asya’da Kurdukları Devletler. Asya Hun İmparatorluğu. Türkler’in kurduğu ilk devlet olan Hunlar’ın ortaya çıkışının tarihi kesin şekilde belli olmamasına rağmen efsanevî Çin kayıtlarına göre bu tarih milâttan önce 2255’lere kadar götürülebilir. Bu dönemde Hunlar’ın adı kaynaklarda farklı biçimlerde yazılmış, Çin kaynaklarında Yen-yün, Hsien-yün şeklinde kaydedilmiştir. Milâttan önce 318 tarihli bir antlaşma metninde geçen Hsiung-nu kelimesinin Hun adının karşılığı olduğu milâttan sonra 311 yılına ait Soğdca bir metinden anlaşılmıştır. Milâttan önce 2255-318 yılları arasında -pek açık olmamakla birlikte- Hunlar’ın atalarına dair bazı belgeler mevcuttur. Belgelerde Hunlar’ın atalarının Çin’deki hânedanlarla ilişkilerine yer verilmektedir. Hunlar’ın atalarının Çin’e akınları neticesinde Çin’deki Lung-shan kültürünün yerini Yang-shao kültürü aldı. Yang-shao kültürü demirin kullanımı, atın evcilleştirilmesi ve gök kültü dolayısıyla bozkır özellikleri taşımaktadır. Bu kültürün siyasî sahnede temsilcisi Chou Devleti’dir (m.ö. 1122-255). Bu devlet zamanla Çinlileşmiştir. Diğer taraftan Çin’e Hun akınları asırlarca devam etti. Bu akınları durdurmak için milâttan önce 780’li yıllarda Çin Seddi’nin ilk temelleri atıldı. Hunlar’la savaşlarda başarılı olamayan Çinliler, milâttan önce 247-221 yıllarında Çin Seddi’nin inşasını tamamladılar.
Adı bilinen ilk Hun hükümdarı (Şan-yü) T’ou-man’dır. Milâttan önce 221 yılında Hun tahtında görülen T’ou-man zamanında Çinliler, Hunlar’ı yenerek Kuzeybatı Çin’den çıkardılar. Bu durum Hunlar’ın Orhon, Selenge, Onon, Ongin gibi ırmakların havzasında (Moğolistan) güçlenmelerine yol açtı ve imparatorluğun temeli atıldı. Mo-tu milâttan önce 209’da babası T’ou-man’ı öldürüp Hun tahtına çıktı ve devletini güçlendirmeye başladı. Önce doğuda kendilerini tehdit eden Tung-hular’ı, ardından güneydeki Yüe-chihler’i yendi. Daha sonra Kuzeybatı Çin’deki atalarının eski topraklarını alarak devletini ekonomik açıdan kuvvetlendirdi. Ayrıca Orta Asya’da Kırgızlar, Ting-lingler gibi yirmi altı boyu ve devletçiği kendine bağladı, devletini geniş bir imparatorluk haline getirdi. Milâttan önce 199’da çok büyük bir orduya sahip Çin imparatorunu kuşatıp büyük tehlike yaşattı, bu yüzden Çin kaynaklarında en az bin yıl sürecek bir ölümsüzlüğe kavuştu. Devletin sınırları Kore’den Aral gölüne, Baykal gölünden Çin Seddi’ne ve Doğu Türkistan’ı içine alacak şekilde Tibet’e ulaştı. Tamamını işgal edecek güçte olduğu halde Çin’i ele geçirmedi; Çinliler’e üstünlüğünü kabul ettirdi ve onları vergiye bağladı. Milâttan önce 174 yılında Mo-tu’nun ölümünden sonra oğlu Chi-yü (Lao-shang) zamanında (m.ö. 174-160) ve Chi-yü’nün oğlu Chün-ch’en’in saltanatının (m.ö. 160-126) ilk yirmi yılında Hun üstünlüğü sürdü. Ancak onun ve diğer devlet adamlarının başarısız idaresine Çinliler’in entrikaları da eklenince yenilgiler başladı. Çin’e karşı askerî üstünlüklerini milâttan önce 119’daki savaşta kaybeden Hunlar milâttan önce 56 yılına kadar bağımsızlıklarını korudular. Çinliler’le savaşmalarının yanında ülke içinde onların müttefikleri Wu-huanlar, Hsien-piler, Ting-lingler, Wu-sunlar’la mücadele ediyorlardı. Milâttan önce 56’da tahta çıkan Ho-han-ye ülkesi için tek kurtuluş çaresinin Çin’e bağlanmak olduğunu düşünüyordu. Buna karşı çıkanlar davalarını kaybedince hükümdarın kardeşi Chih-ch’i liderliğinde Batı Türkistan’a göç ettiler. Burada ayrı bir devlet kurdular; ancak milâttan önce 36’da üzerlerine gönderilen kalabalık Çin ordusuna karşı direndilerse de neticede yok edildiler. Doğuda kalanlar, Ho-han-ye liderliğinde Çin’in siyasî üstünlüğünü tanıyarak varlıklarını sürdürdüler. Milâttan önce 8 yılında Hun tahtına geçen Wu-chu-liou devrinde Çin’e olan bağımlılık sona erdi. Kuzey Çin’i yerle bir eden akınlar düzenlendi. Milâttan sonra 13’te yerine geçen kardeşi ve diğer hükümdarlar devrinde bu durum devam etti. Ancak milâttan sonra 46 yılında Hun ülkesinde çıkan büyük bir kıtlık yüzünden devlet zayıflamaya başlayınca hükümdar ekonomik bakımdan Çinliler’le anlaşmak zorunda kaldı. Wu-sunlar’la Çinliler’in ortak harekâtı neticesinde ülke karışıklığa sürüklendi ve milâttan sonra 48’de kuzey ve güney olmak üzere ikiye ayrıldı. Çin’e bağlanmayı reddeden Kuzey Hun Devleti ekonomik güçlüklerle uğraşıyordu. Bunların akınları karşısında Çinliler barış istemek zorunda kaldılar. Kuzey Hunları’nı savaş meydanında yenemeyen Çinliler doğudaki Hsien-piler’i, batıdaki Ting-lingler’i ayaklandırdılar. Zor durumda kalan Kuzey Hunları’nın hükümdarı savaşta ölünce kabilelerin çoğu Çin’e itaat etti. Yeni bir kıtlık daha baş gösterdiğinde çöken Kuzey Hun Devleti milâttan sonra 93 yılında tarihe karıştı. Milâttan sonra 48’de Çin’e bağlanan Güney Hun Devleti ilk zamanlarında silik durumdaydı ve Çinliler daha çok Kuzey Hunları ile uğraştığı için arada kalmışlardı. Kuzeydeki devlet yıkılınca Çin’e karşı bazı güçsüz akınlar düzenleseler de genelde onların baskısı altında yaşamak zorunda kaldılar. Milâttan sonra 303 yılına kadar varlıklarını bu şekilde sürdürebildiler. Bunun yanında bazı kuvvetli Hun boyları Kuzey Han, İlk Chao, Son Chao, Kuzey Liang, Hsia gibi küçük Hun devletlerini kurdular ve milâttan sonra 439’a kadar varlıklarını korudular.
Akhun (Eftalitler) Devleti. Milâttan sonra 350’li yıllarda Juan-juan Devleti’ne bağlı Uar ve Hun adlı iki Türk kabile grubu Altaylar yöresindeki yerlerini terkederek Güney Kazakistan bölgesine geldi. Burada yaşayan Hun kitlelerini Avrupa’ya sürdüler. Ardından güneye yönelip Afganistan’da Tohâristan civarına ulaştılar. Bu yeni devlet daha sonra Mâverâünnehir ve Çu havalisini, Semerkant civarını aldı. Arkasından hâkimiyetini Hazar denizi ve güneyine kadar genişletti. Onların ilk hücumları neticesinde Sâsânî İmparatorluğu büyük sarsıntı geçirdiyse de iki ülke arasında barış yapıldı. 359’da Âmid’i (Diyarbakır) kuşatan İran ordularına Akhun kuvvetleri yardımcı olmuştu. 420’den sonra Akhun-Sâsânî ilişkileri yeniden bozuldu. Akhunlar’ın Eftal (Abdel) hânedanından Kün-han, İran’ın iç işlerine karışarak nüfuzu altına aldığı veliahd Fîrûz’u Sâsânî hükümdarı yaptı (457). Ardından Kuzey Hindistan’a yönelip Gupta Devleti’ni dağıttı (470 dolayları). 484’te Ceyhun kıyılarında mağlûp edilen Sâsânîler’e ait Herat bölgesi Akhunlar’ın eline geçti. Yıllık vergiye bağlanan Sâsânîler ekonomik bunalıma düştüler. Bu arada patlak veren Mezdek isyanında (486) bütün İran’daki asiller ve din adamları öldürülüp evleri yağma edildi. Aile müessesesi tahrip edildikten başka İran baştan sona yakılıp yıkıldı. Şah Kubâd, Akhunlar’ın yanına sığındı. İsyanı bastırmak için 30.000 kişilik bir süvari birliğini İran’a gönderen Akhun hükümdarı, Sâsânî Devleti’ni kurtardı ve Şah Kubâd tekrar tahtına oturdu. Hoten, Kuça, Aksu, Kâşgar tarafları Akhunlar’ın eline geçti. Kâbil’de oturan Tegin unvanlı Toramana bütün Kuzey Hindistan’ı zaptetti. Toramana’nın oğlu Mihiragula ordusunda birçok fil bulunduruyordu. Kuvvetinden dolayı Mihiragula en azametli Akhun hükümdarı olarak görünmektedir. 557’de Göktürkler ile Sâsânîler’in ortak hücumu neticesinde Akhun Devleti yıkıldı ve toprakları iki devlet arasında paylaşıldı. Hükümdarların “hakan” unvanını taşıdığı Akhunlar’da Afganistan bölgesinde oturup Kuzey Hindistan’ı idare eden prenslere “tegin” unvanı veriliyordu.
Tabgaç Devleti. IV. yüzyılın ikinci yarısında Çin Seddi’nin kuzeyinde yaşayan Tabgaçlar (385-550) daha sonra güneye doğru indiler ve Tai (P’ing-ch’eng) şehrini merkez yaptılar. Aynı tarihlerde onların güneyinde bir Hun boyu, eski hükümdarlık ailesinden gelen Liu Tsung’un yönetiminde Lo-yang şehrini ele geçirip He-nan’ın kuzeyi, He-pei’in güneyi ve Shan-hsi’de hüküm sürmekteydi. Liu Tsung’un ölümünden sonra toprakları parçalandı. 350 yıllarında Kuzey Çin’e hâkim olan Ch’in hânedanının yıkılmasıyla bölgede Tabgaç hâkimiyeti güçlenmeye başladı. Tabgaç Hükümdarı Kuei zamanında (386-409) Hsien-piler’in bir kabilesi olan Mu-junglar mağlup edilerek büyük miktarda toprak kazanıldı. Bu sırada kuzeyde Juan-juan Devleti oldukça güçlenmişti. Tabgaçlar, Juan-juanlar’la 150 yıl kadar süren mücadeleden galip çıkınca T’ai-wu devrinde (424-452) bugünkü İç Moğolistan’a hâkim oldular ve kuzey bölgelerinde üstünlüğü sağlayarak düşmanları bertaraf ettikten sonra batıya yöneldiler. Batıya doğru genişlerken Yüeh-pan, Kâşgar, Kuça, Turfan gibi merkezleri ele geçirdiler ve doğu-batı ticaret yolunu kontrol altına aldılar. 460 yılına kadar büyüyen, Güney Çin’de bazı bölgeleri zapteden Tabgaç Devleti, Çinliler’in gittikçe artan miktarda devlet memuriyetlerine getirilmesi, ayrıca Budizm ve Konfüçyanizm’in etkisiyle Çinlileşme’ye başladı. Bu asimilasyon sebebiyle ortaya çıkan isyanlar sonucunda Tabgaç Devleti, merkezleri Ho-nan’da Doğu Weiler’i ve Ch’ang-an’da Batı Weiler’i olmak üzere ikiye ayrıldı (534); doğuda Kuzey Ch’i sülâlesi (550-577), batıda Chou sülâlesi (557-581) kuruldu.
I. Göktürk Devleti. Türk adını resmî devlet ismi olarak ilk defa kullanan Göktürkler önce Hsien-pi asıllı Juan-juanlar’ın vasalı idiler. O sırada Altay dağlarının güney eteklerinde yaşıyor ve demir üretimi yapıyorlardı. Menşeleri konusunda kaynaklarda çeşitli efsaneler bulunan Göktürkler 542’de tarih sahnesinde yer aldılar. Çince metinlerden ve arkeolojik kazılardan anlaşıldığına göre Göktürkler’in kökeni Altay dağlarının kuzey bölgelerine dayanmaktadır. Kaynaklardaki bir başka ifadeyle Hunlar’ın kuzey kolundan geliyorlardı. 542 yılı civarında Kuzey Çin’e akın yapabilen Göktürkler 545’te Çin’deki Batı Wei Devleti’yle ilk resmî ilişkiyi kurdular. Ardından Bumın liderliğinde Töles boylarını kendilerine bağlayıp hem askerî açıdan hem nüfusça güçlerini arttırdılar. Bumın, Juan-juan Devleti’ni yıktı ve yerine bağımsız Göktürk Devleti kuruldu (552). İl Kağan unvanını alan Bumın, kuruluşun ilk yılında ölünce yerine büyük oğlu Kara tahta geçti ve devleti büyütmeye çalıştı; onun da 553’te ölümü üzerine kardeşi Mukan tahta oturdu. Yirmi yıl kağanlık yapan Mukan zamanında Göktürk Devleti çok parlak bir dönem yaşadı. Doğuda Kore’den batıda Karadeniz’e kadar uzanan sahada yaşayan Töles ve kuzeyde Kırgızlar gibi Türk boyları ile yabancı kavimler bu devlete bağlandı. 557’de Akhun Devleti’ni yıkarak Batı Türkistan’ı tamamen ele geçirdiler ve tarihî İpek yoluna hâkim oldular. Batıdaki fetihler, Mukan’ın amcası İstemi Yabgu kumandasındaki ordular tarafından gerçekleştiriliyordu. Bu arada Kuzey Çin’de bulunan Chou ve Ch’iler üzerinde ağır baskı kuruldu; Mukan Kağan her iki devletten faydalandı. Ülkenin batısını Tanrıdağları’nın kuzeyindeki Aktağ’da oturan İstemi Yabgu idare ediyordu. İstemi Yabgu, Sâsânîler’le arası açılınca Bizans İmparatorluğu ile temasa geçti ve 567 yılında İstanbul’a bir elçi heyeti yolladı. Bu heyet tarihte Orta Asya’dan İstanbul’a gönderilen ilk elçilik heyetidir. Buna karşılık Bizanslılar da İstemi Yabgu’nun merkezine elçi yolladılar. Göktürk-Bizans ittifakı Sâsânî İmparatorluğu’nu zor durumda bıraktı ve daha sonra İslâm kuvvetlerinin İran’ı fethetmesini kolaylaştırdı. Tibet’in doğusundaki T’u-yü-hun kavmi Göktürk ordularına boyun eğmişti. Mukan Kağan’ın 572’de ölümü üzerine kardeşi Taspar kağan oldu. Çok gelişmiş bir devletin başına geçen Taspar devleti yeniden teşkilâtlandırdı; küçük kağanlıklar ihdas ederek devletin çeşitli yerlerini oğullarına ve yeğenlerine verdi; kendisi büyük kağan oldu. Taspar Kağan da Çin devletlerine karşı baskı politikasını sürdürdü. Ancak büyük bir hata yaparak Budizm’e meyletti ve başşehir Ötüken’de bir Buda mâbedi inşa ettirdi. 581’de hastalandığı zaman bir hata daha yaptı; Türk geleneğine uymayan veraset şekliyle Göktürk tahtına ağabeyi Mukan’ın, annesi Türk olmayan oğlu Ta-lo-pien’i aday gösterdi. Aynı yıl ölünce halk Ta-lo-pien’i kağan olarak kabul etmedi. Devlet meclisinde yapılan müzakereler neticesinde Kara Kağan’ın oğlu Işbara tahta geçti. Bu hükümdarlık tartışmaları sırasında I. Göktürk Devleti sarsıldı ve devletin ileri gelenleri arasında derin ayrılıklar ortaya çıktı. Batı tarafını babası İstemi Han’dan sonra idare etmeye başlayan Tardu anlaşmazlıklardan faydalandı. Çinliler’in kurt başlı sancak gönderip tahrik etmeleri sonucu 582’de Batı Göktürk Devleti’nin bağımsızlığını ilân etti.
Doğu Göktürk Devleti. I. Göktürk Devleti ikiye ayrıldıktan sonra Işbara, Doğu Göktürk Devleti’ni yönetmeye devam etti. Çin entrikalarının ardı arkası kesilmediğinden iç savaş çıktı. Zor durumda kalan Işbara, Çin’den yardım alabilmek için 585 yılında Suei hânedanının siyasî üstünlüğünü kabul etti. 587’de ölümünün ardından kağan olan kardeşi Baga ertesi yıl bir savaş esnasında okla vurularak öldü. Işbara’nın oğlu Tou-lan tahta çıktı. 593 yılından itibaren Suei (Sui) üstünlüğünü tanımayarak karşı hücuma geçen Tou-lan Kağan’ı Çinliler yine bir başka Göktürk prensi Ch’i-min’i kullanmak suretiyle zayıflattılar. Ayrıca Töles boyları isyana teşvik edildi, çıkan isyanlar neticesi 601 yılında Tou-lan öldürüldü. Bir süre Batı Göktürk Kağanı Tardu, Doğu Göktürk Devleti’ni de yönetti. Ancak Çinliler onu hayvanlarını ve askerlerini zehirlemek suretiyle güç durumda bıraktılar. Yine Töles boylarının isyanı neticesinde Tardu ülkesinde kontrolü tamamen kaybetti ve T’u-yü-hunlar’a sığınmak zorunda kaldı (603). Aynı yıl Ch’i-min, Çinliler’in desteğiyle Doğu Göktürk tahtına geçti. Fakat başşehri güneyde Çin sınırına yakın bir noktada idi. 609 yılına kadar Suei hânedanına bağlı olarak hükümdarlık yaptı. Ölümünden sonra oğlu Shih-pi tahta geçti ve başarılı bir kağanlık dönemi geçirdi. 619 yılına kadar önce devletin itibarını kurtardı. Devleti çok kuvvetlendirdiği gibi 615’te Çin imparatorunu Yen-men Kalesi’nde kuşattı. Ardından Çin tarihinin en parlak devleti sayılan T’ang İmparatorluğu’nun kuruluşuna yardım etti. Babasının aksine Çin’e hükmedercesine bir siyaset uyguluyordu. 619’da ölümü üzerine yerine geçen kardeşleri Ch’u-lo (619-621) ve İl (Hsieh-li) (621-630) devirlerinde devlet gücünü daha da arttırdı. Fakat 625’ten sonra tekrar başlayan Çin entrikaları, 627 yaz mevsiminde yağan kar neticesinde çıkan kıtlık ve törenin Türk asıllı olmayan vezirler tarafından bozulması devletin yıkılmasını hazırladı; 630’da Doğu Göktürk Devleti Çinliler tarafından ortadan kaldırıldı.
Batı Göktürk Devleti. Tardu 582’de doğudaki büyük kağanlıktan ayrılıp kendi başına hüküm sürmeye başladı. Onun idaresinde Kuzey Afganistan’la İran’ın kuzeydoğusu hâkimiyet altına alındı. Daha sonra İran’daki taht mücadelelerine karışan Tardu bu ülkenin içlerine gönderdiği ordular sayesinde zaferler kazandı. 598 yılından sonra Doğu Göktürk Devleti’ne ve Çin’e yöneldi. Tardu, özellikle Çin hesabına casusluk yapan T’u-li (daha sonra Ch’i-min) isyanının bastırılmasında Doğu Göktürk Kağanı Tou-lan’a yardım etti ve 603 yılına kadar kağanlığını devam ettirdi. Yerine torunu Ch’u-lo geçtiyse de milletine karşı sert tutumu yüzünden boylar isyan edince 612’de Çin’e sığındı. Orada Çinliler adına Koreliler’in isyanını bastırdı. Fakat onun Çinliler’in hesabına kazandığı başarılar Doğu Göktürk Kağanı Shih-pi’nin nefretine yol açtı. Sonuçta Çinliler’in ihanetine uğrayarak Shih-pi Kağan’a teslim edilip öldürüldü. Ch’u-lo Kağan 611 yılında Çin’e gidince Tardu’nun diğer torunlarından She-kuei kağan oldu. Yeni kağan önce dağınık Türk boylarını bir araya getirdi. Batı Göktürk Devleti’nin hem siyasî sınırlarını hem askerî gücünü dedesi Tardu zamanındaki seviyesine çıkardı. She-kuei’in ölümünün ardından yerine küçük kardeşi T’ung Yabgu geçti. Kaynakların özellikle çok zeki, cesur, taktikçi bir şahsiyet olarak tanımladığı bu kağan ülkedeki bütün boyları devlete itaat ettirdi. Hindistan’ın Keşmir bölgesini idaresi altına aldı. İpek yolu üzerindeki bütün Soğd şehirleri onun hâkimiyetine girdi. 623’te Batı Göktürkleri’nin bir savaşta Sâsânîler’i yenmesi İslâm dünyasında önemli etkiler bıraktı. 630 yılına doğru ülkedeki huzursuzluklar artmaya başladı. Aynı yıl amcası Bagatur, T’ung Yabgu’yu öldürdü ve yerine geçmek istedi. Fakat devlet bu sırada büyük bir karışıklığa sürüklendi. Neticede Batı Göktürk Devleti de Çin’e bağlı birçok beyliğe ayrıldı.
Göktürkler’in Fetret Devri. Her iki Göktürk Devleti 630’da Çin esaretine girmiş bulunuyordu. Bu durum Türk milletine çok ağır gelmiş ve VIII. yüzyılda yazılan Orhon yazıtlarında acı bir şekilde vurgulanmıştır. Yazıtlara göre Türkler, Çin’in entrikaları, Türk hükümdarlarının başarısız yönetimi ve Türk milletinin hükümdarlarına itaatsizliği yüzünden Çin’in esaretine girmiştir. Çinliler, 630 yılından sonra bir kısım Göktürk halkını kuzey eyaletlerine yerleştirmek suretiyle idare etmeye çalıştılar. Göktürk ülkesini beyliklere parçalayıp ellerinde tutuyorlardı. Çin hâkimiyetine karşı birçok Türk beyi isyan etti. 648’de Ch’e-pi baş kaldırarak bağımsızlığını kazandı. Ancak Çinliler ona karşı diğer Türk boylarını ayaklandırdılar ve çeşitli hilelerle onu etkisiz hale getirdiler. 650 yılından sonra Çinliler Orta Asya’yı ellerinde tutmak için yeni bir yol denediler. Göktürk ülkesinde çeşitli askerî valilikler kurularak Çinli askerî valiler tarafından yönetilmeye başlandı. Buna rağmen Göktürkler arasındaki istiklâl ateşi gün geçtikçe artıyordu. 670’li yıllarda Türkler kuvvetlenmeye başladı. Ordos’ta isyan eden Türk Prensi Ni-shih-fu yenilerek Çin başşehrine götürüldü ve orada idam edildi (679). Yine Göktürk soyundan A-shih-na Fu-nien elli üç arkadaşı ile birlikte 681’de katledildi. Bu arada Göktürk hânedanından Kutluğ bağımsızlık savaşına girişti ve başarılı oldu (682).
II. Göktürk Devleti. Kutluğ, yardımcısı Tonyukuk ile birlikte Çinliler’e ardarda darbeler indirdi; hem kendi gücünü arttırdı hem diğer Türk boylarını onların elinden kurtardı. 682’de Ötüken’de Oğuzlar yenilip devlete bağlanınca Kutluğ, İlteriş unvanıyla Kağan ilân edilerek II. Göktürk Devleti resmen kurulmuş oldu. Pekin’den Kansu’ya kadar uzanan bütün Kuzey Çin bölgelerine Türk akınları başladı. 682-687 yıllarında buralara toplam kırk altı sefer düzenlendi. 692’de ölen İlteriş Kağan’ın yerine, oğulları Bilge ve Kültigin küçük olduğundan kardeşi Kapgan geçti. Kapgan tahtta kaldığı yirmi dört yıl boyunca politikasını sürekli Çin’i baskı altında tutmak, Çin’de dağınık halde yaşayan esir Türkler’i kurtarmak, Orta Asya’da yaşayan Türkler’i Göktürk Devleti’ne bağlamak şeklinde üç temel üzerine oturttu. 695 yılına kadar doğudaki Kitanlar’ı ve Çin’i baskı altına almayı başardı. 696-697’de Kırgızlar’ı devlete itaat ettirdi, ardından Türgişler’e yöneldi. Bu arada Göktürkler’in isteklerini yerine getirmeyen Çin’e karşı büyük bir sefer düzenlendi. Türk orduları Şantung ovasına ve Yeşil nehre (Yang-ts’e) kadar uzandı. Bu yılın sonuna doğru ülkenin batı tarafındaki Türgişler tamamen Göktürk birliğine katıldı. Ardından Batı Türkistan’a yönelen Kapgan ve beraberindeki Tonyukuk, Bilge ve Kültigin gibi kumandanlar idaresinde Türk ordusu 701’de Demirkapı’ya (Temir Kapıg) ulaştı. Ertesi yıl Tangutlar’a ve bazı Soğd kolonilerine boyun eğdirildi. 709 yılına kadar uzak bölgelerdeki Basmıllar, Çikler, Azlar itaat altına alındı. Ancak daha sonra Kapgan Kağan’ın anlaşılmaz sert tutumu yüzünden devlete bağlı boyların çoğu ayaklanmaya başladı. İsyan eden Kırgızlar 710’da yeniden devlete bağlandıysa da birçok Türk boyu gidip Çin’e sığındı. Bayırku boyunun isyanının bastırılmasının ardından Kapgan Kağan, Ötüken’e geri dönerken yanına fazla asker almamıştı. Söğüt ormanından geçerken Bayırkular’ın saldırısına uğradı ve öldürüldü. Kesik başı orada bulunan bir Çinli casus tarafından Çin başşehrine götürüldü (716). Onun yerine geçen oğlu İnel başarısız kağanlığı yüzünden tahttan indirildi. Yerine İlteriş’in oğlu Bilge kağan oldu. Bilge Kağan ilk iş olarak boyların isyanını bastırdı. Çok uzun mücadelelerden sonra devletin birliği yeniden sağlandı. Bilge Kağan, Çinliler’le iyi geçinmeye çalıştı ve iki ülke arasında dostluk kuruldu. Bilge’nin Çinliler’in etkisinde kalarak Budistleşme ve şehirleşme teklifi devlet meclisi tarafından reddedildi (723). Tonyukuk yazıtında Göktürk Devleti’nin yeniden kuruluşu ve bağımsızlık için çekilen sıkıntılar, verilen mücadelelerden bahsedilir (bk. ORHON YAZITLARI). Bilge Kağan’dan sonra başa geçen kağanlar yetersiz kaldığından devlet kısa zamanda zaafa uğradı. 742’de isyan eden Basmıl ve Uygurlar, Göktürkler’i bozguna uğrattılar; 745 yılında tamamen yıkıldılar. Artakalanların bir kısmı Çin’in kuzeyinde 941 yılına kadar varlığını sürdürdü.
Uygur Hakanlığı. Uygurlar, Töles boyları arasında bir kabile olarak görünmektedir. Bunlardan ilk defa Töles boylarının 603 yılından sonra Göktürkler’e karşı isyanı münasebetiyle bahsedilir. Uygurlar, 627-646 yılları arasında bağımsızlığını koruyan Sir Tarduş siyasî birliğinin içinde yer aldılar ve 648’de Çin’e bağlandılar. 682’de II. Göktürk Devleti kurulunca Dokuz Oğuzlar’la birlikte bu devlete tâbi oldular. Dokuz Oğuzlar’a Uygurlar da katılıp On Uygur adıyla anılmaya başladılar. 740 yılından sonra II. Göktürk Devleti iç karışıklığa sürüklenince Uygurlar, Basmıllar ve Karluklar’la ittifak yaparak onlara karşı ayaklandılar ve mağlûp ettikleri Göktürkler’i yenerek Basmıl Kağanlığı’nı kurdular. Basmıl Kağanlığı fazla yaşamadı. Uygurlar 744’te Basmıllar’ı bozguna uğratıp Ötüken Büyük Uygur Kağanlığı’nı kurdular; ardından Orhon-Selenge merkez olmak üzere Moğolistan coğrafyasını hâkimiyetlerine aldılar. Bu esnada Uygurlar dokuz kabileden oluşuyordu. Moyen-çor zamanında Uygurlar güçlerinin zirvesine ulaştılar. Şine-usu yazıtına göre batıda Altay dağlarının güneybatı eteklerinde yaşayan Karluklar ile Çu ve Talas nehirleri bölgelerindeki Türgişler üzerine yapılan seferlerle Uygur Devleti’nin sınırları Siriderya nehri kıyılarına kadar uzandı. Çik boyu da Uygurlar’a bağlandı. Merkezde Selenge nehri kıvrımında oturan Sekiz Oğuz ve Dokuz Tatarlar tamamıyla itaat altına alındı. Moyen-çor Kağan tahta çıktığı zaman isyanlar yüzünden zor durumda kalan Çin’deki T’ang hânedanına yardımda bulundu (758). Bögü Kağan 764’te Maniheizm’i kabul etti. Alp Ulug Bilge Kağan zamanında Karluklar’ın isyanı bastırıldı, Tibetliler Doğu Türkistan’dan uzaklaştırıldı ve Kırgızlar tamamen devlete bağlandı. Alp Ulug, Turfan’a ve Doğu Türkistan şehirlerine büyük önem verdi. 821’de Kün Tengride Ülüg Bulmış Alp Küçlüg Bilge kağan oldu. Bu yıl entrikalar ve suikastlar yüzünden Uygur tarihinin önemli bir dönüm noktasıdır. Özellikle kağanın evlendiği Çinli prensesin faaliyetleri sebebiyle iç huzur sağlanamadı. 824’te kağanın ölümü üzerine yerine kardeşi Ho-sa (Hazar Tegin) ve onun yerine 832’de Hu Tegin başa geçti. 839’da bazı devlet adamları tahtı gasbetmek istediler. Bunu farkeden Hu Tegin onları öldürttü. Bu sırada seferde olan Kürebir buna çok öfkelenerek ayaklandı ve Hu Tegin öldürüldü; Ho-sa Tegin kağan ilân edildi. Hu Tegin’in ölümüne üzülen ve Kürebir’e kızan Uygur kumandanı Külüg Baga, Kırgızlar’la anlaşıp 100.000 süvarinin başında merkeze hücum etti. Ho-sa Tegin’i ve Kürebir’i öldürdü. Kağanlık otağı yakıldı ve Uygur Devleti sona erdi (840).
Kan-chou Uygur Devleti (Sarı Uygurlar). Yıkılan Uygur Devleti’nin halkı ve idarecileri etrafa dağılarak küçük şehir devletleri kurdular ve İpek yolu ticaretinde etkili oldular. Bunlardan biri Sarı Uygurlar adıyla da bilinen Kan-chou Uygurları olup T’ang hânedanıyla iyi ilişkiler tesis ettiler. Çin imparator kızları ile Uygur kağanları arasındaki evliliklerle akrabalık bağları kuruldu. Sarı Uygurlar siyasî yönden 940’tan sonra Hıtaylar’ın (Ki-tan, Liao), 1028’den sonra Tangutlar’ın, 1226’dan sonra Moğollar’ın nüfuz sahası içinde kaldılar. Bugün halen Kuzeybatı Çin’de yaşayan Uygurlar onların soyundan gelmektedir.
Turfan Uygur Devleti. 840’ta çevreye dağılan Uygur boylarından bir kısmı batıya giderek Beşbalık, Turfan, Hoço, Kâşgar taraflarında yerleşti. Bunlar son Uygur kağanının yeğeni Mengli’yi kağan seçti. Tibet’ten endişe duyan Çin yeni Uygur Devleti’ni tanıdı. Devletin kışlık merkezi Kao-ch’ang (Koço), yazlık merkezi Beşbalık idi. Kaynaklarda önemli şehirlerinin isimlerine göre geçen bu Uygurlar bazan da hükümdar adlarına göre Arslan Han Uygurları veya İdikut Uygurları ismiyle kaydedilmiştir. Turfan Uygur Devleti ticaret yolları üzerinde bulunduğundan ekonomik bakımdan gelişti. 911’de bağımsız hale gelen Uygur Devleti güneyde Tibet, Batı Türkistan’da Karluk bölgesiyle sınırlıydı. 1209’da Cengiz Han’a bağlanıp 1368 yılına kadar Çağataylılar idaresinde varlıklarını sürdürdüler. Günümüzde Doğu Türkistan Uygur Özerk Bölgesi içinde yaşamaktadırlar. Bu Uygur topluluğu yerleşik medeniyet unsurları bakımından çok değerli eserler vermiştir.
Kırgızlar. İslâm öncesi dönemde Yenisey nehrinin kaynaklarının doğduğu yörede yaşıyorlardı. Onların Çin ve İslâm dünyasından çok uzakta olmaları yüzünden haklarında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Asya Hunları’na milâttan önce 199 yılından evvel bağlanan Kırgızlar’ın Çin kaynaklarında isimleri Ke-K’un ki-ku, Kien-Kun, Gen-gün, Gegun şeklinde kaydedilmiştir. Milâttan önce 48’de bir defa daha Hunlar’a tâbi olmak zorunda kaldılar ve milâttan sonra 558’de Göktürk Devleti’ne bağlandılar. 648’de Göktürkler’in zor durumda kalmasından faydalanıp Çin ile siyasî münasebet kurdular. Kırgızlar ancak 840 yılında Büyük Uygur Devleti yıkılınca bağımsızlıklarını kazanabildiler. 920’de doğudan gelen Karahıtaylar onların devletini ortadan kaldırdı ve Ötüken’den eski yurtlarına, Altay dağlarının kuzeyi ile Sayan dağlarının kuzeybatısına sürüldüler. Daha sonra kurulan Moğol İmparatorluğu’na katılarak onların ordusunda yer aldılar.
Türgişler. 630’da Batı Göktürk ülkesinde Kağan T’ung Yabgu’nun öldürülmesi üzerine ülke iç karışıklığa sürüklenmişti. Başı boş kalan çeşitli boylar 635’te kendi aralarında teşkilâtlanarak Türgişler’i meydana getirdiler. Buna rağmen başlarında daima Batı Göktürk hânedanına mensup beyler bulunuyordu. 634’te Batı Göktürk hânedanından Işbara ülkesini on boya bölmüş, her boya birer ok verilmiş, bundan sonra unvanları On Şad ve On Ok şeklinde söylenmeye başlanmıştır. Boylar arasında dördüncü boy olarak tarihte ilk defa 651’de Türgiş adı geçmektedir. VII. yüzyılın ortalarında onları Ho-lo-shih çor adlı başbuğ yönetiyordu. 656’dan sonra bir kısmı Isık Göl taraflarına göç etti. Çin hâkimiyeti altında iken zaman zaman ayaklandılar. Nihayet II. Göktürk Devleti’ne bağlandılar. 720 dolaylarında Emevîler’le Mâverâünnehir için mücadele ettiklerinde başlarında Su-lu Kağan vardı. 737’de bir kumandanın suikastı sonucu Su-lu öldürülünce Türgiş Devleti birliğini koruyamadı. Çinliler, 751 yılında Emevî-Karluk iş birliğine karşı meşhur Talas Savaşı’nı kaybedince bölgeden çekilmek zorunda kaldılar. Uygur Devleti’nin baskısına mâruz kalan Türgişler (735-756) kendi içlerinde Sarı Türgişler ve Kara Türgişler olmak üzere ikiye ayrıldılar. Bunlar kendi kağanlarını tahta geçirip karşılıklı savaştılar. 766’da Karluklar batıya doğru hareket ederek Suei-ye (Tokmak) civarını ele geçirdiler. Neticede Türgişler, Seyhun boylarına doğru göç ettiler. Bir kısmı Tanrıdağları’nın güneyindeki Karaşar civarına gitti.
Tarih sahnesinde ilk defa 627 yılında görülen Karluklar, Orta Asya tarihinde önemli rol oynamıştır (bk. KARLUKLAR). Göktürk Devleti’nin 630’da merkezî hâkimiyetinin çökmesiyle birlikte ön plana çıkan Oğuzlar da tarihte önemli rol oynamış bir Türk boyudur (bk. OĞUZLAR).
Doğu Avrupa’daki Devletler ve Boylar. Avrupa Hunları. Asya’daki Büyük Hun İmparatorluğu’nun zayıflamasının ardından Batı ve Kuzey Kazakistan bozkırlarında bir Türk nüfusu yığılması meydana geldi. Buradaki Cim, Emba ve Yayık ırmakları civarı iki asırdan fazla Hun boylarına yurtluk yaparken kalabalık yüzünden otlakları yetersiz hale geldi. İdil (İtil) nehrinin doğusundaki bazı Hun grupları bu nehri geçerek 330-350 yıllarında Kafkaslar’ın kuzeyinde Kuban ve Terek nehirleri arasındaki bozkırları istilâ ettiler. 370’li yıllarda İdil boyundaki Hunlar’ın başında Balamir vardı. 374-375’te onun önderliğinde Hun kitleleri İdil nehrini aşarak batıya doğru ilerlemeye başladılar. Önce Alanlar yerlerinden batıya doğru sürüldü. Arkasından Ostrogotlar ağır bir yenilgiye uğratıldı. Bunlar batıya kaçınca meşhur kavimler göçü başladı. Birçok kavim yer değiştirdi ve Avrupa’da yeni bir etnik durum ortaya çıktı. 378’de Edirne civarında yapılan savaşta Vizigotlar’la Hunlar, Bizans’ı yenip imparatorları Valens’i öldürdüler. Avrupa âleminin Hunlar’ın savaş tekniği karşısında başarısız kalması ve onların çok üstün askerî usulleri kıtayı baştan başa dehşete düşürdü. Bu arada Basık ve Kursık liderliğinde Hunlar’dan bir grup 395-396 yıllarında Anadolu’ya akın yaptılar. Kafkaslar’dan Doğu Anadolu’ya girerek Erzurum, Malatya ve Çukurova’ya kadar ilerlediler. Antakya ile Urfa’yı kuşatıp Suriye’ye girdiler. Kudüs’e kadar uzanarak geri göndüler. Hunlar’ın merkezi 400 yılı civarında İdil’den Orta Avrupa’ya nakledildi. Hunlar, Tuna’ya ulaşınca kavimler göçünün ikincisi başladı. Rua liderliğindeki Hunlar, Orta Tuna ve Tissa havzalarını hâkimiyetleri altına aldılar. Çeşitli Germen ve Slav kavimleri Hunlar’a itaat etti. V. yüzyılın ortalarına doğru Orta Avrupa’dan Hazar denizinin doğusuna kadar uzanan bir Hun Devleti ortaya çıktı. Rua 433’te ölünce Hunlar’ın başına Muncuk’un oğulları Attila ve Bleda geçti. İki kardeşin idaresi on bir yıl kadar sürdü. Bu dönemde Balkanlar’da Bizanslılar’a ait bazı kaleler Hunlar’ın eline geçti. Attila, Akatir ve Ak Ogur (Şarogur) isyanlarını bastırdı. 445 yılında Bleda ölünce Attila tek hâkim oldu. Devleti daha da genişleten Attila’ya doğuda Aral gölünden batıda Ren nehrine kadar otuzdan fazla kavim bağlanmıştı. 447’de çıktığı büyük Balkan seferinde Attila, bozguna uğrattığı İmparator Theodosios’la 6000 libre altın savaş tazminatı ve 2100 libre yıllık vergi karşılığında barış yaptı. Bu savaşta Hun ordusu iki koldan ilerleyerek Sofya, Filibe, Preslav, Lüleburgaz ve Büyükçekmece’ye kadar ulaştı. Seferden bir yıl sonra Bizans’ın kendisine hazırladığı suikasttan kurtulan Attila bu devleti kontrol altına aldığından yönünü batıya çevirdi. Yıllar önce kendisine gönderilen Honoria’nın nişan yüzüğünü bahane ederek Batı Roma İmparatorluğu’nun yarısını veya devletin idaresine katılma hakkını istedi. Bunun reddedilmesi üzerine sefere hazırlanan Attila, Batı Roma kumandanı Aetius ile Galya’da Campus Mauriacus denilen yerde karşılaştı (Haziran 451). Yirmi dört saat süren savaşta her iki taraf ağır kayıplar verip geri çekildi. Attila maksadına ulaştı ve Batı Roma’nın asker kaynağı Galya tahrip edildi. Sayısı 200.000’i bulan Hun ordusunun yarısı Germenler ve Gotlar’dan oluşuyordu. Ertesi yıl ilkbaharda İtalya seferine çıkan Attila, Kuzey İtalya’yı istilâ etti. Dehşete kapılan Roma imparatoru Roma şehrini terketmeye karar verdi; ancak Papa Leon’un gelip kendisine yalvarması, vergi ve Prenses Honoria’nın nişan yüzüğünü teklif etmesi üzerine Attila ordusunu toplayarak İtalya’dan geri döndü. Attila’nın 453’te ölümüyle yerine oğlu İlek geçti. Fakat Avrupa Hun Devleti çözülmeye başlamıştı. Gerek İlek’le kardeşleri arasındaki taht mücadeleleri gerekse Germen kitlelerinin isyanları kısa zamanda devletin dağılmasına yol açtı. İlek, Gepid kralıyla yaptığı savaşta öldürüldü. Diğer oğlu Dengizik 468 yılında Bizanslılar’a yenildi ve esir düştü; İstanbul’a getirilerek idam edildi. Üçüncü ve küçük oğlu İrnek kendisine bağlı bazı gruplarla Karadeniz’in kuzeyine döndü. Burada yaşayan Ogur Türkleri ile karışıp Bulgarlar’ı meydana getirdiler.
Avarlar. Avarlar’ın aslı milâttan sonra 350’li yıllara kadar gitmektedir. Bu tarihte Uar-Hunlar’ın bir kolu Tohâristan, Tanrıdağları, Kuşan bölgesini, Mâverâünnehir’i ve Soğdiana’yı ele geçirerek Akhun (Eftalit) Devleti’ni kurmuştu. Bu devlet 557 yılına kadar yaşadı. Uar-Hunlar’ın kuzey kolu Göktürkler karşısında tutunamayınca önce Kafkaslar’a, ardından Karadeniz’in kuzeyine, nihayet Orta Avrupa’ya ulaştılar. Bunların Moğolistan’ın doğusunda ortaya çıkan ve büyük bir devlet kuran Juan-juanlar’la ilgisi yoktur. Aslında Apar adı altında bu boy Kültigin yazıtında bir yerde geçmektedir. 572’de Mukan Kağan öldüğünde onun cenazesine katılanlar arasında Avarlar da vardı. Bizans ve Slav kaynaklarında Abar, Avar, Abari gibi isimler verilen boyun 557 yıllarında Sabarlar’ı yenip Bizans sınırı Azak kıyılarına geldiği görülmektedir. Kafkasya’ya geldiklerinde Alanlar’ı kendilerine bağlayan Avarlar, 558’de Bizans’a elçiler göndererek topraklarında yerleşmek için bir bölge talep ettiler. Ayrıca Bizans sınırlarını koruma ve karşılığında bir miktar vergi alma teklifinde bulundular. O sırada Balkanlar’da Ogurlar’la uğraşan İmparator Iustinianos teklifi kabul edip onlarla bir anlaşma yaptı. Bunun üzerine Avarlar, Karadeniz kıyısında ve Kafkasya’daki Sabarlar, On Ogurlar ile bir Slav kabilesi olan Andlar’ı mağlûp ederek sınırlarını Aşağı Tuna’ya kadar genişlettiler. Volga ile Tuna arasındaki Türk boyları da Avarlar’ın hâkimiyetini tanımıştı. Karpatlar’a kadar ilerleyen Avarlar, Tuna’nın batısındaki Longobardlar’la anlaşıp Doğu Macaristan’da Gepidler’i itaat altına aldılar. 568’den itibaren Longobardlar’ın Kuzey İtalya’ya göçmesiyle Macaristan toprakları Avarlar’a kaldı. Böylece Avarlar imparatorluklarını Orta Avrupa’da iyice güçlendirmiş oldular. Batıda Franklar’ı yendikten sonra güneyde bugünkü Belgrad ve Eszek gibi Bizans’ın önemli sınır şehir kalelerini ele geçirdiler. Avarlar’ın en güçlü dönemi Bayan Kağan zamanıdır. Bayan, devlet merkezini Tuna ile Tisa nehirleri arasında stratejik bakımdan önemli mevkiye naklederken sınırları Dinyeper’den Elbe’ye, Adriyatik’ten Kuzey denizi sahillerine kadar genişletti. 565 yılında Bizans’ta çıkan karışıklıklardan faydalanan Avarlar onlardan büyük paralar aldıkları gibi Karadeniz kıyısındaki kaleleri kuşatıp bölgeden topladıkları esirleri Batı Roma İmparatorluğu’nun boş arazilerine yerleştirdiler. Trakya ve Makedonya’daki Avarlar, Selânik kapılarına dayanıp şehri kuşattıklarında İran savaşlarından dönen Bizans orduları karşı hücuma geçince geri çekildiler. Tisa nehrine kadar takip edilen Avarlar’ın imdadına Bizans ordusunda patlak veren Fokas isyanı yetişti (602). Avarlar, Bizans’a karşı Longobardlar’la birlikte hareket ettiler ve 616’dan sonra İtalya’ya akınlar yaptılar. Ayrıca Slav ve Bulgarlar’dan oluşan kuvvetlerle Dalmaçya, Orta Yunanistan ve Pelopones’e kadar girdiler; Bizans İmparatoru Herakleios büyük paralar karşılığında barış yaparak Selânik’i kurtardı (619). 626 yılında Sâsânîler’le ortaklaşa gerçekleştirilen İstanbul kuşatmasında Bizans çok zor anlar yaşadı. Herakleios, Hazarlar’dan yardım istemek için Doğu Karadeniz bölgesinde iken İran ordusu Anadolu’dan geçip Boğaziçi’ne kadar ulaştı. Diğer taraftan Bulgar ve Slav birlikleriyle takviye edilen Avar ordusu Balkanlar ve Trakya’dan geçip Bizans surları önüne geldi. İki ateş arasında kalan Bizans çaresizlik ve ümitsizlik içinde iken Avarlar’ın emrindeki Slavlar, Bizans’ın kışkırtmasıyla onlara karşı isyan etti. Donanmanın bulunmayışı sebebiyle muhasaradan bir netice alınamadan geri dönüldü. Tehlikeyi atlatan Bizans’ta o gün bayram ilân edildi ve yüzyıllarca kurtuluş günü olarak kutlandı. Bu durum Avarlar’ın nüfuz kaybetmesine yol açtı. Nitekim Alpler ile Dalmaçya’daki Slavlar’ın ve 630’da güvenilir müttefikleri Bulgarlar’ın isyanları Avarlar’ı zor durumda bıraktı. Bunlara Avar kağanının zamansız ölümü eklenince durum iyice karıştı. Bulgarlar kağanlık makamı üzerinde hak iddia ettiklerinde isyan bastırıldı; fakat On Ogur Bulgarları bağımsızlıklarını ilân ederek Dinyester ırmağının doğu kısımlarını ele geçirdiler. Tuna Sava bölgesiyle kuzey kısımları Slavlar’da kalınca Orta Macaristan topraklarına sıkışıp kalan Avarlar her geçen gün biraz daha zayıfladılar. 791 yılından itibaren yaklaşık on beş yıl Frank İmparatoru Büyük Charles’ın din savaşlarına direnen devlet 805’te parçalanarak dağıldı. Avarlar kısa zamanda Hıristiyanlaşıp dillerini kaybederek kalabalık kitleler içerisinde eridi.
Sabarlar. Batı Sibirya ile Kafkaslar’ın kuzey bölgeleri arasında önemli rol oynayan Sabarlar, Bizans tarihlerinde Sabar, Sabir, Savir; Ermeni, Süryânî ve İslâm kaynaklarında Savir, Sabir, Sibir diye geçmektedir. Filologlar Sabar kelimesini “sab-ar” şeklinde açıklamıştır; “sapan, yol değiştiren, serbest olan” anlamına gelmektedir. Sabarlar’a ait bilinen kişi adlarının tamamı Türkçe’dir (Balak, İliger, Boarık gibi). V. yüzyıl Bizans tarihçisi Priskos’un verdiği bilgiye göre isimleri ilk defa Batı Sibirya’ya göç eden kavimler arasında geçmektedir. Buna göre güneydoğudan gelen Avarlar karşısında tutunamayan Sabarlar batıya yönelmiş ve Altaylar ile Ural arasındaki düzlüklerde yaşayan Ogurlar’ı yurtlarından çıkarıp Tobol-İşim ırmakları çevresine yerleşmiştir. VI. yüzyıl başlarında Bulgar gruplarını kendilerine bağlayarak İdil-Don nehirleri arasında ve Kuban nehrine uzanan sahaya yayıldılar. Böylece Bizans ve Sâsânî imparatorluklarına komşu oldular. Bu sırada Bizans ile savaşan Sâsânîler’in tarafında yer alan Sabarlar, Bizanslılar’ı meşhur hakanları Balak’ın idaresinde mağlûp ederek Ermenistan bölgesine akınlar düzenlediler. Anadolu’ya girip Kayseri, Ankara, Konya yöresine kadar ilerlediler. Sonraki yıllarda çıkarlarına göre Bizans’ın ya da İran’ın yanında yer aldılar. 557’de Avarlar’ın çok sert hücumuna mâruz kalan Sabarlar dağıldılar. Hâkim oldukları bölge Göktürkler’in batı koluna bağlandı. Güney Kafkasya’daki yurtları da Bizanslılar’ın kontrolüne girdi (576). Bölgede dağınık halde yaşayan Sabarlar VII. yüzyılda Hazar Devleti’nin kuruluşunda yer aldılar. Hazar toplulukları arasında önemli bir yer tutan Belencer ve Semender boyu Sabarlar’a dayanmaktadır. Hazarlar VII-XI. yüzyıllar arasında Karadeniz ile Kafkas dağlarının kuzeyinde ve İdil (Volga) nehirleri dolaylarında hüküm sürdüler (bk. HAZARLAR).
Büyük Bulgar Devleti. Ogurlar’ın Karadeniz’in kuzeyinde Hun kalıntılarıyla karıştıktan sonra kurdukları devlete Büyük Bulgarya (Magna Bulgaria) denildi. Kurucusu Kurt’tur (Kobrat, Kobratos, Kuvratos). Doulo sülâlesine mensup olup Asya Hunları’nın T’u-ko hânedan ailesine bağlanmaktadır. 630 yılında Orta Asya’da Göktürkler’in fetret devrine girmesiyle Hazarlar gibi Bulgarlar da Büyük Bulgar Devleti’nin bağımsızlığını ilân ettiler. İmparator Herakleios zamanında Bizans ile sıkı münasebetler kurdular; ancak devlet uzun yaşamadı ve kurucusunun 665’te ölümünün ardından şehzadeler arasındaki mücadeleden faydalanan Hazar Hakanlığı’nın baskısı sonucu parçalandı. Otuz Ogurlar’ın çoğunluğunu oluşturduğu grup kuzeye çekilerek İdil Bulgarları Devleti’ni tesis etti. Kurt’un oğlu Bat-Bayan, On Ogur Bulgarları’nın ve Macarlar’ın başında Hazarlar’a tâbi olarak Kafkasya’daki yurtta kaldı. Bulgar kitleleriyle Tuna’ya yönelen diğer oğul Asparuh (Espereh), Balkanlar’a geçip (668) Tuna Bulgar Devleti’ni kurdu (679). İdil Bulgar Devleti, İdil-Çolman (Kama) sahasında XV. yüzyıla kadar yaşadı. Devletin merkezi Bulgar şehridir. İslâmiyet’i resmî din olarak kabul eden ilk Türk devleti İdil Bulgar Hakanlığı’dır (bk. İDİL BULGAR HANLIĞI).
Tuna Bulgar Devleti. Asparuh’un Bizans’ın direnmesine rağmen Dobruca’nın güney bölgesinde kurduğu Tuna Bulgar Devleti, Bizans yanında Avarlar’ın hücumlarına da karşı koydu. 681’den itibaren Tuna Bulgar Devleti’nin sahası Besarabya ile Dobruca’dan başka Kuzey Bulgaristan’a, doğuda Karadeniz’e, güneyde Balkanlar’ın geçitlerine ve batıda İsker nehrine kadar uzanıyordu. Tuna Bulgar Devleti 688’den itibaren uzun yıllar Bizans’la mücadele etmek zorunda kaldı. Kurum Han 814’te İstanbul’u kuşattığı sırada öldü. Yerine geçen oğlu Omurtag Han (814-831) Bizans’la otuz yıllık anlaşma imzaladı. Bu anlaşma Bulgarlar’a güneyde sükûn, Bizans’a da mallarını gümrük ödemek şartı ile kuzeye sevkedebilme imkânı sağlıyordu. Omurtag Han bu arada Franklar’la da mücadele etti. Tuna-Sava-Drava havzasını alıp Maroş nehri vadisindeki, Orta Avrupa’nın Roma devrinden beri terkedilmiş olan en büyük tuzlalarını işletmeye açmak suretiyle devletine büyük servet kaynağı kazandıran Omurtag Han zamanı Tuna Bulgarları’nın en parlak devirlerini teşkil etti. Kurulan şehirler, saraylar, köşkler, su yolları, âbideler, Pliska ve Preslav şehirleriyle Madara kasabası civarında yüksek bir kaya üzerinde Kurum Han’ın 40 m2’lik yeri kaplayan kitâbeli kabartması o çağlardan günümüze kalan bir hâtıradır. Fakat yerlilere oranla az olan Bulgar Türkleri arasında Slavlaşma başladı. Slavlaşma, Malamir (831-836) ve Presiyan (837-852) dönemlerinde hızla arttı. Boris Han’ın 864’te Ortodoksluğu resmen kabul ederek, o zamana kadar tek Tanrı inancını benimseyen Bulgarlar’ı hıristiyanlaştırması ile tamamlandı. Boris, Mikhail adını aldı. 869-870 İstanbul kiliseler toplantısında Bulgar kilisesinin müstakil piskoposluk olarak Katolik kilisesi temsilcilerince tanınması üzerine Roma’nın Balkan yarımadasındaki iddialarının sona ermesiyle Türk devleti karakterini tamamen kaybedip Slav, Bizans kültür çevresine girdi. O güne kadar kullanılan Türkçe han unvanı da Boris’in halefi Simeon (893-917) tarafından “çar”a çevrildi.
Peçenekler. IX. yüzyılın ilk yarısında Hazar-Uz baskısına dayanamayan Cim ve Yayık boylarındaki Peçenekler, kalabalık kitleler halinde İdil nehrini aşıp 860-880 yıllarında Don-Kuban bölgesine geldiler. Buralarda yaşayan Macarlar’ı yerlerinden çıkardılar. Peçenekler’in daha önceki tarihleri hakkında fazla bilgi bulunmamaktadır. 889-893 yıllarında Don’dan Dinyeper’in batısına kadar uzanan sahaya hâkim oldular. Peçenekler’in buralarda sekiz boy halinde yaşadığı bilinmektedir. Bu boylar Ertim (Erdem), Yula, Çor, Külbey, Karabay, Tolmaç, Kapan ve Çoban’dır. Adlardan bazıları eski Türk unvanlarıdır (Yula, Çor, Külbey, Kapan = Kargan). Ertim, Çor ve Yula boyları birlikte hareket edildiğinde idareci durumundaydılar, bunlara Kenger (Kangar) denilmekteydi. XII. yüzyıla gelindiğinde boy sayısı on üçe yükseldi. Hazarlar, Uzlar (Oğuzlar), Macarlar ve birtakım Fin kabileleriyle Slavlar, Peçenekler’in komşularıydı. 900’den 1036 yılına kadar on biri büyük çapta olmak üzere birçok seferde bulundular. 968’de Kiev’i kuşattılar ve Knez Svyatoslav’ı mağlûp ederek öldürdüler. 992, 996 ve 1015 yıllarında Ruslar’ın hücumlarına karşılık verdiler. Bu sayede Peçenekler, Ruslar’ın Karadeniz’e inmelerini engellediler. Bu durum Bizans’ın menfaatlerine uygun düşüyordu. 915’te başlayan Peçenek-Bizans dostluğu İstanbul’dan gönderilen elçiler ve hediyelerle bir müddet devam etti. Peçenekler, Bizans’tan kumaş, baharat, boya, süs eşyası ve mücevherat alıyor, karşılığında bal mumu, tutkal, kıymetli deri satıyordu. Peçenekler’i İdil ötesi yurtlarından çıkaran Uzlar’ın batıya doğru ilerlemesi üzerine Peçenekler’den bir kısmı 942-970 yıllarında Macaristan’a yerleşti. Asıl kitle batıya doğru kaymaya başladı. XI. yüzyılın başlarında Peçenekler, Dinyester boyuna indi. Bu durum onların Don bölgesindeki hâkimiyetlerinin zayıflamasına yol açtı. Bundan istifade eden Ruslar, Peçenekler’e 1036 yılında ağır bir darbe vurdular. Bu tarihten sonra Peçenekler, Tuna boylarına geldiler, Tuna nehri Peçenekler ile Bizans arasında sınır oldu. Arkalarında Uz baskısı şiddetlenince Peçenekler Balkanlar’a doğru kaymaya başladılar. Bazı boylar Bizans ile anlaşarak sınır bekçiliği yapıyorlardı. 1048’den sonra pek çok Peçenek Bizans hizmetine girdi. Bunlar arasından Anadolu’ya gönderilenler de oldu. Anadolu’da Peçenekler’le ilgili birçok yer adı Bizans tarafından yerleştirilen bu Peçenekler’e aittir. Bunlardan bir kısmı 1071 Malazgirt Savaşı’nda Alparslan tarafına geçerek Bizans’ın yenilmesinde rol oynadı. 1050’den itibaren Edirne çevresi, Trakya’nın Marmara’ya kadar olan sahilleri Peçenekler’in hücumuna mâruz kaldı. İzmir Beyi Çaka, İstanbul’u zaptetmek için Peçenek başbuğları ile ittifak yaptı. Ege’de donanması ile Çaka Bey, Marmara sahillerinde Selçuklular, Edirne’de Peçenekler, İstanbul’u kıskaç içine almak üzere anlaştılar (1091). Çok zor durumda kalan Bizans’ın imdadına Kumanlar (Kıpçaklar) yetişti. 1060 yılından itibaren Peçenekler’e ait Karadeniz’in kuzeyindeki sahayı işgal eden Kumanlar 1080’lere doğru Tuna boylarına kadar ilerleyince Peçenekler’le aralarında büyük bir düşmanlık baş gösterdi. Rus knezleri önceleri bu durumdan yararlandığı gibi Bizanslılar da faydalanmanın yollarını buldular. Meriç nehri kenarında Bizans’a kesin bir darbe indirmeye hazırlanan Peçenekler, Bizans’ın tahrikiyle çok kalabalık Kumanlar’ın saldırısına uğradılar. Lebinium’da yenilip tamamen ezildiler (29 Nisan 1091). Böylece siyasî tarihleri sona eren Peçenekler’den geri kalanlar çeşitli bölgelere dağıldılar. Bir kısmı Macaristan’a gitti ve Peşte çevresiyle Fertö’de yerleştirildi. Bir kısmı Uzlar ve Kumanlar arasına karıştı. Balkanlar’da kalanların çoğu Vardar nehri boyunca yerleşti. Makedonya’daki Meglano-Ulahlar’ı ile Sofya etrafındaki Şop-Bulgarları’nın Peçenek neslinden geldiği söylenmektedir. Anadolu, Sırbistan, Rusya, Macaristan ve Kafkaslar’da bazı yer adları ile halk efsanelerinde Peçenekler’in hâtıraları yaşamaktadır. Orta Macaristan’da ele geçen meşhur Nagy-Szent Miklos hazinesinin altın kapları üzerindeki Göktürk alfabeli yazıların Peçenekler’e ait olduğu anlaşılmıştır. Ayrıca Güney Rusya’da Poltava’da bulunan Perescepine hazinesi de onlara aittir. 150 yıldan fazla Karadeniz’in kuzeyinde yaşayan Peçenekler’den her biri kendi başbuğunun idaresinde boy teşkilâtı çevresinde kaldı ve bir devlet kurulamadı. Fakat savaş ve müdafaa durumlarında ortak hareket edebildiler. XI. yüzyılın ortalarında Turak adında bir başbuğ on bir Peçenek boyunun başına geçtiyse de bütün boyları hâkimiyeti altına alamadı.
Uzlar. Oğuzlar’ın batı kolu Uzlar, Rus yıllıklarında Tork (Türk), Bizans kaynaklarında Uz diye geçmektedir. 860’lı yıllarda Peçenekler’i İdil ötesindeki yurtlarından çıkarıp oraya yerleştiler ve daha sonra batıya doğru ilerlediler. Kiev Knezi Vlademir’in müttefiki olarak 985’te İdil Bulgarları’na karşı yapılan sefere bazı Uz grupları da katıldı. Yalnız bunların Kiev bölgesine göçleri 1036’da Peçenekler’i yenmelerinin ardından gerçekleşti. Doğu Avrupa sahasında kısa bir dönem faaliyet gösteren Uzlar hakkında diğer Türk boylarına göre çok az bilgi bulunmaktadır. Bugün Moldavya’da yaşayan, dil ve kültürlerini büyük ölçüde muhafaza eden Gagauz Türkleri’nin bunların kalıntıları olduğu tahmin edilmektedir (bk. OĞUZLAR). Batı Göktürkler’e mensup bir Türk kavmi olan Kıpçaklar da (Kumanlar), Peçenekler ve Uzlar gibi Güneydoğu Avrupa bozkırlarında bir devlet kuramadılar (bk. KIPÇAKLAR).
BİBLİYOGRAFYA
Chu-shu Chi-nien (Bambu Kayıtları) (Lei Hsüe-ch’i), Taipei 1977.
Shih Chi (Ssu Ma-ch’ien/m.ö. 109-91), Taipei 1979.
Han Shu (Pan Ku/111), Taipei 1979.
San Kuo Chih (Ch’en Shou/285-297), Taipei 1979.
Hou Han Shu (Fan Ye/V. yüzyıl ortası), Taipei 1979.
Chin Shu (Fang Ch’iao/636), Taipei 1979.
Wei Shu (Wei Shou/636), Taipei 1987.
Chou Shu (Ling-hu Te-feng/629), Taipei 1987.
Pei Shih 99 (Li Te-lin/636), Taipei 1987.
Suei Shu (Wei Cheng/636), Taipei 1987.
Chiou T’ang Shu (Liou Hsü/945), Taipei 1985.
Hsin T’ang Shu (Ou Yang-hsiou/1060), Taipei 1985.
T’ung Tien (Tu Yu/805), Shanghai 1935.
T’ung Chih (Cheng Ch’iao/1150), Shanghai 1935.
Tsu-chih T’ung-chien (Ssu Ma-kuang/1085), Taipei 1987.
Ts’u-fu Yüan-kuei (Wang Ch’in-jo ve Yang İ/1005-1013), Taipei 1981.
Wen-hsien T’ung-k’ao (Ma Tuan-lin/1254), Shanghai 1935.
Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, bk. İndeks.
İbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1975.
Mes‘ûdî, et-Tenbîh, tür.yer.
a.mlf., Mürûcü’ẕ-ẕeheb (Abdülhamîd), I-II, tür.yer.
Ḥudûdü’l-ʿâlem (Minorsky), tür.yer.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks.
E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (Turcs), occidentaux, St. Pétersbourg 1903, tür.yer.
K. Dieterich, Byzantinische Quellen zur Länder- und Völkerkunde, Leipzig 1912, II, tür.yer.
O. Franke, Geschichte des chinesischen Reiches, Berlin 1930-36, I-II.
Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937.
a.mlf., IV-XVIII. Yüzyıllarda Karadeniz Kuzeyindeki Türk Kavimleri ve Devletleri, Ankara 1972.
a.mlf., “Bulgar”, İA, II, 781-796.
W. M. McGovern, The Early Empires of Central Asia, North Carolina 1939.
O. Lattimore, Inner Asian Frontiers of China, New York 1940.
W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları (trc. Nimet Uluğtuğ), Ankara 1942.
a.mlf., “Şato Türklerinin Kültür Tarihine Dair Notlar”, TTK Belleten, XI/41 (1947), s. 15-26.
F. Altheim, Attila et les Huns, Paris 1952.
J. R. Hamilton, Les ouïghours à l’époque des cinq dynasties d’après les documents chinois, Paris 1955.
Liu Mau-Tsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I-II.
Gyula Moravcsik, Byzantinoturcica, Budapest 1958.
A. Zajaczkowsky, Karaims in Poland, Warszawa 1961.
a.mlf., “Hazar Kültürü ve Varisleri” (trc. Çağatay Bedii), TTK Belleten, XXVII/107 (1963), s. 477-483.
Attila ve Hunları, İstanbul 1962.
Constantine Porphyrogenitus, De Administrando imperio (trc. R. J. H. Jenkins), London 1962, II, tür.yer.
Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962.
a.mlf., Büyük Hun İmparatorluğu Tarihi, Ankara 1982.
a.mlf., “İlk Töles Boyları: Ugur, Ting-ling ve Kao-ch’ê’ler”, TTK Belleten, XII/48 (1948), s. 795-831.
a.mlf., “Doğu Göktürkleri Hakkında Vesikalar ve Notlar”, a.e., XXI/81 (1957), s. 81-137.
İbrahim Kafesoğlu, “Tarihte Türk Adı”, Reşid Rahmeti Arat İçin, Ankara 1966, s. 306-319.
a.mlf., Türk Millî Kültürü, İstanbul 1987.
D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, Princeton 1967.
C. Mackerras, The Uighur Empire (744-840), Canberra 1968.
M. Mori, Historical Studies of the Ancient Turkic Peoples (in Japanese), Tokyo 1967.
L. Rasonyi, Tarihte Türklük, Ankara 1971.
O. Maenchen-Helfen, The World of the Huns, Berkeley 1973.
L. Bazin, Les calendriers turcs anciens et médiévaux, Lille 1974.
a.mlf., “Turks”, EI2 (İng.), X, 687-689.
L. Kwanten, Imperial Nomads: A History of Central Asia, 500-1500, Pennsylvania 1979.
P. B. Golden, Khazar Studies, Budapest 1980, I-II.
a.mlf., “Turks”, EI2 (İng.), X, 689-693.
Th. J. Barfield, The Perilous Frontier, Cambridge 1989, tür.yer.
V. V. Barthold, Moğol İstilâsına Kadar Türkistan (haz. Hakkı Dursun Yıldız), Ankara 1990.
a.mlf., “Turks”, EI, IV, 900-908.
R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu (trc. M. Reşat Uzmen), İstanbul 1993.
Ahmet Taşağıl, Gök-Türkler, Ankara 2004, I-III.
a.mlf., Çin Kaynaklarına Göre Gök-Türkler, Ankara 2004.
Şerif Baştav, “Sabir Türkleri”, TTK Belleten, V/17-18 (1941), s. 53-99.
O. Pritsak, “Die Sogenannte Bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren”, UAJ, XXVI (1954), s. 218, 220.
Reşid Rahmeti Arat, “Karluklar”, İA, VI, 351-352.
a.mlf., “Kıpçak”, a.e., VI, 713-716.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 467-474 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: Abdülkerim Özaydın
Türkler’in İslâmiyet’i Kabulü. Câhiliye devri şairleri Nâbiga ez-Zübyânî, Hasan b. Hanzale ve Şemmâh b. Dırâr’ın şiirlerinde ve darbımesellerde Türkler’den bahsedilmesi, Türkler’le Araplar arasındaki ilişkilerin Câhiliye dönemine kadar uzandığını göstermektedir. Ayrıca çeşitli Türk kavimlerinin İslâm öncesi dönemde İran ve Arap hâkimiyetindeki topraklara geldiği ve onlar hakkında bilgi edindiği anlaşılmaktadır. Nitekim Hazar Türkleri zaman zaman Derbend’i geçip Hemedan ve Musul’a kadar ilerlemişlerdir. Sâsânî Hükümdarı Enûşirvân (531-579) Bâbülebvâb (Derbend) seddini Hazar akınlarına karşı yaptırmış, Kuzey İran’da yaşayan Ağaçeri, Sûl ve Yazur Türkleri’ni Azerbaycan’a göçe zorlamıştı. Eftalitler (Akhunlar), Halaçlar ve Karluklar’ın bir bölümü Afganistan ve Sîstan (Sicistan) topraklarına yerleşmişti. Sâsânî ordusunda Türkler’in yanı sıra Araplar da vardı. VII. yüzyılda Sâsânîler’le Bizanslılar arasındaki savaşlarda Göktürkler, Hazarlar ve Avar Türkleri önemli rol oynamıştı. Eski Arap şiirinden, halkı korkutmak ve Türkler’den uzaklaştırmak amacıyla çıkarılan şâyialardan Araplar’ın Türkler’i cesur, acımasız ve İslâm dininin geleceği açısından tehlikeli gördükleri anlaşılmaktadır. Bir rivayete göre Türkler Araplar’ın elinden iktidarı alacak, ancak kâfir oldukları için Allah’ın gazabına uğrayıp mahvolacaktır. III. (IX.) yüzyılda Câhiz, Türkler’in İslâm’ın yardımcısı ve halifelerin en yakın adamları olduklarını söyleyerek Türkler’e haksızlık edildiğini ileri sürmüştür (Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri, s. 85).
Hadislerde Türkler. Türkler hakkında Kütüb-i Sitte’de ve diğer hadis kaynaklarında çeşitli rivayetler yer almaktadır. Bunların yanında Türkler aleyhine ifadeler içeren bazı hadisler ve sahâbeye atfedilmiş asılsız haberler de vardır (geniş bilgi için bk. Şeşen, TM, XV [1969], s. 15-29). Bunlardan hangilerinin sahih, hangilerinin mevzû olduğu hadis otoritelerinin yapacağı ciddi çalışmalarla ortaya konabilecektir. Konuyla ilgili hadisleri üç bölümde ele almak mümkündür. 1. Türkler’in savaşçı niteliklerine dikkat çekerek Türkler’le mücadele ve savaş konusunda sahâbeyi ve sonraki nesilleri uyaran, onlarla iyi geçinmeyi tavsiye eden hadisler: “Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız” (Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 8; Nesâî, “Cihâd”, 42). 2. Türkler’in fizyolojik özelliklerinden ve müslümanlarla savaşacaklarından bahseden hadisler: “Siz küçük çekik gözlü, kırmızı yüzlü, basık burunlu, çehreleri sanki örs üzerinde dövülmüş ve üzeri derilerle kaplanmış sağlam kalkanlar gibi bir kavim olan Türkler’le savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır; siz kıldan örülmüş çorap giyen bir kavimle savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır” (Buhârî, “Menâḳıb”, 25; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 9). 3. Türkler’i Benî Kantûrâ olarak gösteren ve müslümanlarla savaşacaklarını ifade eden hadisler (Müsned, V, 40; Ebû Dâvûd, “Melâḥim”, 10). Bunların dışında Türkler’in Irak ve el-Cezîre’yi zaptedip iktidarı Abbâsîler’in elinden alacaklarını beyan eden hadisler vardır (Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı, s. 243 vd.). Öte yandan VII. yüzyılda İran ve Arabistan’da Türk çadırı kullanıldığı, Hz. Peygamber’in Hendek Savaşı sırasında bir Türk çadırında oturarak hendek kazma işlerine nezaret ettiği (Taberî, II, 568) ve Medine’de bir Türk çadırında itikâfa çekildiği rivayet edilmektedir.
Türkler’le müslüman Araplar arasında VII. yüzyılın ortalarına doğru başlayan ve XX. yüzyılın ilk çeyreğine kadar devam eden ilişkileri mücadele, hizmet ve hâkimiyet dönemleri şeklinde incelemek mümkündür. Mücadele dönemi Hz. Ömer zamanındaki İslâm fetihlerinden itibaren Emevîler’in yıkılışına kadar yüzyılı aşkın bir süre devam etmiştir. Bu mücadelenin sonunda Türk hâkimiyetindeki topraklar müslüman Araplar’ın eline geçmiş, bir kısım Türkler Müslümanlığı kabul etmiştir. Hizmet dönemi Emevîler’in son zamanlarında başlamış, daha sonra Abbâsî halifeleri cesaretiyle temayüz eden Türkler’i kendi hizmetlerine almış, özellikle Me’mûn ve Mu‘tasım-Billâh devrinden itibaren Türkler hilâfet ordusunun en önemli unsuru haline gelmiştir. Ayrıca yönetim kadrolarına yükselerek Abbâsî halifeliğinin siyasî ve idarî hayatında büyük hizmetler görmüştür. Dandanakan zaferinden sonra Selçuklu Türkleri, Sünnî İslâm dünyasının hâmiliğini üstlenmiş, iç ve dış tehlikelere karşı müslümanları koruma görevini yerine getirmiştir. Selçuklular ve halefleri çok geniş bir sahada hâkimiyet tesis ederek çeşitli imparatorluklar kurmuş, genelde siyasî, idarî ve askerî bakımdan İslâm dünyasının rakipsiz hâkimi olmuştur. Bu durum I. Dünya Savaşı’nın sonuna kadar devam etmiştir.
Hulefâ-yi Râşidîn Devri Türk-Arap İlişkileri (632-661). Türkler’in müslüman olmasına zemin hazırlayan mücadeleler İslâm fütuhatı sırasında gerçekleşti. Hz. Ebû Bekir, irtidad olaylarını ve isyanları bastırdıktan sonra Sâsânî İmparatorluğu’nun hâkimiyeti altında bulunan Fırat nehrinin aşağı taraflarındaki topraklara ordu sevketti ve Yemâme’de bulunan Hâlid b. Velîd’i Sâsânîler’e karşı savaşmakla görevlendirdi. Irak cephesi başkumandanlığının kurulmasıyla fütuhat hareketi başlatılmış oldu. Hz. Ömer hilâfet makamına geçince Ebû Ubeyd es-Sekafî’yi 1000 kişilik gönüllü birliğin başında Sâsânî kuvvetleri üzerine gönderdi. Onun şehid olmasıyla Irak cephesi kumandanlığına Sa‘d b. Ebû Vakkās tayin edildi. Kādisiye zaferinin (15/636) ardından İslâm ordusu Sâsânîler’in başşehri Medâin’e, ardından Hulvân’a girdi. 21 (642) yılında Nihâvend zaferiyle İran kapıları müslümanlara açıldı. Hz. Osman döneminde Basra Valisi Abdullah b. Âmir’in öncü kuvvetleri kumandanı Ahnef b. Kays, Nîşâbur ve Serahs’ı fethettikten sonra Merv’e yürüdü. Ceyhun (Amuderya) nehrinin kuzeyine geçerek müslümanların takibinden kurtulan son Sâsânî hükümdarı III. Yezdicerd topladığı kuvvetlerle Belh’i müslümanlardan geri aldı. Merverrûz’a kadar ilerleyip Türk Hakanı Tulu Han’dan yardım istedi, ancak Ahnef b. Kays’a yenilip geri çekildi. Horasan ve Tohâristan’da bazı şehirler Türkler tarafından zaptedildi. Abdullah b. Âmir bölgeyi tekrar fethetti. Bu sırada Kuzey Azerbaycan ve Dağıstan’da Hazarlar, Cürcân’da Sûl Türkleri (Sûlîler), Sîstan’da Eftalitler ve Halaçlar, Bâdegīs’te Nîzek Tarhan, Tohâristan’da Karluklar’a mensup bir yabgu bulunuyordu. Sâsânîler’in yıkılması ve Göktürk nüfuzunun zayıflaması üzerine Mâverâünnehir ve Hârizm’deki mahallî hânedanlar bağımsızlıklarını ilân ettiler. Hz. Osman döneminde müslüman Arap ordusu Gürcistan, Dağıstan, Azerbaycan ve Arrân’a kadar uzanan toprakları ele geçirdi. Azerbaycan’ın çeşitli yerlerine askerî birlikler yerleştirildi. 31 (651) yılında bütün İran İslâm hâkimiyeti altına girmiş oldu. İslâm ordusunun Türkler’le mücadele ettiği ikinci cephe Kafkasya’dır. Azerbaycan ve İrmîniye’nin fethinden sonra müslüman Araplar Hazar Türkleri ile karşılaştılar (18/639). Hz. Ömer, Sürâka b. Amr’ı Derbend’in fethine memur etti. Abdurrahman b. Rebîa el-Bâhilî kumandasındaki ordu Derbend hâkimi Şehrbârâz ile bir antlaşma yaptı ve Şehrbârâz müslümanlara tâbi olmayı kabul etti (22/643). Abdurrahman b. Rebîa, Hazar topraklarına akınlar düzenledi (24-25/645-646). Hazar başşehri Belencer yakınlarında meydana gelen savaşta Arap ordusu yenilgiye uğradı (32/652-53). Bu olayın ardından İslâm dünyasındaki iç karışıklıklar yüzünden Hazar Türkleri ile Araplar arasında önemli bir savaş meydana gelmediği anlaşılmaktadır.
Emevîler Devri Türk-Arap İlişkileri (661-750). Muâviye b. Ebû Süfyân hilâfeti ele geçirince yeni bir fetih harekâtı başlattı. Sîstan’ın zaptına memur edilen Abdurrahman b. Semüre Kâbil, Belh ve Büst gibi şehirleri ele geçirdi (43/663). Abdullah b. Sevvâr, Sind bölgesinde fetihlere girişti, ancak Türkler karşısında mağlûp olunca yerine Mühelleb b. Ebû Sufre getirildi. Mühelleb, Türkler’i yenerek bölgeye hâkim oldu (44/664). Basra Valisi Ziyâd b. Ebîh, Horasan ve Sîstan’a daha planlı bir askerî harekât başlattı. Kûfe ve Basra’dan yaklaşık 50.000 kişiyi Horasan’ın Merv, Herat, Nîşâbur gibi şehirlerine yerleştirdi. Hakem b. Amr el-Gıfârî, Ceyhun nehrini geçip Sagāniyân’a (Çagāniyân) kadar ilerledi ve III. Yezdicerd’in oğlu Fîrûz’u yenilgiye uğrattı. Mühelleb de Türkler karşısında yeni başarılar kazandı. Horasan’ın yeni valisi Rebî‘ b. Ziyâd el-Hârisî, Belh’te çıkan bir isyanı bastırdıktan sonra Kuhistan’a bir sefer düzenledi. Bölgede Eftalit Türkleri’ni mağlûp ederek Ceyhun nehrine kadar ilerledi. Burada Türk Hükümdarı Nîzek Tarhan’ı yendi. Âmül gibi bazı şehirleri fethedip Hârizm’e kadar ulaştı. Böylece Horasan ve Tohâristan topraklarının büyük bir kısmı Emevîler’in egemenliğini tanımış oldu. Ubeydullah b. Ziyâd 54 (674) yılında Beykent’i ele geçirerek Buhara üzerine yürüdü. O sırada Buhara’yı Türk Hükümdarı Bîdûn’un dul eşi Kabaç Hatun yönetiyordu. Kabaç Hatun çevredeki Türkler’den yardım istediyse de Türk birlikleri Ubeydullah karşısında tutunamadı ve 1 milyon dirhem vergi vermek suretiyle Ubeydullah’la anlaşma yaptı. Ubeydullah daha sonra 2000 Türk savaşçı ile Basra’ya döndü; bunlar Basra’da bir isyanın bastırılmasında görev aldı. 56 (676) yılında Horasan valiliğine tayin edilen Saîd b. Osman, Semerkant’a bir sefer düzenledi. Soğd, Kiş ve Nesef halkı topraklarını korumak amacıyla seferber olunca Kabaç Hatun da onlara katıldı, ancak Saîd b. Osman Türk birliklerini bozguna uğrattı. Kabaç Hatun rehineler gönderdi ve itaat arzettiğini bildirdi (57/677). Saîd, Buhara’yı alarak Semerkant’a yöneldi. Ağır kayıplar veren Semerkantlılar kendisiyle anlaştılar. I. Yezîd devrinde Horasan Valisi Selm b. Ziyâd, Semerkant ve Hârizm üzerine yürüyünce (61/680-81) Kabaç Hatun ve Mâverâünnehir’in diğer şehirlerindeki Türkler birlikte harekete geçtilerse de Selm Buhara’ya girmeye muvaffak oldu ve Kabaç Hatun onunla yeni barış antlaşması yaptı. Abdülmelik b. Mervân devrinde Tirmiz’i ele geçiren Mûsâ b. Abdullah b. Hâzim Türkler, Eftalitler ve Tibetliler’den oluşan bir orduyu mağlûp etti; bölge halkı ona itaat arzederek vergi ödemeyi kabul etti.
78 (697) yılında Horasan valisi tayin edilen Mühelleb b. Ebû Sufre’nin faaliyetleri başarısızlıkla sonuçlandı. Onun 82’de (702) ölümünün ardından oğlu Yezîd de yaptığı seferlerden sonuç alamadı ve görevden uzaklaştırıldı. I. Velîd döneminde Horasan valiliğine getirilen Kuteybe b. Müslim Belh’te çıkan isyanı bastırdı (86/705). Ceyhun nehrini geçip Sagāniyân’a yöneldiğinde Sagāniyân hükümdarı bağlılığını bildirdi. Kuteybe’nin hedefi Türkler’in hâkimiyetindeki Tohâristan ve Mâverâünnehir’i fethetmekti. Mâverâünnehir seferine çıkmadan önce Tohâristan eyaletinin hâkimi Nîzek Tarhan’a elçi gönderip hâkimiyetini tanımasını ve müslüman esirleri serbest bırakmasını istedi. Teklifi kabul eden Nîzek Merv’e hareket etti ve aralarında barış yapıldı. Kuteybe, Beykent halkının isyanı üzerine geri dönüp şehri geri aldı ve bol miktarda ganimet ele geçirdi (89/708). Ardından Buhara üzerine yürüyen Kuteybe bir sonuç alamayınca Merv’e döndü. Ertesi yıl tekrar Buhara’ya yürüdü ve şiddetli muhasaradan sonra Buhara’da İslâm hâkimiyeti sağlandı. Kuteybe’nin Buhara’dan ayrılmasının ardından Tohâristan hâkimi Nîzek, Araplar’a karşı ortak bir harekâta karar verdiyse de müttefikleri Kuteybe’ye itaat arzedince kaçarak bir kaleye sığındı. Kuteybe onu yakalayıp Haccâc’ın emriyle idam ettirdi. Buhara’ya hareket eden Kuteybe şehrin bir kısmına Araplar’ı yerleştirdi. 92 (710-11) yılında Sicistan seferine çıktı ve Zâbülistan Hükümdarı Rutbîl ile haraç vermesi şartıyla barış yapıldı. Ertesi yıl Hârizmşah ile bir antlaşma yapan Kuteybe barışı bozan Soğd üzerine yürüyüp bölgenin merkezi Semerkant’ı kuşatınca Semerkant hâkimi Emevî hâkimiyetini tanıdı. Semerkant’ın fethiyle Araplar’ın Mâverâünnehir’deki hâkimiyetleri tamamlandı. Kuteybe 20.000 kişilik bir orduyla yeni bir sefere çıktı (94/713). Şâş, Hucend ve Fergana’nın bir kısmını ele geçirdi, İsbîcâb’a kadar ilerledi; ancak Haccâc’ın ölümüyle (95/714) fetih harekâtını durdurdu. Halife I. Velîd kendisini müstakil bir vilâyet haline getirilen Horasan’a vali tayin etti. Ardından Kuteybe bazı seferler düzenlediyse de Halife Velîd’in ölüm haberini alınca yeni halife Süleyman b. Abdülmelik’e isyan etti ve isyan sırasında öldürüldü (96/715).
Türgiş Hakanı Su-lu Han’ın Semerkant’a sevkettiği ordu Horasan valisini yenilgiye uğratmasına rağmen şehri muhasara edemeden geri döndü. Horasan valiliğine getirilen Saîd b. Amr el-Haraşî zamanında Türgiş hakanını destekleyen Türkler zulme uğradılar ve yurtlarını terkettiler. Saîd kaçanları takip ederek Hucend’de kılıçtan geçirdi (103-104/721-722). Bu olaylar Türkler’in Araplar’a karşı düşmanca duygular beslemesine yol açtı. Horasan valiliğine tayin edilen Müslim b. Saîd 105 (723-24) yılında Fergana’yı ele geçirmek maksadıyla Taşkent üzerine yürüdü, fakat Su-lu Han’ın mukavemeti karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Türk askerleri Seyhun nehri kıyısında kendilerine yetişti. “Yevmü’l-atş” denilen savaşta Araplar ağır kayıplar verdiler. Bunun ardından Mâverâünnehir’deki Emevî hâkimiyeti oldukça sarsıldı. Türkler Esed b. Abdullah el-Kasrî’nin valiliği döneminde Mâverâünnehir’de yer yer üstünlüğü ele geçirdiler. Hişâm b. Abdülmelik, Türgiş Hakanı Su-lu Han’a bir elçilik heyeti gönderip kendisini İslâm’a davet etti. Hakan, İslâmiyet’i kabul ettiği takdirde halkının geçim sıkıntısı çekeceğini söyleyerek bu teklifi geri çevirdi.
Emevîler’le Hazarlar arasındaki mücadele Velîd b. Abdülmelik devrinde başladı. Mesleme b. Abdülmelik 91 (710) yılında Hazarlar üzerine bir sefer düzenleyip Derbend’e kadar ilerledi. 95’te (714) iki sefer daha yaptı. Fetih harekâtında önceki halifelerden farklı bir siyaset takip eden Ömer b. Abdülazîz, Mâverâünnehir ve Türkistan’da ganimet amacıyla yapılan fetihleri durdurdu. Horasan Valisi Yezîd b. Mühelleb’i azlederek yerine Cerrâh b. Abdullah el-Hakemî’yi tayin etti. Hazarlar’ın İrmîniye ve Azerbaycan’da çok sayıda müslümanı esir almaları ve birçok kişiyi öldürmeleri üzerine halife, Hâtim b. Nu‘mân el-Bâhilî’yi Hazarlar’la mücadele etmek için görevlendirdi; Hâtim, Hazarlar’la yaptığı mücadeleyi kazandı. Arap yöneticilerinin insanları İslâm’dan uzaklaştıran uygulamalarına ve haksız vergilere son vermek isteyen Ömer b. Abdülazîz, Vali Cerrâh b. Abdullah’tan İslâmiyet’i kabul edenlerden cizye vergisini kaldırmasını istedi. Mâverâünnehir’deki çeşitli hükümdarlara İslâm’a davet mektupları yolladı. Yeni siyaset kısa sürede sonuç verdi ve Mâverâünnehir halkı İslâm’a girmeye başladı. Ömer b. Abdülazîz, Cerrâh b. Abdullah’tan sonra Horasan valiliğine Abdurrahman b. Nuaym’ı getirdi. Abdurrahman’ın ılımlı politikasından yararlanmayı düşünen Semerkant hükümdarı ile Mâverâünnehir’in diğer hükümdarları Çin’e bir heyet gönderip imparatordan askerî yardım talep ettilerse de bu yardım gerçekleşmedi.
Ömer b. Abdülazîz’in ölümünden (101/720) sonra yöneticilerin Arap olmayan müslümanlara karşı uyguladıkları siyaset birçok şehirde isyanlara yol açtı. Türkler’in de bu isyanları desteklemesi üzerine Horasan Valisi Eşres b. Abdullah olaylara müdahale etti; fakat Ceyhun nehri kıyısındaki savaşta Türk birlikleri karşısında yenilgiye uğrayıp Beykent’e çekildi. Buhara’ya giden Eşres yol boyunca Türkler’in saldırılarına mâruz kaldı. Eşres, Buhara’yı uzun süre muhasara etti ve halifenin yolladığı takviye kuvvetleri sayesinde şehirdeki isyan bastırıldı. Horasan valiliğine tayin edilen Cüneyd el-Mürrî de 112 (730) yılında çeşitli şehirlerde başlayan isyanları bastırmakla uğraştı. Semerkant’taki ordunun kumandanı Sevre b. Hürr’ün yardım talebi üzerine Semerkant’a hareket eden Cüneyd şehre girmeyi başardı. Ardından Türkler, Buhara’ya yürüdülerse de Cüneyd’in yardıma gitmesiyle geri çekilmek zorunda kaldılar. Cüneyd’in Horasan valiliğinden ayrılmasından sonra çeşitli sebepler yüzünden Mâverâünnehir’de İslâm hâkimiyeti zayıfladı. Âsım b. Abdullah’ın yerine getirilen Esed b. Abdullah el-Kasrî, Tohâristan ve Huttel’deki karışıklıklara son vermek istedi; ancak Ceyhun nehri kıyısında Türkler’in saldırılarına uğrayıp ağır kayıplar verdi (118/736). Esed b. Abdullah’ın ölümünün ardından Horasan valiliğine Nasr b. Seyyâr getirildi. Türkler’le iyi ilişkiler kuran Nasr, Semerkant’tan 122’de (740) Şâş’a yürüyerek Bağa Tarkan ile savaşa girdi; Tarkan esir alınıp öldürüldü; Şâş hâkimi itaat arzetti ve Mâverâünnehir’deki Türk baskısı azaldı. Nasr döneminde Tarâz’a kadar uzanan topraklarda Arap hâkimiyeti kökleşti.
Öte yandan 114 (732) yılında el-Cezîre, İrmîniye ve Azerbaycan valiliğine getirilen Mervân b. Muhammed (II. Mervân) Hazarlar’a karşı yürüyüp bazı şehirleri ele geçirdi ve akınlar düzenledi. 119’da (737) 150.000 kişilik bir orduyla Semender’e doğru yola çıkan Mervân b. Muhammed Hazar ülkesine girdi. Hazar hakanı, başkumandanı Tarhan’ı 40.000 kişilik bir orduyla Emevî kuvvetlerine karşı sevketti. Hazar ordusu mağlûp olarak geri çekilince hakan barış teklifinde bulundu. Hazar Türkleri’ne İslâmiyet’i öğretmek için Nûh b. Sâbit el-Esedî ile Abdurrahman el-Havlânî adlı iki âlim bölgeye gönderildi. Emevîler’in Arap olmayan müslümanlara (mevâlî) ikinci sınıf insan muamelesi yapmaları 129 (747) yılında Horasan’da büyük bir ayaklanmanın başlamasına yol açtı. Bu isyanlara Ebû Müslim-i Horasânî önderlik ediyordu. İsyan Emevî hânedanının yıkılması ve Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle sonuçlandı.
Abbâsîler Devri Türk-Arap İlişkileri (750-1258). Abbâsîler devrinde Türk topraklarına karşı düzenlenen fetih harekâtı hızını kaybetti. 751 Temmuzunda Araplar’la Çinliler arasında meydana gelen Talas Savaşı, Türkler’in İslâmiyet’i kabulünde önemli bir etken oldu. Türkler’in Araplar’ın yanında yer aldığı bu savaşın ardından Çin artık bir tehdit unsuru olmaktan çıktı. Batı Türkistan’da sarsılan Türk nüfuzu yeniden tesis edildi. Câhiz, Türkler’i hizmetine alan ilk Abbâsî halifesinin Ebû Ca‘fer el-Mansûr (754-775) olduğunu söyler. İbnü’l-Esîr de Ebû Ca‘fer’in, oğlu Mehdî’den Abbâsîler’in iktidara gelmesinde büyük katkıları olan Horasan halkıyla yakından ilgilenmesini istediğini kaydeder. İslâmiyet’i kabul eden Türkler’in Mansûr devrinde Bağdat’ta konuşlandırılan askerî birlikler arasına yerleştirildiği tahmin edilmektedir. Mübârek et-Türkî’nin Halife Mehdî-Billâh ve Hâdî-İlelhak devirlerinde görev aldığı, Kazvin yakınlarında Medînetümübârek adıyla yeni bir yerleşim merkezi kurduğu belirtilmektedir. 139’da (756-57) Malatya’ya yerleştirilen Horasanlı askerler arasında muhtemelen Türkler de vardı. 141-142 (758-759) yıllarında Adana’ya da Horasanlı birlikler yerleştirildi. 162’de (778-79) Hasan b. Kahtabe’nin Bizans’a karşı düzenlediği seferde Horasan askerleri de bulunuyordu.
Halife Ebû Ca‘fer el-Mansûr devrinde Azerbaycan Valisi Yezîd b. Esîd ile evlenen Hazar prensesinin şüpheli ölümü yüzünden Hazarlar’la Abbâsîler arasındaki ilişkiler bozuldu. Hazar hakanı Araplar’a karşı ordular sevketti ve onlara ağır kayıplar verdirdi. Hazar ordusu daha sonra Kafkas dağlarını aşıp İslâm hâkimiyetindeki topraklara girdi. Takviye birlikleri gönderilmesine rağmen Yezîd b. Esîd kumandasındaki Arap ordusu bozguna uğradı. Bunun üzerine halife gönüllülerden oluşan büyük bir orduyu Hazarlar’a karşı sevketti. Sınırlarda kaleler inşa edilip gerekli savunma tedbirleri alındı. Hazarlar aldıkları ganimetlerle geri döndüler. Halife Mehdî-Billâh, Türkistan hanlarına elçiler gönderip onları İslâm’a davet etti; bunların bir kısmı müslüman oldu. Ya‘kūbî, Karluk yabgusunun bu vesileyle İslâm’a girdiğini söyler. İbnü’l-Esîr de Mehdî-Billâh döneminde Oğuzlar’ın bir kısmının İslâmiyet’i kabul ettiğini kaydeder. Şâş halkı III. (IX.) yüzyılda Müslümanlığı benimsedi. Hindistan’dan Hârûnürreşîd’e gönderilen elçilik heyeti halifenin huzuruna çıktığında Türk askerlerinin sarayda yer aldığının kaydedilmesi Hârûnürreşîd’in muhafız birlikleri arasında Türkler’in de bulunduğunu göstermektedir. Herseme b. A‘yen 171’de (787) Ebû Süleym Ferec et-Türkî’yi Tarsus’un tahkimiyle görevlendirdiğinde buraya yerleştirilen askerî birlikler içinde 3000 kişilik Horasan kuvvetleri de vardı. Ayrıca Ön Asya’daki büyük şehirlerde müslüman Türkler bulunuyordu. Bunların bir kısmı ülkelerine döndü, bir kısmı da kendilerine değer veren Halife Mu‘tasım-Billâh’ın hizmetinde kaldı.
Halife Me’mûn, Türkler’i askerî kabiliyetleri ve sağlam karakterleri sebebiyle Arap ve İranlı askerlere karşı bir güven ve denge unsuru olarak hizmetine almaya karar verdi. Onun döneminde kardeşi Mu‘tasım-Billâh Türkistan’dan Türk gulâmları getirtti; Me’mûn’un hizmetinde yaklaşık 3000 Türk askeri görev yapıyordu. Horasan Valisi Abdullah b. Tâhir bölgenin haracını Bağdat’a gönderirken Oğuzlar’a mensup 2000 esiri de yollamıştı. Bunlar arasında Tolunoğulları hânedanının kurucusu Ahmed’in babası Tolun da vardı. Me’mûn’un Merv’den Bağdat’a dönmesinden sonra hilâfet ordusundaki Türkler’in sayısında büyük artış oldu ve Me’mûn bazı isyanların bastırılmasında Türk kumandanlardan yararlandı. Mu‘tasım-Billâh, 4000 Türk askeriyle yola çıkıp Mısır’daki bir isyanı bastırdı. Me’mûn’un 218 (833) yılında ölümü üzerine yerine kardeşi Mu‘tasım-Billâh’ın halife olmasında Afşin, Eşnâş, Boğa el-Kebîr ve İnak et-Türkî gibi kumandanlar önemli rol oynadı.
Mu‘tasım-Billâh döneminde hilâfet ordusunda görev alan Türkler’in sayısının 20-25.000 civarında olduğu, bunların nüfusunun aileleriyle beraber 70.000’e yaklaştığı söylenebilir. Türkler’in sayı ve nüfuzlarının artması yerli halkı rahatsız etmeye başlayınca Mu‘tasım-Billâh hilâfet merkezini nakletmek için Sâmerrâ şehrini kurdurdu. Böylece Türk hâkimiyetinin zirvede olduğu Sâmerrâ devri (836-892) başladı. Öte yandan Türkler’in siyasî ve idarî sahada da önemli görevler üstlenmesi halifeleri onlara karşı tedbir almaya sevketti. Neticede halifeler askerî ve siyasî kudretlerini, Türk birlikleri de sayıca üstünlüklerini ve nüfuzlarını kaybettiler. Mütevekkil-Alellah, Abbâsî devlet adamlarının muhalefetine rağmen Türkler’in desteğiyle hilâfet makamına geçti. Bununla birlikte Türkler’e hep kuşku ile baktı; onun döneminde devletin en güçlü adamlarından İnak et-Türkî bir hileyle öldürüldü. Mütevekkil-Alellah, Türkler’i muhafız birliklerinden uzaklaştırmaya, sayılarını azaltmaya, onların yerine orduya başka unsurlar almaya başladı. Halifenin bu faaliyetlerinden rahatsız olan Türkler onu öldürmeye kalkışınca Boğa el-Kebîr buna engel oldu. Daha sonra Boğa es-Sagīr, Mûsâ b. Boğa el-Kebîr, Hârûn b. Suvâr Tegin, Bâgir et-Türkî gibi kumandanlar Mütevekkil’i katledip iktidarı tamamen ele geçirdiler (247/861).
Mütevekkil’den sonra hilâfet makamına yine Türkler’in desteğiyle Müntasır-Billâh geçti. Müntasır’ın ertesi yıl muhtemelen Türkler tarafından zehirlenerek öldürülmesi üzerine Müstain-Billâh halife seçildi. Müstain, Vasîf et-Türkî ile Boğa’nın kontrolü altındaydı. Sonunda hilâfetten çekildi ve Mu‘tez-Billâh halife ilân edildi (252/866). Maaşlarının ödenmemesini bahane ederek ayaklanan Türk askerleri onu da hilâfetten çekilmek mecburiyetinde bıraktılar. Mu‘tez-Billâh’ın yerine halife olan Mühtedî-Billâh, devlet yönetiminde Türk nüfuzunu kırıp halifeliğe eski itibarını kazandırmak istediyse de başarılı olamadı. Mu‘temid-Alellah devrinde de Türk nüfuzu devam etti. 279’da (892) hilâfet merkezinin Sâmerrâ’dan tekrar Bağdat’a nakledilmesi Abbâsî Devleti’nde Türk nüfuzunun zayıflamasına yol açtı. Ardından Halife Râzî-Billâh, İbn Râiḳ el-Hazerî’yi emîrü’l-ümerâ tayin edince Türk nüfuzu yeniden kuvvetlendi. Bu durum Beckem ve Tüzün’ün emîrü’l-ümerâ oldukları dönemde devam etti.
Türkler’in Kitleler Halinde İslâmiyet’i Kabulü. Türkler’le müslüman Araplar’ın yıllarca devam eden siyasî ve askerî mücadelelerinin yerini büyük ölçüde barış ve sükûna bırakması İslâmiyet’in Türkler arasında hızla yayılmasına zemin hazırladı. Eski Türkler birtakım güçlere inanmakla birlikte asıl bozkır inancı semavî bir mahiyet arzeden, göktanrı dini denilen inanç sistemiydi. Hükümdarlar zaferleri göktanrının inâyetiyle kazandıklarına inanıyorlardı. Türkler’in millî bünyelerine ve karakterlerine uyan İslâm dinini kabul etmeleri, onlara yeni bir atılım gücü kazandırdığı gibi millî varlıklarını muhafaza etmelerinde de önemli rol oynadı. Türkler’in İslâmiyet’i kabulü kavimler göçü ve Haçlı seferleriyle birlikte Ortaçağ’a damgasını vuran üç büyük olaydan biridir. Bu konuda farklı görüşler ileri sürülmekle birlikte Türkler kılıç zoruyla değil kendi istek ve iradeleriyle, çok karmaşık faktörlerin etkisiyle İslâmiyet’i benimsemiştir.
İslâmiyet, bilindiği kadarıyla Türkler arasında ilk defa Kuteybe b. Müslim döneminde Mâverâünnehir bölgesinde yayılmaya başladı. Ancak Emevîler’in, daha fazla cizye almak maksadıyla Horasan ve Tohâristan halkının müslüman olmasını istemediklerine dair rivayetler de vardır. İslâmiyet’i seçen zayıf ve yoksul insanlar hem Emevî idarecilerin hem mahallî beylerin baskısı altında kalıyordu. Süleyman b. Abdülmelik döneminde Horasan valisi olan Yezîd b. Mühelleb, Dihistan’ı fethedip Sul-Tegin’i sığındığı kalede muhasara altına aldı. Sul-Tegin bir süre sonra halifenin huzurunda müslüman olmak istediğini bildirdi ve Sul-Tegin halifenin huzuruna gönderildi. Sul-Tegin, Medine’ye gidip Hz. Muhammed’in kabrini ziyaret etti ve müslüman olduğunu orada açıkladı. Onun İslâm’ı kabulüyle ona tâbi birçok kişi de bu dini benimsemiş olmalıdır. Yezîd b. Mühelleb, Cürcân şehrinde kırk kadar mescid ve Cürcân’ın kuzeyindeki gayri müslim Türkler’e karşı bir set yaptırdı. Ömer b. Abdülazîz bütün tebaaya eşit muamele etme esasına dayanan bir siyaset takip edince İslâmiyet özellikle Mâverâünnehir bölgesindeki Türkler arasında hızla yayılmaya başladı. Onun ardından devletin eski politikasına dönülmesi ve Türgiş Kağanlığı’nın Araplar’la mücadeleye girişmesi Mâverâünnehir’de İslâm’ın yayılışını tehlikeye soktu. Horasan Valisi Eşres b. Abdullah, Türkler arasında İslâmiyet’in yayılması için çalıştı ve bazı kişileri Semerkant civarında halkı İslâm’a davet etmekle görevlendirdi; ayrıca Belh’te bir cami inşa ettirdi.
Bütün müslümanların eşitliğini savunan Mürcie mezhebi, bir bakıma Arap olmayan müslüman unsurların temsil ettiği bir zihniyet ve bir fırka olarak ortaya çıktı. İslâmiyet’in Horasan ve Mâverâünnehir’de Türkler arasında yayılmasında hoşgörüyü ve adaleti savunan bu mezhebin büyük katkısı vardır. Mürcie, Horasan ve Mâverâünnehir’de yeni müslümanlar arasında çok sayıda taraftar kazandı. Türkler’in Mâtürîdîliği benimsemesi de Mürcie’nin uzlaşmacı tavrı sayesinde mümkün oldu (DİA, XXXII, 41-44). Abbâsîler’in iktidara gelmesiyle mevâlîye karşı izlenen politikanın değişmesi Horasan ve Mâverâünnehir’de İslâmiyet’in yayılmasına bir ivme kazandırdı. Halife Mehdî-Billâh Soğd, Tohâristan, Fergana, Üsrûşene, Karluk, Dokuz Oğuz (Uygurlar) ve diğer bazı Türk hükümdarlarına elçiler gönderip onları İslâmiyet’e davet etti. Halife Me’mûn, Mâverâünnehir’de hâkimiyet tesis ettikten sonra özellikle Türk hükümdar aileleri arasında İslâmiyet’in yayılmasına özen gösterdi, Müslümanlığı kabul edenler ödüllendirildi. Halife Mu‘tasım-Billâh’ın gayretleri neticesinde Mâverâünnehir’de İslâmlaşma süreci tamamlandı.
İslâm dininin Türkler arasında asıl yayılması Sâmânîler dönemine rastlar. Sâmânî Hükümdarı İsmâil b. Ahmed 893 yılında Karluklar’ın başşehri Talas’a bir sefer düzenledi, şehri zaptettikten sonra büyük kiliseyi camiye çevirdi. Sâmânî başşehri Buhara’da, ayrıca Özkent, Taşkent ve Sayram’da, Otrar’da (Fârâb-Karacuk) cami-mescidler, türbe ve ribâtlar inşa edildi. İslâmiyet’i kabul eden Türkler, diğer müslüman kavimlerle birlikte gayri müslim Türkler’e karşı cihad harekâtına katıldı. Sâmânîler’in Mâverâünnehir’den gelen göçmenlere yakın ilgi göstermeleri ve onları yeni kurulan şehirlere yerleştirmeleri Türkler arasındaki İslâmiyet’in yayılmasına katkı sağladı. Yenikent, Cend ve Huvâre gibi şehirlerle Talas şehri arasında ticarî münasebetler, Türkler’in İslâmiyet hakkında bilgi edinmelerine ve müslümanları daha yakından tanımalarına zemin hazırladı. Horasan ve Mâverâünnehir’de İslâmiyet’in yayılmasında sûfîlerin de önemli rolü vardır. Şakīk-ı Belhî, Türkler’le görüşerek onların İslâmiyet’i seçmelerinde etkili oldu. İbrâhim b. Edhem de Türkler arasında İslâm’ı yaymak için çalıştı.
IX. yüzyılın sonlarında Ya‘kūb b. Leys, Kâbil ve Gazne’deki Türk beylerini mağlûp ederek bölgeye İslâmiyet’i getirdi. X. yüzyıl başlarında Kâbil ve Gazne’de hüküm süren Türk-Şâhîler Devleti’nin yıkılmasının ardından Amuderya ile Sind arasında yaşayan Türk boyları İslâm’ı kabul etmeye başladı. Ordu şehrinin Türk hükümdarı da Müslümanlığı seçti. Balasagun ile Talas’ın doğusunda bulunan Mirki kasabasında yaşayan Oğuzlar kalabalık gruplar halinde müslüman oldu. Gazne ve Gur bölgesinde yaşayan Halaç Türkleri de İslâmiyet’i benimsedi. Sind’e ve Hindistan’a giren Türkler bu bölgelerde devletler kurup İslâmiyet’i yaydılar. XI. yüzyıldan itibaren bölgede Türk (Turuşka) adı müslüman kelimesiyle eş anlamlı olarak kullanıldı. Türkler arasında İslâmiyet’i resmî din kabul eden ilk devlet İdil (Volga) Bulgar Devleti’dir. 922’de İslâm’a giren Bulgar Hükümdarı Yeltever (İlteber) Almış, Abbâsî Halifesi Muktedir-Billâh’a bir elçilik heyeti gönderip kendisinden İslâm dinini öğretecek din âlimleri, cami ve kale yapımına yardımcı olacak ustalar istedi; Halife Muktedir bu istekleri karşıladı. İbn Fadlân’ın Seyâḥatnâme’de verdiği bilgilerden İslâmiyet’in IX. yüzyıldan itibaren İdil Bulgarları arasında yayıldığı anlaşılmaktadır. Bunda Hârizmli tüccarlar önemli rol oynamıştır. X. yüzyılda Hazar hakanının Mûsevî olmasına rağmen diğer din mensuplarına hoşgörüyle muamele ettiği, bu dönemde İdil’de çok sayıda caminin bulunduğu ve 10.000 kadar müslümanın yaşadığı kaydedilmektedir.
Karahanlılar, Gazneliler ve Selçuklular’ın İslâmiyet’i Kabulü. Karahanlılar, 893’te Sâmânîler karşısında yenilgiye uğrayarak merkezleri Talas şehrini onlara terkedip Kâşgar’a çekilmek zorunda kaldılar. Sâmânî hânedanı mensupları arasında başlayan mücadele sırasında şehzadelerden Ebû Nasr b. Mansûr kardeşinden kaçarak Kâşgar’a sığındı ve Karahanlı Hükümdarı Oğulçak tarafından misafir edildi. Oğulçak, Artuç ilinin idaresini ona verince Ebû Nasr bir mescid yapmak için yer istedi. Oğulçak’ın yeğeni Satuk da, Artuç’a gittiğinde Nasr tarafından misafir edildi; burada âlim ve sûfîlerin etkisiyle maiyetiyle birlikte müslüman oldu (920-921 veya 944-945). İbnü’l-Esîr rüyasında gökten inen bir kişinin kendisine Türkçe olarak, “Müslüman ol ki dünya ve âhirette selâmet bulasın” dediğini, onun da rüyasında İslâmiyet’i kabul ettiğini ve sabah olunca müslüman olduğunu herkese açıkladığını söyler (el-Kâmil, XI, 82). Abdülkerim adını alan Satuk Buğra Han, Kâşgar ve Atbaşı’nı fethedip Artuç’ta bir mescid yaptırdı ve Karahanlılar’ın batıdaki topraklarında İslâmiyet’in yayılması için çalıştı. Satuk Buğra Han’ın müslüman olması ve Karahanlılar’ın İslâmiyet’i kabulü Orta Asya Türkleri’nin tarihini etkileyen büyük bir hadisedir. Ahmed Yesevî’nin VI. (XII.) yüzyılda İslâmiyet’in Türk toplulukları arasında yayılmasında büyük etkisi oldu. İkinci büyük müslüman Türk devleti Gazneliler, Sâmânîler’in kumandanlarından Alptegin tarafından kuruldu. Gazneli Mahmud, Hindistan’a birçok sefer düzenleyerek bölgede İslâmiyet’in yayılmasında önemli rol oynadı.
X. yüzyılda çeşitli ülkelerden Oğuzlar’ın hâkimiyetindeki şehirlere gelen müslüman tâcirlerin, derviş ve şeyhlerin gayretleri sonucu İslâmiyet, Türkler arasında büyük bir hızla yayıldı. İbnü’l-Esîr, 349 (960) yılında 200.000 çadırdan oluşan Türk topluluğunun müslüman olduğunu kaydeder (a.g.e., VIII, 532). X. yüzyılda Oğuz Yabgu Devleti’nde ordu kumandanı olan Selçuk Bey, Oğuz yabgusu ile aralarında çıkan ihtilâf yüzünden Oğuzlar’ın kışlık merkezi Yenikent’ten ayrılıp Türk ülkeleriyle İslâm ülkeleri arasında bir uç şehri olan Cend’e göç etti. Kalabalık Türk kitlelerinin İslâmiyet’i seçtiği bu dönemde Selçuk’un burada 375 (985) yılında İslâmiyet’i kabul etmesi Türk tarihinde bir dönüm noktasıdır. Selçuk Bey, Buhara ve Hârizm’den davet ettiği din adamları vasıtasıyla Oğuzlar arasında İslâmiyet’in yayılmasını sağladı ve Oğuzlar’ın büyük çoğunluğu XI. yüzyılın başlarında Müslümanlığı benimsedi. 435’te (1043-44) Balasagun ve Kâşgar civarında 10.000 çadırdan meydana gelen (yaklaşık 50-60.000 kişi) Türk topluluğunun da müslüman olmasıyla Türkler’in büyük çoğunluğunun İslâmiyet’i kabul ettiği söylenebilir. Kıpçak bozkırlarındaki İslâmlaşma süreci ise XIV. yüzyıla kadar devam etti. İslâmiyet, Doğu Türkistan’da Uygurlar arasında XIV. yüzyıldan itibaren büyük bir hızla yayıldı ve XV. yüzyılın sonlarında Uygurlar’ın tamamı İslâm’a girdi.
Türkler’i İslâm Dinini Kabule Sevkeden Sebepler. Müslüman Araplar’ın Türkistan’da hâkimiyet kurabilmeleri için Türkler’in mutlaka İslâmiyet’i benimsemesi gerekiyordu. Bunu gerçekleştirmek amacıyla siyasî-askerî her yola başvuran Haccâc’ın ve Kuteybe’nin gayretleri sonucunda Mâverâünnehir’de Türk beylerinin hâkim olduğu şehirler İslâm hâkimiyeti altına alındı. Kuteybe döneminde İslâmiyet’i kabul etmeye başlayan Türkler’in büyük kitleler halinde İslâmiyet’i benimsemesi IV. (X.) yüzyılda gerçekleşmiştir. Abdülkadir İnan, Türkler’in İslâm’a karşı değil Arap istilâsına karşı mücadele verdiklerini ve bu mücadelenin sona ermesiyle müslüman olduklarını söyler (Makaleler ve İncelemeler, s. 463). Türk toplulukları arasında İslâmiyet’in yayılmasının fetihlerin yanı sıra dinî, siyasî, sosyal, ekonomik ve kültürel birçok faktöre bağlı olduğu söylenebilir. Bunun yanında ticarî münasebetler, din âlimlerinin, sûfîlerin telkin ve tavsiyeleri gibi sebepler de etkili olmuştur. Ayrıca hakanların ve kumandanların İslâm’ı benimsemesi halkın da müslüman olmasını sağlamıştır. Öte yandan İslâm dininin ortaya koyduğu esaslarla Türkler’in inanç sistemi arasında bir uyumun varlığı da onları İslâm’a yaklaştırmıştır. Türkler’in İslâm dinine geçişlerinin bu din kendi karakterlerine uygun düştüğü için âdeta farkına varılmadan tabii bir seyir içinde gerçekleştiği söylenebilir. Nitekim XII. yüzyılda yaşayan Süryânî tarihçisi Mikhail, “Türk milleti tek tanrıya inanmaktaydı, Araplar’ın da tek Allah’a inanmaları onların İslâmiyet’i kabul etmelerine sebep olmuştur” sözleriyle bu gerçeği dile getirmiştir.
BİBLİYOGRAFYA
Müsned, V, 40.
Câhiz, Hilâfet Ordusunun Menkıbeleri ve Türklerin Fazîletleri (trc. Ramazan Şeşen), Ankara 1967.
Ya‘kūbî, Târîḫ, II, 435-436.
Belâzürî, Fütûh (Fayda), tür.yer.
Taberî, Târîḫ (Ebü’l-Fazl), I-X, tür.yer.
İbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, tür.yer.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, I-XII, tür.yer.
G. le Strange, The Lands of the Eastern Caliphate, Cambridge 1905, tür.yer.
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar (haz. Orhan F. Köprülü), Ankara 2003.
W. Eberhard, Çin Tarihi, Ankara 1947, tür.yer.
J. Wellhausen, İslâm’ın En Eski Tarihine Giriş (trc. Fikret Işıltan), Ankara 1960.
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler), Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, Ankara 1967.
D. M. Dunlop, The History of the Jewish Khazars, New York 1967.
Zeki Velidî Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970, I.
a.mlf., “İbn al-Fakih’in Türkler’e Ait Haberleri”, TTK Belleten, XII/45 (1948), s. 11-16.
T. W. Arnold, İntişâr-ı İslâm Tarihi (trc. Hasan Gündüzler), Ankara 1971.
V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (haz. Kazım Yaşar Kopraman – Afşar İsmail Aka), Ankara 1975.
a.mlf., “Mâverâünnehr”, İA, VII, 408-409.
a.mlf., “Sogd”, a.e., X, 736-737.
Hakkı Dursun Yıldız, İslâmiyet ve Türkler, İstanbul 1976.
a.mlf., “Türklerin İslâm Devleti Hizmetine Girmeleri”, MK, I/3 (1977), s. 32-38.
a.mlf., “İslâmiyet ve Türkler”, Diyanet Dergisi (Hicret özel sayısı), Ankara 1981, s. 285-315.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, Ankara 1977.
İsmail Hami Danişmend, Türk Irkı Niçin Müslüman Olmuştur?, Konya 1978.
Hikmet Tanyu, Türkler’in Dinî Tarihçesi, İstanbul 1978.
a.mlf., İslâmlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı, Ankara 1980.
Emel Esin, İslâmiyetten Önceki Türk Kültür Tarihi ve İslâma Giriş, İstanbul 1978.
a.mlf., “Türkler’in İslâmiyete Girişi”, Tarihte Türk Devletleri, Ankara 1987, I, 287-320.
a.mlf., “Sûlî’ler: İslâm ile Karşılaşan İlk Türkler”, İTED, VII/3-4 (1979), s. 31-86.
R. Grousset, Bozkır İmparatorluğu (trc. M. Reşat Uzmen), İstanbul 1980.
Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1980.
R. Mantran, İslâm’ın Yayılış Tarihi (VII-XI. Yüzyıllar), (trc. İsmet Kayaoğlu), Ankara 1981, tür.yer.
Ebülfazl İzzetî, İslâmın Yayılış Tarihine Giriş (trc. Cahit Koytak), İstanbul 1984.
Zekeriya Kitapçı, Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türkler, İstanbul 1986.
a.mlf., Türkistan’da Müslüman Olan İlk Türk Hükümdarları, İstanbul 1988.
a.mlf., Orta Asya’da İslâmiyetin Yayılışı ve Türkler, Konya 1994.
a.mlf., Hz. Peygamber’in Hadislerinde Türk Varlığı: Selçuklular, Moğollar, Osmanlılar, İstanbul, ts. (Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı).
a.mlf., “Türklerin Müslüman Oluşu”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, IV, 263-270.
a.mlf., “Orta Asya Mahalli Türk Hükümdar ve Aristokratları Arasında İslâmiyet: İlk Müslüman Türk Hükümdarları”, TTK Belleten, LI/201 (1987), s. 1139-1207.
Erol Güngör, Tarihte Türkler, İstanbul 1992.
Turgut Akpınar, Türk Tarihinde İslâmiyet, İstanbul 1993.
Erdoğan Merçil, Müslüman-Türk Devletleri Tarihi, Ankara 1993, tür.yer.
Ramazan Şeşen, “Türklerin İslâmlaşması ve Ortaçağ Arap Dünyasındaki Rolü” (İbn Fadlân, Seyahatname içinde, trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, s. 188-241.
a.mlf., “Eski Araplara Göre Türkler”, TM, XV (1969), s. 11-36.
Muallâ Uydu, Türk-İslâm Bütünleşmesi, İstanbul 1995.
İsmail Aka, “Orta Asya’da İslâmiyet’in Yayılması ve Ahmed Yesevî Sevgisi”, Ahmed-i Yesevî, Hayatı, Eserleri, Fikirleri, Tesirleri (haz. Mehmed Şeker – Necdet Yılmaz), İstanbul 1996, s. 521-532.
Ünver Günay – Harun Güngör, Başlangıçtan Günümüze Türklerin Dinî Tarihi, Ankara 1997.
Abdülkadir İnan, Makaleler ve İncelemeler, Ankara 1998.
Hasan Kurt, Orta Asya’nın İslamlaşma Süreci: Buhârâ Örneği, Ankara 1998.
Meryem Gürbüz, Hazar Müslüman İlişkileri (yüksek lisans tezi, 1998), İÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü.
Ahmet Yaşar Ocak, Türkler, Türkiye ve İslam, İstanbul 1999.
Sönmez Kutlu, Türklerin İslâmlaşma Sürecinde Mürcie ve Tesirleri, Ankara 2000.
a.mlf., “Mürcie”, DİA, XXXII, 41-44.
Nesimi Yazıcı, İlk Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Ankara 2006.
Bekir Biçer, Türklerin İslamlaşma Süreci, Ankara 2007.
Aydın Usta, Şamanizmden Müslümanlığa Türklerin İslamlaşma Serüveni (Sâmâniler Devleti 874-1005), İstanbul 2007.
Fatih M. Şeker, İslâmlaşma Sürecinde Türklerin İslâm Tasavvuru, Ankara 2010.
M. Kmosko, “Araplar ve Hazarlar” (trc. A. Cemal Köprülü), TM, III (1935), s. 133-155.
M. Şemseddin Günaltay, “Selçuklular’ın Horasan’a İndikleri Zaman İslâm Dünyasının Siyasal, Ekonomik ve Sosyal Durumu”, TTK Belleten, VII/25 (1943), s. 59-99.
İsmail Hakkı İzmirli, “Hz. Peygamber ve Türkler”, TTK Bildiriler, II (1943), s. 1013-1044.
Muhammed Hamîdullah, “Çin ile İlk Devir Müslüman Ülkelerinin Temasları” (trc. Yusuf Ziya Kavakcı), İTED, IV/1-2 (1975), s. 142 vd.
Hüseyin G. Yurdaydın, “Türk-İslâm Kültürü’ne Giriş”, Diyanet Dergisi (Hicret özel sayısı), Ankara 1981, s. 249-283.
Özkan İzgi, “Orta Asya’nın Türkleşmesi”, TED, XII (1981-82), s. 627-640.
Ahmet Taşağıl, “Hazarlar”, DİA, XVII, 116-120.
İsmail Yiğit, “Kuteybe b. Müslim”, a.e., XXVI, 490-491.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 474-480 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: Salim Koca
Türk-İslâm Devletleri. Türkler, geniş Orta Asya bozkırlarında ve Orta Asya’nın dışında birçok devlet kurmuşlardır. Bu faaliyetlerini X. yüzyıldan itibaren girmeye başladıkları İslâm medeniyeti çevresinde de göstermişler, hem İslâm ülkelerinde hem İslâm dünyasının çevresinde yeni fethettikleri bölgelerde birçok Türk-İslâm devleti kurmuşlardır. İslâmiyet’ten önceki Türk siyasî teşekkülleri genellikle boy ve topluluk adlarıyla zikredilirken (Hun, Sabar, Avar, Göktürk, Uygur, Kırgız, Kimek, Türgiş, Bulgar, Karluk, Hazar ve Oğuz gibi) İslâmî dönemde kurulanlar bazan devlet kurucusunun veya onun atasının adıyla, bazan hânedanların taşıdığı unvanlarla, bazan da hânedan isimleri ve hükümdarlık unvanlarıyla tanımlanmış, şehir, bölge ve ülke adlarıyla anılmıştır.
İlk Türk-İslâm hânedanları Türkler’in Abbâsî halifeliğinin hizmetinde bulundukları sırada Mısır’da kurulmuştur. Tolunoğulları ve İhşîdîler adıyla tanınan bu devletlerde ordu ve halk Türkler’e değil yerli unsurlara dayandığı için bu teşekküllerin hâkimiyet kurdukları sahalarda Türk kültürü fazla etkili olmamıştır. İktidarın ordu ve halk bakımından tamamen Türk unsurundan meydana geldiği ilk Türk-İslâm devletleri X. yüzyılın başlarında ortaya çıkmıştır. Bunlar İdil Bulgar Hanlığı ve Karahanlı devletleridir. Sosyal yapı, sanat ve hukuk sistemi bakımından da Türk olan bu devletler hânedan mensuplarının ve halkın İslâmlaşmasıyla Türk-İslâm devleti niteliği kazanmıştır. Bunlardan özellikle Karahanlılar, devlet yönetiminde İslâmî kurum ve geleneklere yer vererek Türk-İslâm devletlerine doğru bir köprü vazifesi görmüştür. Daha sonra Gazneliler ile devam eden bu gelişme Selçuklular’ın Orta Asya’dan getirdiği kurum ve gelenekleri Abbâsîler, Sâmânîler ve Gazneliler’den aldıklarıyla kaynaştırıp senteze varmaları sonucunda olgunluk safhasına ulaşmıştır. Karahanlı Devleti 840 yılında Doğu Türkistan’da tarih sahnesine çıkmıştır. Bu devlet mensupları kendilerini İlig Hanlar, Hakāniyye, Âl-i Efrâsiyâb gibi adlarla tanıtmıştır. Sâmânîler Devleti’ne son veren Karahanlı hükümdarları, devletin topraklarını Çin sınırlarından Aral gölüne ve Ceyhun (Amuderya) nehrine kadar genişletmişler, bilhassa Orta Asya’daki Türk topluluklarının İslâmlaşmasında önemli rol oynamışlardır. Hânedan üyelerinin 1043-1046 yılları arasındaki mücadeleleri sonucunda devlet Doğu ve Batı Karahanlılar diye ikiye ayrılmış, her iki Karahanlı Devleti önce Selçuklular’a, ardından Moğol kökenli Karahıtaylar’a tâbi olmuş, 1212 yılında tarih sahnesinden çekilmiştir. Dîvânü lugāti’t-Türk ve Kutadgu Bilig gibi temel eserler Karahanlı kültür çevresinde yazılmıştır. Gazne şehri merkez olmak üzere bugünkü Afganistan ve Pakistan topraklarında Gazneliler Devleti kurulmuştur (977). Devletin en büyük hükümdarı olan Sultan Mahmud özellikle Kuzey Hindistan’a peş peşe düzenlediği on yedi seferle bölgeyi fethetmiş, ülkede İslâmiyet’in yerleşmesini sağlamıştır. 431 (1040) yılındaki Dandanakan yenilgisinin ardından batı İslâm ülkeleriyle bağları tamamen kesilen Gazneliler Devleti, Sultan Sencer’in meliklik döneminde Büyük Selçuklu Devleti’ne bağlanmış, Afgan kökenli Gurlular tarafından ortadan kaldırılıncaya kadar (1186) Kuzey Hindistan’da varlığını sürdürmüştür.
Türkler’in İslâm dünyasındaki asıl hâkimiyeti Selçuklu hânedanı ile başlamıştır. Hânedanın atası olan Selçuk Bey X. yüzyılın ikinci yarısına doğru Oğuz Yabgu Devleti’nden ayrılıp maiyetiyle birlikte Cend şehrine yerleşmiş ve burada müslüman olmuştur. Ardından Müslümanlığı kabul ederek Selçuk Bey’e katılan Oğuzlar’a Türkmen denilmiş, Türkmen adı XIII. yüzyıldan itibaren Oğuz adının yerini almıştır. Selçuklu Türkmenleri’nin devlet kurabilmek için Selçuk Bey liderliğinde Cend şehrinde başlattıkları mücadeleyi Selçuk Bey’in oğlu Arslan Yabgu Mâverâünnehir’de devam ettirmiş, torunları Tuğrul ve Çağrı beyler tarafından Horasan’da Gazneliler’e karşı kazanılan savaşlar sonucunda Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşu tamamlanmıştır. Bu devlet bölgesel bir güç olarak kalmamış, başta Tuğrul Bey olmak üzere Alparslan, Melikşah ve Sencer gibi sultanlar sayesinde İslâm dünyasının en büyük devleti haline gelmiştir. Tuğrul Bey, Türkler’in İslâm dünyasındaki hâkimiyetini hukukî bir temele oturtmuş, Abbâsî Halifesi Kāim-Biemrillâh ile iş birliği yaparak 447 (1055) yılında Irak’taki Büveyhî hâkimiyetine son vermiş, Kāim-Biemrillâh da siyasî yetkilerini Tuğrul Bey’e devretmiştir. Selçuklu sultanları İslâm ülkelerinin yönetiminde başarılı olmuş, sosyal, ekonomik, kültürel, dinî ve ilmî alanlara hareketlilik ve İslâm medeniyetine yeni bir dinamizm kazandırmıştır. Sultan Melikşah’ın ölümünden (1092) sonra Büyük Selçuklu Devleti’nde uzun bir iktidar mücadelesi başlamıştır. Bu dönemde İsmâilîler (Bâtınîler) propagandaları, cinayetler ve yer altı faaliyetleriyle kurulu düzeni sarsacak kadar güçlenmiştir. Öte yandan Haçlılar Urfa, Antakya ve Filistin’e yerleşmiş, bölgede 150 yıldan fazla sürecek bir anarşinin ve huzursuzluğun kaynağı olmuştur.
Sultan Sencer’in ölümü üzerine (552/1157) Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasî varlığı sona ermiş, ancak devletin içinden yeni devletler ortaya çıkmıştır. Büyük Selçuklu Devleti’nin siyasî ve kültürel mirasını Kirman (1048-1187), Anadolu (1075-1308), Suriye (1079-1117) ve Irak (1118-1194) Selçukluları devam ettirmiştir. Bu devletler Karaarslan Kavurd, Tutuş ve Mahmud gibi Selçuklu hânedan üyeleri tarafından kurulmuştur. Ayrıca Atabeg Sungur, İldeniz, Tâceddin Böri, İmâdüddin Zengî ve Kutbüddin Muhammed gibi Selçuklu emîrlerinden devlet kuranlar olmuştur. Bunlar Salgurlular (Fars Atabegliği, 1148-1286), İldenizliler (Azerbaycan Atabegliği, 1148-1225), Begteginliler (Erbil Atabegliği, 1144-1232), Tuğteginliler (Börîler / Dımaşk Atabegliği, 1104-1154), Zengîler (Musul-Halep Atabegliği, 1127-1233) ve Hârizmşahlar’dır (1097-1231). Zengîler, Haçlılar’a karşı mücadeleleriyle tanınmış bir Türk hânedanı olup İmâdüddin Zengî ve oğlu Nûreddin Mahmud gibi iki büyük hükümdar çıkarmıştır. Urfa Haçlı Kontluğu’nu ortadan kaldıran Zengîler bölgedeki Haçlı yayılmasını önlemiştir. Hârizm’de kurulan Hârizmşahlar Devleti, Sultan Sencer’in ölümünden sonra bağımsız hale gelmiş ve kısa sürede İslâm dünyasının en büyük siyasî gücü durumuna yükselmiştir. Fakat Sultan Alâeddin Muhammed’in uyguladığı yanlış politika yüzünden devlet Moğol istilâsı karşısında direnememiş ve asıl topraklarını kaybetmiştir. Sultan Alâeddin Muhammed’in yerini alan oğlu Celâleddin Hârizmşah’ın maceralı mücadelesi de Moğol istilâsını durduramamıştır.
Selçuklular’ın siyasal misyonunu, kurum ve geleneklerini devam ettiren bazı devletler Anadolu ve Mısır coğrafyasında kurulmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin Türk tarihinde oynadığı en önemli rol hiç şüphesiz Malazgirt zaferiyle Anadolu’yu Türkler’e açmasıdır. Bu zaferden sonra Kutalmış oğulları, Artuk, Tutak, Dânişmend Gazi, Mengücük Gazi, Ebü’l-Kāsım, Karategin, Buldacı, Çubuk gibi beyler Anadolu’nun fethine koyulmuş ve kısa sürede Anadolu’nun büyük kısmını ele geçirmiştir. Bu fethin başta gelen özelliği kalıcı bir karakter taşımasıdır; çünkü fetih hareketiyle göç hareketi ve siyasî teşkilâtlanma birlikte yürütülmüştür. Anadolu’nun çeşitli yerlerinde ortaya çıkan bu devletler şöylece sıralanabilir: Anadolu Selçuklu Devleti (1075-1308), Dânişmendliler (1071-1178), Mengücüklüler (1071-1228), Saltuklular (1071-1202), Çubukoğulları (1085-1113), Çaka Beyliği (1080-1092). Sultan Melikşah’ın 1085 yılında Güneydoğu Anadolu’yu hâkimiyeti altına almasıyla bölgede Ahlatşahlar (1100-1208), Artuklular (1102-1409), İnal (Yinal) oğulları (1098-1183), Dilmaç (Togan Arslan) oğulları (1085-1394) gibi siyasî teşekküller oluşturulmuştur. Artuklular, Osmanlılar’dan sonra Anadolu’da en uzun müddet hüküm süren Türk hânedanı olup Haçlılar’la olan mücadeleleri ve mimari eserleriyle tanınmıştır. Mısır’da da Selçuklular’ın kültürel mirasını devam ettiren devletler kurulmuştur. Nûreddin Mahmud Zengî tarafından görevlendirilen Selâhaddin ve bazı Türkmen beyleri 1171’de Mısır’daki Fâtımî iktidarına son vererek bu ülkeyi ele geçirmiştir. Bunlardan Selâhaddin babasının adıyla anılan Eyyûbîler Devleti’ni kurmuştur. Hâkimiyetini Doğu Anadolu ve Yemen’e kadar yayan Selâhaddîn-i Eyyûbî, Kudüs Haçlı Krallığı’na son vererek Haçlılar’ın bölgedeki etkisini kırmıştır. 1250 yıllarında Mısır’ın idaresi Memlükler’in eline geçmiştir. Memlükler, Moğol istilâsını durdurup geri püskürttükleri gibi Filistin bölgesindeki Haçlılar’ın ve Çukurova bölgesindeki Ermeniler’in son kalıntılarını temizlemişlerdir. Memlük sultanları Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak bozkırları ve Kafkaslar’dan gelen yeni unsurlarla ordularını takviye etmişlerdir. Memlük Devleti, 1517’de Osmanlılar tarafından siyasî varlığına son verilip topraklarının ilhak edilmesine kadar devam etmiştir.
Türklüğün İslâm dünyasındaki kaderi bakımından en önemli rolü Anadolu Selçukluları oynamış, daha kuruluş devrinden itibaren Bizans ve Haçlılar gibi iki büyük tehditle uğraşmak zorunda kalmıştır. Selçuklu sultanları bu tehditlere karşı başarılı bir savunma yapmış, Anadolu’daki Türk varlığını korumuştur. Malazgirt Savaşı’ndan beri Anadolu’yu geri alma ümidini taşıyan Bizans, Miryokefalon yenilgisinden sonra bu ümidini tamamen kaybetmiştir (572/1176). Selçuklu sultanları tehlikeleri bertaraf ettikten sonra Anadolu’da siyasî birliği kurmaya ve imar faaliyetlerini yoğunlaştırmaya çalışmıştır. Dânişmendli, Saltuklu, Mengücüklü ve Harput Artuklu beyliklerini ortadan kaldırmış, Trabzon Rum İmparatorluğu’nu ve Kilikya Ermeni Krallığı’nı kendilerine bağlamıştır. Selçuklular, Anadolu’nun şehir ve kasabalarını çeşitli eserlerle imar etmişlerdir. Anadolu, XIII. yüzyılda İslâmî hayatın ve Türk kültürünün hâkim olduğu medenî ve zengin bir ülke haline gelmiştir. Ancak Selçuklu sultanları, Bizans ve Haçlılar karşısında gösterdikleri başarıyı Moğol istilâsı karşısında gösterememişlerdir. 1243 Kösedağ bozgunu Anadolu Selçuklu Devleti’nin Moğol hâkimiyetine girmesine yol açmıştır. Bu çöküş ve sömürü devri Selçuklu iktidarının kendi içinde tükenişine kadar devam etmiştir (1308). Çöküş arefesinde Anadolu’da yirmi civarında Türkmen beyliği ortaya çıkmıştır.
Anadolu beylikleri Türk tarihinde ve kültüründe önemli rol oynamış, Anadolu Selçukluları’nın Batı Anadolu, Karadeniz ve Akdeniz bölgelerinde fethedemediği yerleri hâkimiyeti altına almıştır. Anadolu Selçukluları zamanında Doğu ve İç Anadolu’da toplanmış olan Türk nüfusu bu beylikler vasıtasıyla sahil bölgelerine yayılmıştır. Öte yandan bu siyasî parçalanma Türklüğün aleyhine olmuş ve Anadolu’nun savunmasını güçleştirmiştir. Osmanlı beyleri, Türkmen beyliklerini ortadan kaldırmak suretiyle Anadolu’yu Osmanlı Devleti’nin hâkimiyeti altında birleştirmiş, Anadolu’nun siyasî birliği ve bütünlüğü günümüze kadar korunup gelmiştir. Anadolu beyliklerinin Türk tarihinde oynadığı bir rol de Gazneli ve Büyük Selçuklu devletlerinden beri ihmal edilmiş olan Türk kültürünü ve dilini korumalarıdır. Anadolu beyleri devrin ünlü bilginlerini, şairlerini ve ediplerini himayeleri altına alıp onlara Farsça ve Arapça’dan eserler tercüme ettirdikleri gibi Türkçe eserler de yazdırmıştır. Anadolu’da Türk edebiyatının temelini oluşturan bu eserler Türkçe’nin gelişmesinde, Türk millî ruhunun uyanmasında ve Türk mânevî hayatının zenginleşmesinde başlıca etken olmuştur.
Anadolu’da Türkmen beyliklerinin yaptığı işin bir benzerini Karakoyunlu ve Akkoyunlu Türkmenleri, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde gerçekleştirmiştir. İran ve Irak’a hâkim olan İlhanlı Devleti’nin XIV. yüzyılın ortalarında parçalanıp dağılması üzerine Karakoyunlu ve Akkoyunlu toplulukları ortaya çıkmıştır. Bunlardan Karakoyunlular, Erciş’i kendilerine merkez edinip Erzurum-Musul arasındaki yerleri yurt tutarken Akkoyunlular, Diyarbekir merkez olmak üzere Güneydoğu Anadolu bölgesine yerleşmiştir. Her iki topluluk Timur istilâsını savdıktan sonra kendi devletlerini kurmuştur. Tamamen Türkmen boylarına dayanan Karakoyunlu ve Akkoyunlu devletleri Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde daha önce gerçekleştirilen Türkleşmeyi XV. yüzyılda güçlendirerek hedefine ulaştırmıştır. Batılı seyyahlarla Osmanlı seyyahları, Doğu Anadolu’daki yoğun Türkmen nüfusunu göz önüne alarak bu bölgeye “Türkmen ülkesi” adını vermiştir. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın devletin merkezini Diyarbekir’den Tebriz’e nakletmesi, arkasından Fâtih Sultan Mehmed ile girdiği Otlukbeli Savaşı’nda yenilmesi (1473) Doğu Anadolu’daki Türk nüfusunun büyük ölçüde İran’a kaymasına yol açmış, bu durum İran’da Safevî Devleti’nin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Şah İsmâil tarafından mezhep ideolojisine (Şiîlik) dayandırılan Safevî Devleti (1501), yoğun mezhep propagandaları sonucunda Anadolu’daki Türkmen kitleleri için bir cazibe merkezi haline gelmiştir. 1501’den itibaren 1925 yılına kadar İran’ı Safevî, Afşar ve Kaçar gibi Türk hânedanları idare etmiştir. Ancak bunları takip ettikleri Şiîlik siyaseti yüzünden daima olumsuz rol oynamışlar, İran Türkleri ile Anadolu Türkleri arasına bir set oluşturarak Orta Asya ve İran’dan Anadolu’ya olan Türk nüfus akışını engellemişlerdir. Bir grup Türk-İslâm devleti Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak bozkırlarında tarih sahnesine çıkmıştır. Moğol orduları tarafından ele geçirilen Kıpçak bozkırları Cengiz Han’ın torunu Batu Han’a verilmiş, o da Altın Orda adıyla bir Moğol devleti kurmuştur. Bu devlet başta Kıpçaklar olmak üzere Bulgar/Çuvaş gibi Türk topluluklarına dayanmıştır. Hânedanın ve yönetici kesimin İslâmlaşmasıyla devlet kısa sürede Moğol karakterini kaybetmiş ve hızla Türkleşmiştir. Timur’un 1391 ve 1395’teki ağır darbeleriyle sarsılan Altın Orda Devleti iktidar kavgaları neticesinde parçalanmış, Altın Orda’nın mirasını devam ettiren birçok Türk hanlığı kurulmuştur. Bunlar Kazan (1437-1556), Astarhan (1466-1556), Kasım (1445 [?]-1681), Kırım (1441-1783), Nogay (1398-1642) ve Sibir (1556-1600) hanlıklarıdır.
Türk-İslâm devletlerinden biri de Batı Türkistan’da Mâverâünnehir’de kurulan Timurlular’dır. Timur’dan önce Türkistan’da Moğol Çağatay Hanlığı bulunmaktaydı. Çağatay hanları da Altın Orda hanları gibi kısa sürede İslâmlaşıp Türkleşerek Timur İmparatorluğu’nun kurulmasına zemin hazırlamıştır. Timur bütün Batı Türkistan beylerini otoritesi altında toplamıştır. Ardından fütuhata başlamış, Çin sınırından Adalar (Ege) denizine, Kıpçak bozkırlarından Bağdat ve Kuzey Hindistan’a kadar sınırlarını genişletmiş; İran, Irak, Suriye, Anadolu, Azerbaycan, Kafkasya, Kıpçak bozkırları ve Kuzey Hindistan’daki Türk-İslâm devletlerini ve beyliklerini kendine bağlamıştır. Bu büyük devlet Timur’un ölümünden sonra oğulları ve torunları arasında parçalanmıştır. Altın Orda ve Çağatay hanlarının soyundan gelmekle birlikte dil ve kültür bakımından tamamen Türkleşmiş olan bazı beyler Timur’dan sonra Batı Sibirya ile Batı ve Doğu Türkistan’da yeni hanlıklar kurmuştur. Bunlar Şeybânîler (Özbek Hanlığı, 1500-1599), Buhara’da Canoğulları (1599-1785), Hîve Hanlığı (1512-1920), Hokand Hanlığı (1710-1876) ve Kâşgar-Turfan Hanlığı’dır (XV. yüzyıl başları – 1877). Kıpçak bozkırları, Sibirya ve Batı Türkistan’daki hanlıklara Çarlık Rusyası tarafından, Doğu Türkistan’daki hanlıklara da Çin tarafından son verilmiştir. Mâverâünnehir, Hârizm ve Horasan’da kurulan Timurlular ve yukarıda zikredilen hanlıklar gibi Türk-İslâm devletlerinde Türk dili ve edebiyatında, bilim ve sanatta büyük gelişme olmuştur. Bilhassa Çağatay, İlhanlı ve Altın Orda devletlerinin merkezlerinde XIII ve XIV. yüzyıllarda temeli atılan Doğu Türkçesi (Çağatay lehçesi) Timur’un torunları zamanında yazı ve kültür dili olarak gelişmiş, birçok edip ve şair yetişmiştir. Batı Türkçesi’ni de etkileyen Çağatayca’nın en büyük şairi Ali Şîr Nevâî’dir. Nevâî’yi Hüseyin Baykara, Şeybânî Han, Bâbür Şah ve Ebülgazi Bahadır Han gibi hükümdar şairler ve yazarlar takip etmiştir.
Türk nüfusunun ve kültürünün yayıldığı bir diğer saha Kuzeybatı Hindistan coğrafyasıdır. Kuzeybatı Hindistan’da kurulan ilk Türk-İslâm devleti Delhi Sultanlığı’dır. Bu devlet, Gur hükümdarının Kuzeybatı Hindistan’a tayin ettiği Türk kökenli vali Kutbüddin Aybeg tarafından tesis edilmiştir (1206). Aybeg’den sonra Kuzeybatı Hindistan’ı Şemsiyye (1211-1266), Balaban (1266-1290), Kalaç/Halaç (1290-1320) ve Tuğluk gibi Türk hânedanları idare etmiştir. Moğol istilâsını sınırlarında durdurup püskürten Delhi sultanları, Kuzey Hindistan’ı Türk kitlelerine açarak bölgede Türk kültürü ve İslâm dininin yerleşip kökleşmesinde önemli rol oynamıştır. Kuzeybatı Hindistan’da ikinci büyük devlet, Timur’un torunlarından olup Türkçe yazdığı hâtıralarıyla tanınan Zahîrüddin Bâbür tarafından kurulmuştur (1526). Hümâyun, Ekber Şah, Şah Cihan ve Evrengzîb (Âlemgîr) gibi büyük hükümdarların yetiştiği bu hânedan devrinde Bâbürlü Devleti Hindistan’ın en büyük siyasî gücü haline gelmiştir. Bâbürlüler siyaset, sanat ve mimaride de kendilerini göstermişlerdir. Özellikle Osmanlı ve İran Türk hânedanları ile iş birliği yapmaya çalışmış, Mekke şerifine, Yemen imamlarına ve Habeş hükümdarlarına maddî yardımda bulunarak İslâm dünyası ile yakından ilgilenmişlerdir. Şah Cihan, Osmanlı mimarlarının yardımıyla Agra’da bir sanat şaheseri olan Tac Mahal’ı yaptırmıştır. Hindistan’da Âlemgîr’den sonra başlayan iktidar mücadeleleri ve iç isyanlar Bâbür İmparatorluğu’nun zayıflamasına ve çökmesine yol açmıştır. Öte yandan ticaret amacıyla ülkenin önemli merkezlerine sokulan ve buralarda ticaret kolonileri oluşturan İngilizler bu durumdan yararlanarak Hindistan’ı kendilerine bağlamıştır (1858).
BİBLİYOGRAFYA
Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1963, s. 7-9.
Cl. Cahen, Pre-Ottoman Turkey, London 1968, tür.yer. (T trc. Yıldız Moran, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler, İstanbul 1984, tür.yer.).
Osman Turan, Selçuklular Zamanında Türkiye, İstanbul 1971, s. 196.
a.mlf., Selçuklular Tarihi ve Türk-İslâm Medeniyeti, İstanbul 1980, s. 295, 355 vd.
İbrahim Kafesoğlu, Selçuklu Tarihi, İstanbul 1972, tür.yer.
a.mlf., Büyük Selçuklu İmparatoru Sultan Melikşah, İstanbul 1973, tür.yer.
a.mlf., “İlk Türk-İslâm Siyasî Teşekkülleri”, TDEK2, I, 237-240, 247-284.
a.mlf., “Ortadoğu’da Kurulmuş Türk Devletleri”, a.e., I, 291-297, 323, 336-343.
a.mlf., “XIV. Yüzyıldan Sonra Orta Asya’da kurulmuş Türk Devletleri”, a.e., I, 451-456.
a.mlf., “Türkler”, İA, XII/2, s. 261-264.
a.mlf. – Mehmet Saray, Atatürk İlkeleri ve Dayandığı Tarihî Temeller, İstanbul 1983, s. 38.
V. V. Barthold, Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (haz. Kazım Yaşar Kopraman – Afşar İsmail Aka), Ankara 1975, s. 143.
Tuncer Baykara, “Doğu Anadolu = Turkmenia (Türkmen Ülkesi)”, Atsız Armağanı (haz. Erol Güngör v.dğr.), İstanbul 1976, s. 61-66.
Faruk Sümer, Safevî Devletinin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadolu Türklerinin Rolü, Ankara 1976, tür.yer.
a.mlf., “XV. Yüzyılda Türk Âleminde Millî Şuurun Canlanması”, TY, sy. 274 (1959), s. 13-15.
Ramazan Şeşen, İslâm Coğrafyacılarına Göre Türkler ve Türk Ülkeleri, Ankara 1985, tür.yer.
Salim Koca, Dandanakan’dan Malazgirt’e, Giresun 1997, s. 30-37, 45-48, 66-77, 85, 102-107, 110 vd.
a.mlf., Anadolu Türk Beylikleri Tarihi, Trabzon 2001, s. 8-10, 21 vd.
a.mlf., Türkiye Selçukluları Tarihi (Malazgirt’ten Miryokefalon’a), Çorum 2003, s. XI-XV, 27-30, 85 vd., 142, 195.
a.mlf., “İslâm Medeniyeti Çevresinde Türk İmajı”, Selçuklu’dan Osmanlı’ya Bilim, Kültür ve Sanat: Prof. Dr. Mikâil Bayram’a Armağan (ed. Mustafa Demirci), Konya 2009, s. 53-82.
a.mlf., “‘Diyâr-ı Rûm’un (Roma Ülkesi) Türkiye Hâline Gelmesinde Türk Kültürünün Rolü”, Türkiyat Araştırmaları Dergisi, sy. 23, Konya 2008, s. 1-53.
Ahmet B. Ercilasun, Başlangıcından Yirminci Yüzyıla Türk Dili Tarihi, Ankara 2004, s. 404-431.
İsmail Kayabalı – Cemender Arslanoğlu, “Tarihte Türk”, TK, XI/130-131 (1973), s. 75-111.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 480-482 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: İsmail Türkoğlu
Türkiye Dışındaki Türkler. Türkler’in göçebe bir kavim olması, göçebelikten ancak 1930’lu yıllardan itibaren tamamen vazgeçmesi ya da buna zorlanması sebebiyle Türk uruğları arasında kabilecilik çok geç sona ermiştir. 2002 yılında Rusya Federasyonu’nda yapılan nüfus sayımında yeni Türk grupları ortaya çıkmıştır. Dünyada Türk asıllı kırktan fazla etnik grup bulunmakta ve bunlar farklı isimlerle anılmaktadır. Türkler’e yaşadıkları coğrafyaya göre ad verildiğinden bunlar parçalanmıştır. Son dönemlerde Türkologlar tarafından ortaya atılan bir kavram “Türkçe konuşanlar”dır. Ancak Türkçe konuşanların tamamının Türk olduğu söylenemez. Türkiye dışındaki Türk toplulukları Afganistan, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Yunanistan, Bulgaristan, Romanya, Çin Halk Cumhuriyeti, Irak, İran İslâm Cumhuriyeti, Kazakistan, Kırgızistan, Kosova, Makedonya, Moğolistan, Moldavya, Özbekistan, Rusya Federasyonu, Suriye, Tacikistan, Türkmenistan, Ukrayna gibi elli değişik ülkede farklı rejimler altında yaşamaktadır. XX. yüzyılın başından itibaren başta Avrupa ülkeleri olmak üzere Amerika Birleşik Devletleri, Avustralya ve Kanada gibi ülkelere başlayan işçi göçü neticesinde bu ülkelerde de bir Türk varlığı meydana gelmiştir. 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan’ın hürriyetine kavuşmasıyla bağımsız Türk cumhuriyetlerinin sayısı -Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti dahil- yediye yükselmiştir. Ayrıca Rusya Federasyonu’nda Altay, Başkırdistan, Çuvaşistan, Hakas, Kabarda-Balkar, Karaçay-Çerkez, Nahcıvan, Tataristan, Tuva ve Yakutistan olmak üzere on bir özerk Türk cumhuriyeti, Moldova’da Gagauz Özerk Bölgesi ile Çin Halk Cumhuriyeti’nde Sincan-Uygur Özerk Bölgesi bulunmaktadır. Özerklik statüsüne sahip Türk topluluklarının büyük çoğunluğu Rusya Federasyonu, Çin Halk Cumhuriyeti, Moldova ve Özbekistan’da yaşamaktadır. Rusya Federasyonu’nun İdil-Ural bölgesinde Tatar, Başkırt ve Çuvaşlar; Kafkasya bölgesinde Karaçay-Balkar; Sibirya bölgelerinde Yakut, Tuva, Hakas ve Altaylılar; Çin Halk Cumhuriyeti’ne bağlı Sincan-Uygur Özerk Bölgesi’nde Uygurlar, Kazaklar, Kırgızlar, Özbekler, Salarlar, Tatarlar ve Sarı Uygurlar; Özbekistan’a bağlı Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde Karakalpaklar ve Moldova’ya bağlı Gagauz Özerk Bölgesi’nde Gagauzlar bulunmaktadır. Ukrayna’ya bağlı Kırım Özerk Cumhuriyeti’ndeki Kırım Tatarları’nın ancak parlamentoda temsilcileri bulunmaktadır.
Türkiye dışında yaşayan Türk toplulukları arasında ekonomik, sosyal ve siyasal bakımdan farklılıklar görülmektedir. Meselâ Rusya Federasyonu’nun İdil-Ural bölgesindeki Tatar ve Başkırtlar’ın ekonomik ve sosyal düzeyleri aynı bölgede yaşayan Çuvaşlar’a göre daha ileridir. Batı Türkistan’da bulunan Kazak ve Kırgızlar, Özbek ve Karakalpaklar arasında da aynı durum söz konusudur. Afganistan, Irak, İran, Moğolistan, Sincan-Uygur Özerk Bölgesi ve Tacikistan’da bulunan Türkler’in ekonomik ve sosyal durumları son derece kötüdür. Türkiye, Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi (TİKA) vasıtasıyla Balkanlar, Moldova, Romanya, Moğolistan, Tacikistan, Özbekistan, Afganistan, Kırgızistan ve Kazakistan gibi ülkelerde yoksulluğun ortadan kaldırılması için çeşitli projeler yürütmektedir. Aynı şekilde TÜRKOY kültürel alanda Türk halkları arasındaki iş birliğini arttırmaya çalışmaktadır. Masrafları Türkiye tarafından karşılanan Kazakistan’daki Ahmed Yesevî Kazak-Türk Üniversitesi, Kırgızistan’daki Kırgızistan-Türkiye Manas Üniversitesi, Afganistan, Türkmenistan, Kazakistan ve Kırgızistan’da faaliyet gösteren ortaöğretim kurumları modern eğitim için çaba göstermektedir. Ayrıca Türkiye’nin çeşitli sivil toplum kuruluşları adı geçen ülkelerde projeler yürütmektedir.
Rusya 1552-1884 yılları arasında İdil-Ural, Deştikıpçak, Sibirya, Kafkasya, Kırım ve Türkistan bölgelerini; Yunanistan, Sırbistan, Karadağ ve Bulgaristan Balkan savaşları sonunda Balkanlar’daki Türk bölgelerini; İngiliz ve Fransızlar I. Dünya Savaşı’nın ardından Musul, Kerkük, Erbil ve Suriye’deki Türk bölgelerini; Çin ise 1949’da Doğu Türkistan’ı işgal etmiştir. Rusya’da 1917 İhtilâli Türkler’in bağımsızlığı için önemli bir imkân doğurmuş, Türkler’in büyük bölümü kendi yarı bağımsız cumhuriyetlerini kurmuştur. Çin ve Rusya’daki Türkler çeşitli dönemlerde şiddet ve baskılara mâruz kalmıştır. 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra beş Türk cumhuriyeti tam bağımsız hale gelmiştir. Türkler yaklaşık 500 yıldan beri farklı halkların egemenliğinde yaşamalarına rağmen milliyetlerini, dillerini, dinlerini ve kültürlerini korumayı başarmıştır. Rus tarihçisi N. A. Aristov’un Türk Halk ve Kabilelerinin Etnik Yapısı ve Sayıları adlı eserine göre (1896) Kuzey Buz denizinden Adriyatik’e kadar olan bölgelerde yaşayan Türkler’in sayısı 26 milyondur. 1897’de Rusya’da yapılan ilk genel nüfus sayımının sonuçlarına göre Rusya’da 13 milyon Türk bulunmaktadır. Diğerleri Osmanlı Devleti, Afganistan, Bulgaristan, Doğu Türkistan, İran ve Romanya’da yaşamaktaydı. Günümüzde Türkiye dışında yaşayan Türkler’in sayısı 100-110 milyon civarında tahmin edilmektedir.
Meshet (Ahıska) Türkleri. Bugün Ahıska Türkü denilen yaklaşık 250.000 kişilik grup Türkiye sınırına 15 km. uzaklıkta Gürcistan’a bağlı Ahıska şehrinin adıyla anılmaktadır. Bunlar nüfusun % 90’ının yaşadığı Özbekistan, Rusya Federasyonu, Kazakistan ve Kırgızistan’da son yıllarda yapılan nüfus sayımlarında kendilerini Türk olarak kaydettirmişlerdir. Sadece Rusya Federasyonu’nda yaşayan 3275 kişi kendini Meshet Türkü diye yazdırmıştır (bk. MESHET TÜRKLERİ).
Altaylılar. Altay Cumhuriyeti’nde yaşayan bu Türk boyunun nüfusu 1926’da 39.062 ve 1989’da 70.777, 2002’de 67.239 kişi idi. 2002’de yapılan nüfus sayımında daha önce kendilerini Altaylı olarak kaydettiren Kumandinler (3114 kişi), Teleütler (2650), Telengitler (2399), Tubalar (1564) ve Çelkanlar (855) bu defa ayrı bir halk şeklinde yazılmıştır. Altaylılar doksan yılda ancak bir kat artabilmişlerdir ve son yirmi yılda nüfusta azalma olmuştur. Nüfusun 62.192’si kendi cumhuriyetlerinde yaşamakta ve cumhuriyetin nüfusunun % 30’unu teşkil etmektedir. Ruslar ise cumhuriyette % 58’lik bir nüfusa sahiptir. Aslında şamanist olan Altaylılar, Ortodoks hıristiyan olarak gösterilmektedir. 1922-1947 yılları arasında Oyrat (Oyrot) dili diye adlandırılan Altayca yazı dili bugün Altay Kiçi (Kiji) diyalektiğini esas almıştır. Masalları, halk şarkıları ve destanları çok zengindir. Altaylı yazar N. Ulagaşev (ö. 1946) bunları toplamaya çalışmıştır. Sovyet devri yazarlarından F. Kuciyak da Altay halk edebiyatını derleyen önemli kişilerdendir. T. Encinov tanınmış Altaylı yazarlardan biridir.
Azerbaycan Türkleri. Günümüzde Azerbaycan’daki toplam Âzerî nüfusu 8 milyon civarındadır. İran’da yaşayan Âzerîler’in sayısı hakkında kesin bilgi bulunmamakla birlikte nüfusun % 25’ini karşıladıkları, bunun da 15-20 milyon arasında olduğu tahmin edilmektedir. Bağımsızlıktan sonra yüz binlerce İran vatandaşı Âzerî Azerbaycanı’na göç etmiştir. İran’dan ve Rusya Federasyonu’ndan sonra en çok Âzerî Türkiye’de yaşamakla birlikte Türkiye’deki sayıları hakkında da açık bilgi yoktur. 1990 yılından sonra Türkiye’ye gelip yerleşenlerin sayısı 30-40.000 civarındadır. Gürcistan’da 2002 nüfus sayımına göre -Abhazya ve Güney Osetya hariç- 284.753 (1989’da 307.556) Âzerî yaşamakta ve nüfusun yüzde altı buçuğunu teşkil etmekteydi. Kazakistan’da 85.292, Kırgızistan’da 17.300, Özbekistan’da 35.848, Rusya Federasyonu’nda 621.840, Tacikistan’da 3556, Ukrayna’da 45.176, Avrupa Birliği ve Amerika’da da 50-100.000 arasında Âzerî bulunmaktadır. Rusya Federasyonu’nda 1989’da 335.889 olan Âzerî nüfusu 2002’de 621.840’a yükselmiştir. Âzerî-Ermeni savaşı ve ülkenin içinde bulunduğu siyasal ve ekonomik şartlar sebebiyle eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ülkelerinde yaşayan Âzerîler kendi ülkeleri yerine Rusya Federasyonu’na göç etmektedir. Kuzey Kafkasya’da Kabarda-Balkar Cumhuriyeti’nde yaşayan Balkarlar’ın menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüşse de bu toplulukların esas unsurunu Hun, Bulgar, Hazar ve Kıpçak Türkleri’nin teşkil ettiğini araştırmalar ortaya koymaktadır (bk. KARAÇAY-BALKARLAR).
Başkırtlar. Ural dağlarının kuzey ve doğu kısımları ile İdil nehri havzasının kuzey kesimindeki bozkırlarda yaşarlar. Ahmet Zeki Velidi Togan’a göre Başkırtlar’ın aslı Kıpçaklar’a dayanmaktadır. Ruslar’ın 1552’de Kazan’ı, 1556’da Astarhan’ı işgali neticesinde 1557’de Ruslar’ın hâkimiyetine girmişlerdir. 1917 Bolşevik İhtilâli’nden sonra Rusya egemenliği altında yaşayan Başkırtlar Ahmet Zeki Velidi (Togan) liderliğinde “Küçük Başkırdistan” kurma faaliyetlerine girişmişlerdir. Ahmet Zeki Velidi bunun için başta Bolşevikler’e karşı mücadele eden çarlık taraftarlarının lideri General Kolçak ve Kazak millî hareketi Alaş Orda ile iş birliği yapmış, Kolçak’ın yenilerek Sibirya’ya kaçması üzerine bu defa Lenin ve Stalin’le iş birliğini denemiştir. Fakat Stalin, Tatar-Başkırt Sovyet Cumhuriyeti’ni ilân etmiş ve Zeki Velidi’yi azletmiş, Zeki Velidi Türkistan dolaylarına kaçmak zorunda kalmıştır. Bolşevikler, Tatar-Başkırt Sovyet Cumhuriyeti yerine 23 Mart 1919’da Başkırdistan, 1920’de Tataristan Özerk Sovyet Sosyalist cumhuriyetlerini ilân ettirmişlerdir. Başkırtlar’ın 1989’da Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ülkelerindeki toplam nüfusu 1.449.157 kişi idi. Rusya Federasyonu’nda 2002 yılında yapılan nüfus sayımına göre nüfusları 1.673.389’a yükselmiştir. Kendi cumhuriyetlerinde yaşayanların sayısı 1.221.302, bunlar arasında ana dili olarak Başkırtça’yı işaret edenler 1.135.714 kişidir. Başkırdistan Cumhuriyeti’nin nüfusu 4.104.336’dır; bunların 1.490.715’i Rus, 990.702’si Tatar’dır. Kendi cumhuriyetlerinde azınlık durumunda kalan Başkırtlar cumhuriyetleri dışında çeşitli şehirlerde yaşamaktadır. Ayrıca Kazakistan (1989’da 41.847), Kırgızistan (1100), Özbekistan (3707, 1989’da 34.771 idi) ve Türkmenistan’da (1989’da 4678) 100.000 civarında Başkırt bulunmaktadır. Bunların büyük kısmı 1990’lı yıllardan itibaren Rusya Federasyonu’na dönmeye başlamıştır. I. Dünya Savaşı, 1917 İhtilâli ve ardından iç savaş, Stalin dönemindeki kırım, II. Dünya, Afganistan ve Çeçenistan savaşları Başkırt nüfusunun sürekli azalmasına yol açmıştır. 1990’lardan itibaren Başkırtlar’da millî şuurun canlanmaya başladığı görülmektedir. Başta Ural olmak üzere millî ve siyasî cemiyetler kurulmuştur. Bu tür bir yaklaşım ve Başkırdistan’daki Tatarlar’a baskı uygulama eğilimleri iki kardeş toplumu birbirine düşürmüştür. Ural Başkırt Halk Merkezi, Başkırt Gençler İttifakı ve Başkırt Kadın-Kızlar Teşkilâtı 22-23 Şubat 1991’de Ufa’da V. Bütün İttifak Başkırt Halk Toplantısı adıyla bir kongre düzenlemiş, bu kongrede Başkırt halkının durumu üzerinde durulmuş ve bir bildiri ilân edilmiştir. Ancak Başkırdistan yönetimi Rusya Federasyonu’ndan kopma gücünü gösterememiş ve 31 Mart 1992’de yeni federasyon antlaşmasını imzalamıştır.
Çelkanlar. Altay Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk halklarından biridir. Dağlık Altay bölgesinde bulunan Lebed nehrinin (Çelkan ismi bu nehrin Türkçe adı Çalkandu’dan gelmektedir) kenarlarında yaşadıklarından eski dönemlerde kendilerini Lebedin ve Lebedin Tatarı diye adlandırıyorlardı. Çelkanca, Türk dilinin Uygur-Oğuz grubunun Hakas lehçesine girmektedir.
Çulımlar. 2002 nüfus sayımında 656 kişi tesbit edilmiştir. Tomsk ve Krasnoyarsk bölgelerinde yaşayan Çulımlar’ın anavatanı Çulım nehrinin havzasıdır. Çulımca Türk dilinin Uygur-Oğuz grubunun Hakas lehçesine girmekte, kaynaklarda Melet ve Melet Tatarcası olarak da geçmektedir. Sibirya’daki Dolganca, Kumandinca, Tofaca, Tubaca, Tuvin-todjinca, Çelkanca, Çulımca, Şorca gibi Türk şiveleri yok olmak üzeredir. XIX. yüzyılın sonlarına kadar kendilerini korumayı başaran bu küçük topluluklar günümüzde yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır.
Çuvaşlar. Dil ve din bakımından Türklük’ten uzak gibi görünen Çuvaşlar’ın büyük çoğunluğu Ortodoks, bir kısmı putperesttir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 24 Ekim 1990’da Çuvaş Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’ni ilân ettilerse de 13 Şubat 1992’de Rusya Federasyonu’na bağlı Çuvaş Cumhuriyeti antlaşmasını imzalamak zorunda kalmışlardır (bk. ÇUVAŞLAR).
Dolganlar. Yerkürenin en kuzeyindeki Türk topluluğudur. Kendilerini Dolgan, Tıa-kihi ya da Saha diye adlandırırlar. Tarihî geçmişleri hakkında bilgi yoktur; Ruslar’ın XVIII. yüzyılda bölgeyi ele geçirmesiyle varlıklarından haberdar olunmuştur. 1897’de 1224, 2002’de 7261 kişi tesbit edilmiştir. Krasnoyarsk’ın Taymır Özerk Bölgesi’nde Hatang kesiminde Hatanga ve Heta nehirleri vadisinde (5517 kişi), Yakutistan’da (1272 kişi) hayat sürerler. Büyük bir yarımada olan Taymır bölgesinde sadece 40.000 kişi yaşamaktadır ve bunların 25.000’i Slavyan’dır. Dolganlar kendilerini Yakut ya da bölgenin diğer önemli etnik azınlığı olan Evenkler’den ayırırlar. Dolganca Türkçe’nin Altay grubuna dahildir, bazı bilim adamları ise Yakutça’nın bir diyalekti olduğunu iddia etmektedir. Yakutça, Dolganlar’ın yaşadığı Tundra bölgesinde hâkimdir, bölgede yaşayan diğer Türk olmayan halklar da Yakutça konuşurlar. Dolganlar, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği döneminde yapılan bütün nüfus sayımlarında ayrı bir halk şeklinde yer almıştır. 1979’daki nüfus sayımında % 90’ı ana dili olarak Dolganca’yı işaret etmiştir; 2002 yılında ise bu oran düşmüştür. Yakutlar, Dolganca’nın Yakutça’nın bir lehçesi olduğunu ileri sürdüklerinden okul kitaplarında Dolganca’ya yer vermezler. Dolganca 1970’te Rus harfleriyle yazıya geçirilmeye başlanmış, ilk Dolganca kitap 1973’te yayımlanmış, 1981’de yeni bir alfabe kabul edilmiştir. Son yıllarda bazı edebiyat denemelerinde ve radyo yayınlarında Dolganca’ya yer verilmeye başlanmıştır. Dolganca sadece Petersburg’daki bir pedagoji üniversitesinde öğretilmektedir. Pravoslavyan kilisesi, burada bir misyoner okulu açarak Dolgan çocuklarına hem eğitim vermekte hem din adamı yetiştirmektedir. Sovyet döneminde Şamanizm’in yasaklanmasına rağmen halk arasında bu inanç gizlice yaşatılmaya devam edilmiştir. Şamanizm, aile içerisinde babadan oğula ya da anneden kıza devam ettirilir, silsile kesildiği zaman bunun büyük bir tehlikenin işareti olduğuna inanılır.
Gagauzlar. Bugün Moldova’da yaşadıkları topraklara XVIII. yüzyılın sonunda Balkanlar’dan gelmişlerdir. 1897’de Rusya’da yapılan ilk nüfus sayımında isimleri Besarabya Türkleri diye geçmektedir. Gagauzlar, XV-XIX. yüzyıllar arasında Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinde yaşamakla birlikte arşiv belgelerinde Gagauz adına rastlanmamaktadır. Türkiye’de binlerce Gagauz Türkü çalıştığı gibi Türk üniversitelerinde okuyan çok sayıda öğrenci bulunmaktadır. TİKA aracılığıyla bölgede çeşitli kalkınma projeleri yürütülmekte, sosyal ve insanî yardımlarla Gagauzlar desteklenmektedir. 1957’den beri Kiril harflerini kullanan Gagauzlar 1993’te Latin harflerine geçmiştir (bk. GAGAUZLAR).
Hakaslar. Kendilerini eski dönemde Tadar diye adlandıran Hakaslar’ın Kırgız ve Sagay kolları vardır. Bunlar Yenisey Kırgızları’ndan gelmektedir. Çin kaynaklarında bu Kırgız boyuna Heges denildiği için aydınlar kendi ülkelerine Hakas adını vermişlerdir. Yazı diline sahip olan Hakaslar’ın dil ve edebiyat enstitüleri mevcuttur. Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ndeki nüfusları 1926’da 45.608 ve 1989’da 80.323 kişi idi. Rusya Federasyonu’ndaki nüfusları 2002’de 75.622 kişi olarak tesbit edilmiştir. Hakaslar’ın büyük çoğunluğu 1991’de kurulan kendi cumhuriyetlerinde yaşamakla birlikte nüfusun ancak % 12’sini (65.421), Ruslar ise % 80’ini oluşturmaktadır. Hakaslar ayrıca Krasnoyarsk bölgesinde (4489), Tuva Cumhuriyeti’nde (1219) ve Rusya Federasyonu’nun diğer bölgelerinde bulunmaktadır.
Karaçaylar. Kuzeydoğu Kafkasya’daki Karaçay-Çerkez Özerk Cumhuriyeti’nde yaşamaktadırlar. Ayrıca Kuban nehri yakınlarında yoğun Karaçay nüfusu mevcuttur. Menşe itibarı ile Kumanlar’dan geldikleri ileri sürülmektedir. Karaçaylar’la Balkarlar aynı soya bağlanıp aynı dili konuşmakla birlikte ayrı cumhuriyetlerde yaşamaktadır (bk. KARAÇAY-BALKARLAR).
Karaimler. Karaimler’in (Karaylar) sayısı Sovyet istatistiklerinde 1926’da 8324 ve 1989’da 2602 kişi gösterilmiştir. 2002’de Rusya Federasyonu’nda 366 Karaim yaşıyordu. Litvanya, Polonya ve Ukrayna’da bulunanların sayısı hakkında bilgi yoktur, ancak 1000-2000 arasında oldukları tahmin edilmektedir. Eskiden yazılı edebiyatları da olan Karaylar’ın bir kısmı İsrail’de yaşamaktadır ve Litvanya’da dinî faaliyetlerini sürdürecek bir sinagogları vardır (bk. KARÂÎLİK).
Karakalpaklar. Özbekistan’a bağlı Karakalpakistan Özerk Cumhuriyeti’nde yaşamakta ve nüfusları sürekli artış göstermektedir (bk. KARAKALPAKLAR).
Kazaklar. Orta Asya’da Hazar denizinden Çin sınırına kadar uzanan topraklarda bulunan bir Türk topluluğudur (bk. KAZAKİSTAN; KAZAKLAR).
Kırgızlar. En eski Türk kabilelerinden biridir. Kırgız adı ilk defa Çin kaynaklarında milâttan önce 201’de Kırk-hun (Tszyan-kun) şeklinde geçmektedir. Kırgızlar Güney Sibirya’nın Yenisey bölgesinde, Türkistan’ın doğusunda, Tanrı ve Pamir dağları eteklerinde yaşamıştır. XVIII. yüzyılın başlarında Yenisey’den ayrılarak bugünkü vatanlarına gelmişlerdir (bk. KIRGIZİSTAN).
Kırımçaklar. İbrânî inancına sahip bir Türk topluluğu olup Türkçe konuşurlar. Kendilerini yahudi ya da Srel (İsrâil) çocukları diye adlandırırlar. 1926’da Kırım yahudisi olarak 6383 kişi, 1959’dan itibaren Kırımçak olarak 1480, 1970’te 1790, 1979’da 3000, 1989’da 1418 kişi idiler. 2002’de Rusya Federasyonu’nda 157, 1989’da Özbekistan’da 173 kişi yaşıyordu.
Kumandinler. Kumandivandı, Kuvantı, Kuvandıg, Kuvandıh gibi isimlerle de anılırlar. Altay Özerk Cumhuriyeti’nde yaşayan Türk halklarından biridir. Dilleri Altayca’ya yakındır; bazı Türkologlar ise Hakasça’nın alt grubuna ya da Uygur-Oğuz grubuna girdiğini belirtmektedir. 1897’de 4092 kişi, 1926’da 6334 kişi olarak gösterilmiş, 2002 yılına kadar olan nüfus sayımlarında kendilerine yer verilmemiştir. 2002’de 3114 kişi oldukları resmî kayıtlara geçmiştir. Altay bölgesi, Altay Özerk Cumhuriyeti ve Kemerov bölgesinde yaşamaktadırlar. Fonetik bakımdan dilleri Şorca’ya ve kısmen Hakasça’ya yakındır. Orta kuşakla yaşlı kuşak dillerini konuşabilmektedir; gençler arasında ise Rusça yaygındır. 1933’te Kumandin Alfabesi isimli bir kitap neşredilmiş, 1990 yılına kadar okullarda Rusça eğitim yapılmıştır.
Kumuklar. Kuzey Kafkasya bölgesindeki en kalabalık Türk nüfusunu teşkil ederler. Büyük çoğunluğu Rusya Federasyonu’na bağlı Dağıstan, Kuzey Osetya ve Çeçenistan özerk cumhuriyetlerinde yaşamaktadır (bk. KUMUKLAR).
Nagaybekler. I. Petro zamanında Ortodoksluğa geçen bir Tatar grubudur. 1926’da yapılan nüfus sayımında ilk defa kaydedilmiş (11.219), daha sonraki nüfus sayımlarında (1939, 1959, 1970, 1989) Tatar olarak yazılmış, 2002’de ise yeniden Nagaybek adıyla (9600 kişi) kaydedilmişlerdir. % 90’ı Rusya Federasyonu’nun Çelyabinsk bölgesinin Nagaybak ve Çabarkul ilçelerinde yaşar.
Nogaylar. Karadeniz’den Aral gölüne kadar uzanan bozkırlarda yaşamışlardır. İsimleri ilk defa 1479 tarihli bir Rus belgesinde geçmekte ve bu ismi Cuci’nin torunu Nogay’dan aldıkları bilinmektedir. Dağıstan’ın kuzey kısımlarında bilhassa Terek havzasında yaşayanlarına Ak Nogaylar denir. Nogaylar’a Rusya İmparatorluğu ve Rusya Federasyonu’nda yapılan bütün nüfus sayımlarında ayrı bir Türk grubu olarak yer verilmiştir. 1875’te sayıları 95.056 kişiydi. 2002’de 90.666 kişi oldukları belirtilmektedir. 1950 yılından itibaren Stavropol bölgesi ve Çeçen-İnguş cumhuriyetlerindeki Nogay okulları, Nogayca çıkan gazeteler kapatılmış, Kızılyar’da kurulan Nogay Öğretmen Okulu’nun faaliyetine 1957’de son verilmiştir. 9 Ocak 1957’de Nogaylar’ın yaşadığı Nogay, Kızılyar ve Tarumov ilçeleri Dağıstan’a, Şelkov ilçesi Çeçen-İnguş Cumhuriyeti’ne, Heftekum ilçesi Stavropol bölgesine dahil edilmiş, böylece Nogay ilçesi dışında azınlığa düşmüşlerdir. Günümüzde Nogay dili ve kültürünün yaşatılmasında bu ilçe önemli rol oynamaktadır. Dilleri Kıpçak grubundadır. Sünnî müslüman olup % 90’ı ana dilini bilmektedir (bk. NOGAYLAR).
Özbekler. Batı Türkistan’ın en kalabalık Türk topluluğudur ve % 85’i kendi cumhuriyetlerinde yaşamaktadır. 1897 nüfus sayımında Sart (968.655), Özbek (726.534), Tarançi (56.469), Kâşgarlı (14.938) ve Türk (440.412) olarak gösterilmiş, 1939’daki sayımda 4.081.096 kişi Özbek diye kaydedilmiştir. Özbekler’in Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ndeki nüfusu 1959’da 6.015.416, 1970’te 9.195.093, 1989’da 16.697.825 kişiye yükselmiştir. 2000’de Özbekistan’da yapılan nüfus sayımına göre Özbekler’in sayısı 18.959.577’dir. Özbekistan dışında en çok Afganistan’da bulunurlar, sayılarının 2-3 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Ayrıca Tacikistan’da 1.197.841 Özbek yaşamaktadır. Tacikistan’da 1992-1995 yılları arasında yaşanan iç savaş sebebiyle Özbekler’in ve diğer Türk gruplarının büyük bölümü ülkeyi terketmiştir. Bu iki ülke dışında Kazakistan (456.997), Kırgızistan (768.400), Türkmenistan (317.033), Rusya Federasyonu (122.916), Ukrayna (12.353) ve diğer eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği ülkelerinde de Özbekler bulunmaktadır. 21 Ekim 1989’da Özbekistan Yüksek Meclisi, Özbekçe’yi devlet dili olarak kabul etmiş ve 1993’te Latin alfabesine geçilmiştir. Ülke yirmi yıldan beri İslâm Kerimov tarafından yönetilmektedir (bk. ÖZBEKİSTAN; ÖZBEKLER).
Şorlar. Kemerov bölgesinde Altay ve Hakas özerk cumhuriyetlerinde yaşamaktadırlar. 1959’da 15.274 ve 2002’de 13.975 kişi oldukları tesbit edilmiştir, sayıları giderek azalmaktadır. Adları literatürde Kuznets Tatarları, Çernevi Tatarları, Mrastı ve Kondomtsı ve Mrasski olarak da geçmektedir. Şor dilinin Türkçe’nin Uygur-Oğuz grubunun Hakas alt grubuna dahil olduğu kabul edilmektedir. Hakasça, Çulımca ve Altayca’nın kuzey lehçesi Şorca’ya yakındır. Şorlar’ın % 70’i 1926’dan 1939’a kadar Dağlık Şor Millî Bölgesi’nde yaşıyordu.
Tatarlar. 2002 yılı nüfus sayımı sonuçlarına göre Rusya Federasyonu’nda Tatarlar, Ruslar’dan sonra ikinci büyük etnik grubu teşkil etmekteydi (5.554.601). Ancak Tatarlar başta İdil-Ural bölgesi olmak üzere federasyonun her tarafında dağınık halde yaşadıklarından 3.779.265 kişilik Tataristan nüfusunun ancak % 45 kadarını (2.000.116 kişi) meydana getirmektedir. Tatarlar, Rusya Federasyonu’nda yaşayan Türk halkları arasında demografik bakımdan en karmaşık grubu oluşturmaktadır. Başta Azerbaycan (30.000), Belarusya (10.146), Kazakistan (249.229), Kırgızistan (31.400), Özbekistan (324.080), Türkmenistan (35.200), Ukrayna (73.304), Tacikistan (19.200) gibi eski Sovyet cumhuriyetlerinde 1 milyon civarında Tatar yaşamaktadır ve dünyadaki toplam Tatar nüfusu 6,5-7 milyondur. Sibirya Tatarları (9611 kişi) ve Astarhan Tatarları (2003 kişi), çarlık döneminde misyonerlerin baskısı sonucu ya da kendi istekleriyle Hıristiyanlığa geçen ve büyük çoğunluğu halen Tataristan’da yaşayan Kreşin Tatarları (24.668 kişi), Çelyabinsk bölgesinde yaşayan Nagaybekler de (9600 kişi) kendilerini ayrı bir etnik grup olarak kaydettirmişlerdir. Sovyetler Birliği döneminde yapılan nüfus sayımlarında ise kendilerini Tatar olarak yazdırıyorlardı. Tatarlar, 365 yıl (1552-1917) başka bir devletin egemenliği altında yaşamalarına rağmen milliyetlerini, dillerini ve dinlerini korumuşlardır. Bilim adamları Tatarlar’ın millî kimliklerini korumasında İslâm dininin etkisinin büyük olduğunu belirtmektedir (bk. TATARİSTAN; TATARLAR).
Teleütler (Tele-ut, Tele-et). Altay Özerk Cumhuriyeti’nin Şebalin bölgesinde Sema nehrinin kıyısında ve Altay bölgesinin Çumiş ilçesindeki Büyük ve Küçük Baçat nehirlerinin kenarında yaşamaktadırlar. Eski dönemlerde Türkleşmiş bir Moğol boyu oldukları ileri sürülmekteydi. Fakat Türkolog N. Baskakov, Teleüt dilinin Kırgız-Kıpçak grubuyla ilişkilerini ortaya koymuştur.
Tofalar. Tofa adı V. yüzyıl Çin kaynaklarında Toha şeklinde geçmekte olup Yenisey bölgesinde yaşayan bir halk olarak gösterilmektedir. Kendilerini Tofa, Topa, Toha, Tıva diye adlandırırlar. Eski dönemlerde Karagas da denilirdi. Bazı bilim adamları nesillerinin Uygurlar’dan geldiğini söylemektedir. Rusya Federasyonu’nun Sibirya Federal Bölgesi’nde Irkutsk oblastının Nijneudinsk ilçesinin Tofalar ve Verhnegutar (Yukarı Gutar) köylerinde yaşamaktadırlar. Sayıları 150 yıldır 500-900 arasında değişmesine rağmen dilleri ve kendileri yok olmamıştır. Nüfusları 2002’de 887 idi. Tofaca ve Tuvaca Türk dilinin Sayan grubuna dahildir. Türk dilinin arkaik özelliklerini taşıyan Tofaca’yı fonetik, morfolojik ve söz varlığı bakımından Türkçe’nin ayrı bir kolu sayanlar da vardır. 1989 yılına kadar yazısız bir dil olarak varlığını muhafaza etmiş, aynı yıl Kiril harflerinden bir alfabe ihdas edilerek ilkokul birinci ve ikinci sınıflar için Tofaca ders kitapları hazırlanmıştır. Nüfuslarının azlığı, dillerinin yazısız olması, çevrelerinde yaşayan Buryat, Rus, Tuva gibi halkların dillerinin nüfuzu neticesinde Tofaca’nın söz varlığı gittikçe azalmaktadır ve sadece evlerde konuşularak varlığını sürdürmektedir. 2002 yılı nüfus sayımında sadece on dört kişi Tofaca’yı serbestçe konuşabildiğini ifade etmesine rağmen nüfusun % 43’ü ana dili olarak Tofaca’yı belirtmiştir.
Tuvalar. XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Moğolistan’ın hâkimiyeti altında bulunan Tuva daha sonra Çin hâkimiyetine geçmiştir. Milliyetçi Tuva halkı nüfusunun azlığına rağmen 1911’de Çin’de Sun Yat Sen liderliğinde yapılan ihtilâli fırsat bilerek bağımsızlığını ilân etmişse de bu bağımsızlık uzun sürmemiş, üç yıl sonra Rusya’nın himayesini kabul etmek zorunda kalmıştır. Rusya’da 1921’de Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti ilân edilmiştir. Sovyetler Birliği, II. Dünya Savaşı sırasında yarı bağımsız Tannu’yu -Tuva Devleti- işgal etmiştir. Bu savaş yıllarında Tuva’nın nüfusu 70.000 civarındaydı. Bunun 50.000’ini Tuvalılar, 16.000’ini Ruslar teşkil ediyordu. 1944 yılına kadar yarı bağımsız kalan Tannu-Tuva Halk Cumhuriyeti 11 Ekim 1944’te Sovyetler Birliği’ne dahil edilerek muhtar bölge statüsü verilmiş, 10 Ekim 1961’de bu statü değiştirilerek Özerk Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti olmuştur. 1991’den sonra Rusya Federasyonu içinde bir cumhuriyet statüsü kazanmış ve 1993’te adı Tıva olarak değiştirilmiştir. Tuvalılar’ın nüfusu 1959’da 100.145 ve 2002’de 243.442 idi; 235.313’ü kendi cumhuriyetinde yaşamaktaydı. Rusya Federasyonu’nda bulunan Türk halkları arasında kendi dilini % 99 oranında ana dili olarak gösteren tek halktır. Nüfusları az olmasına rağmen millî benliklerini iyi korumuşlardır. 1930’da yazı dili Latin harfleri esasına göre düzenlenmişti, 1941’de diğer Türk lehçelerinde olduğu gibi Tuvaca için de Kiril harfleri icat edilmiştir. Zengin destanlara sahip olan Tuva halkının en meşhur destanı Keser’dir ve 1963’te neşredilmiştir. Salçak Toka, Sovyet devri yazarlarının en meşhurlarındandır. Tuvalılar şamanistti, sonraları aralarına Moğolistan’ın etkisiyle Lamaizm de girmiştir.
Tuvin-Todjinler (Tuga/Tuha). En eski Türk halklarından biri olup konuştukları dil Tuvaca’nın bir lehçesidir. Tuva Özerk Cumhuriyeti’nin kuzeydoğudaki Tuva-Todja bölgesinde yaşarlar; bölge hayvan ve bitki örtüsü bakımından dünyanın en zengin yerlerinden biridir. Dağlık kesimde yaşadıklarından diğer halklardan tecrit edilmiş durumdadırlar. Arkaik Türkçe yer adları açısından zengin olan bölgede XIX ve XX. yüzyıllarda yer altı ve yer üstü kaynakları bulunmuştur. Bölgeye Ruslar’ın iskânı neticesinde asimilasyon başlamış ve halk ana dilini unutmuştur. 1931’de yapılan nüfus sayımında yerli halk 2115 kişi idi; 2002 yılında sayıları 4442 kişiye çıkmıştır.
Türkmenler. Oğuzlar İslâmiyet’i kabul ettikten sonra Türkmen adıyla anılmaya başlanmıştır. Afganistan, İran, Irak, Suriye gibi çeşitli devletlerin egemenliği altında yaşayan Türkmenler’in sayısı bugün bağımsız bir ülke olan Türkmenistan’da yaşayanlardan daha fazladır (bk. TÜRKMENİSTAN; TÜRKMENLER).
Uygurlar. Doğu Türkistan’da zengin bir tarihe ve köklü bir kültüre sahiptirler. Günümüzde Çin Halk Cumhuriyeti’nin Sincan-Uygur Özerk Bölgesi (14-15 milyon), Kazakistan (224.713), Kırgızistan (48.500), Özbekistan (19.526), Türkmenistan’da (1989’da 1328) ve Rusya Federasyonu’nda (2862), Suudi Arabistan, Türkiye, Amerika ve Avrupa ülkelerinde (15-20.000) bulunmaktadırlar (bk. UYGURLAR).
Yakutlar (Sahalar, Saha ve Uranhay Sahalar). Kuzeydoğu Sibirya’da Yakut Cumhuriyeti’nde yaşamaktadırlar. 1926’da 240.709 kişi olan nüfusları 2002’de 443.852’ye ulaşmıştır (bk. YAKUTLAR).
BİBLİYOGRAFYA
N. Aristov, Ob etniçeskom sostave Tyurkskih plemen i narodnostey, Petersburg 1896, s. 283-456.
S. A. Tokarev, Etnografiya Narodov SSSR, Moskva 1958, s. 410.
S. P. Tolstova, Narodı sredney azii i kakahstana II, Moskva 1963, s. 154-185.
Narodnoe Hozyaystva i Kulturnoe Stroitelstvo Baskirskoy ASSR, Ufa 1964.
Ahmet Temir, “İdil-Ural ve Yöresi”, TDEK, s. 1251-1271.
İsa Yusuf Alptekin, Doğu Türkistan Davası, İstanbul 1981.
İ. Kalmıkov – R. Kereytov – A. Sikaliev, Nogaytsı, Çerkessk 1988, s. 54-61.
Harun Güngör – Mustafa Argunşah, Gagauz Türkleri: Tarih-Dil-Folklor ve Halk Edebiyatı, Ankara 1991.
Nadir Devlet, Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi: Çağdaş Türkîler (ek cilt), İstanbul 1993.
a.mlf., “Sibirya’daki Halkların Demografik ve Ekonomik Potansiyelleri”, Sibirya Araştırmaları (haz. Emine Gürsoy-Naskali), İstanbul 1997, s. 25-46.
a.mlf., “Federe ve Muhtar Türk Cumhuriyetleri”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, XX, 15-47.
a.mlf., “Tataristan Cumhuriyeti”, a.e., XX, 48-57.
D. Şabaev, Pravda o vıselenii balkartsev, Nalçik 1994, s. 23-78.
Nevzat Özkan, “Gagavuz Türk Edebiyatı”, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi: Romanya ve Gagavuz Türk Edebiyatı, Ankara 1999, XII, 182 vd.
M. Demidov, Postsovetskiy Türkmenistan, Moskva 2002, s. 12-24.
Etniçeskiy atlas Uzbekistana (haz. Alişer İlhamov), Taşkent 2002, s. 5-288, 320-339.
Erkin Emet, “Doğu Türkistan Özerk Cumhuriyeti”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, XX, 276-281.
Yaxiong Du, “Batı Yugur (Sarı Uygur) Türkleri ve Kültürleri” (trc. Nurşen Özsoy), a.e., XX, 323-330.
Ömer Turan, “XX. Yüzyılda Türk Toplulukları”, a.e., XX, 331-360.
Özdemir Çobanoğlu, Anavatandan Anavatan’a Bir Gagauz, İstanbul 2003, s. 45-111.
F. Angeli, Oçerki istorii gagauzov potomkov oguzov (seredina VIII-naçalo XXI vv), Kişinev 2007, s. 381-573.
V. M. Ploskih – D. D. Djunuşşaliev, İstoriya kırgızov i kırgızstana, Bişkek 2007, s. 287-323.
Azerbaycan Tarihi: 1941-2002-ci iller (ed. T. Gaffarov), Bakü 2008, s. 190-371.
B. Kubaev, Karaçaevtsı i balkartsı v XX stoletii, Bişkek 2009, s. 34-76.
M. İbragimov – A. İbragimov, “Kumıki, Kumıkskiy Entsiklopediçeskiy”, Slovar, Mahaçkala 2009, s. 90-93.
A. Popov, “Poezdka k Dolganam”, SE, sy. 3-4 (1931), s. 55-57.
a.mlf., “Materialı po rodovomu stroyu dolgan”, a.e., sy. 6 (1934), s. 116-139.
a.mlf., “Olenevodtsvo i dolgan”, a.e., sy. 4-5 (1935), s. 184-205.
M. Sergeev, “Tofaları segodnya (K istorii natsionalnogo stroitelstva)”, a.e., sy. 4 (1940), s. 55-57.
S. Vaynşteyn, “Rodovaya struktura i patroniçeskaya organizatsiya u tofalarov (do naçala XX veka)”, a.e., sy. 3 (1968), s. 60-67.
V. Krivonosov, “K sovremennoy etniçeskoy situatsii v Tofalarii”, a.e., sy. 5 (1987), s. 162-173.
“Krasnaya kniga yazıkov maloçislennıh tyurskih narodov Rossi”, Tatar Dönyası, sy. 2, Moskva 2004, s. 3-5.
Nuri Gürgür, “Doğu Türkistan’ın Dünü, Bugünü ve Yarını Üzerine”, TY, sy. 264 (2009), s. 2-8.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 482-487 numaralı sayfalarda yer almıştır.
II. KÜLTÜR ve MEDENİYET
Müellif: İbrahim Kafesoğlu
1. Genel. İslâm Öncesi Türk Kültür ve Medeniyeti. Orta Asya’da yapılan arkeolojik araştırmalara göre Türk tarihi milâttan önce 2750 yıllarına kadar geri gitmektedir. İslâm öncesi Türk kültürü göçebelik kültürüyle karıştırılmıştır. Türkler’in ekonomisinin hayvancılığa dayanması, yaylak-kışlak hayatı bu yanılgının başta gelen sebebi olsa gerektir. Türk kültürü göçebeliğin değil bozkır kültürünün özelliklerini taşımaktadır. Türkler’de sistemli bir besicilik, inançta göktanrıcılık, ailede adalet, mâzide tarihîlik, ahlâkta alplik gibi özellikler varken göçebelerde daha çok asalak ekonomi, çok tanrıcılık veya totemcilik, aile çevresini aşmayan bir hâkimiyet anlayışı (aşiret devleti) ve tarihsizlik görünmektedir. Ayrıca Türk maddî kültüründe temel teşkil eden at ve demir de göçebelikte yoktur. Bozkırlarda doğup gelişen bozkır kültürünün sahipleri savaşçı insanlar olan çoban Ural-Altay kavimleridir. At bunlar tarafından ehlîleştirilmiş, demir bunlar tarafından işlenmiştir. Bozkır kültürünün Türkler’e mahsus olduğu son Andronovo kazılarından da anlaşılmıştır. Türk soyundan gelen savaşçı Andronovo insanının kültüründe esas rolü oynayan at ve demirin büyükbaş hayvan yetiştiren yerleşik (köylü) kültüründe (İndogermenler’de vb.), devşirmecilik ve avcılıkla meşgul göçebe kültüründe (Moğollar’da, çöl kavimlerinde) önemli yer tutmaması Proto-Türkler’in bozkır kültürünün gerçek sahibi ve yayıcısı olduğunu göstermektedir.
W. Koppers, atın ehlîleştirilmesi ve atlı-çoban kültürün ortaya konmasının ilk Türkler’e bağlanabileceğini, bu başarının kavimlerin ve diğer kültürlerin gelişmesinde önemli sonuçlar verdiğini, F. Flor, atın binek hayvanı olarak kullanılmasının dünya tarihinde çok önemli ve tarımcı hayvancılığın çok üstünde bir kültür merhalesi teşkil ettiğini belirterek atın Türkler tarafından ehlîleştirilerek insanlığın hizmetine sokulduğunu, W. Schmidt de Türkler’in ata binen ilk insanlar olduğunu kaydeder. At en eski çağlardan beri Türkler’in siyasal, ekonomik, sosyal ve dinî hayatında önemli rol oynamıştır. Türkler sürüler halinde yetiştirdikleri atın etini yer, onu kurban olarak sunar ve özellikle savaş atlarından binlercesini yabancı ülkelere satarlardı. Çin belgelerine göre Hunlar’dan önceki Çin’in kuzey kavimleri atla muharebe usullerini bilmiyorlardı; Çinliler de atı yalnız savaş arabalarında kullanıyorlardı. Okçu Hun savaşçısı küçük yaşta eğitiliyor, büyüdüğü zaman mükemmel bir atlı muharip oluyordu (Ligeti, s. 37, 40). Hunlar at üstünde yer içer, alışveriş yapar, konuşur ve uyurlardı. At başka kavimleri yalnız sırtında taşıdığı halde Hunlar at üstünde ikamet ederdi. VII-X. yüzyıl Bizans kaynaklarında Türkler’in sanki at üstünde doğdukları ve yerde yürümesini bilmedikleri kaydedilmektedir.
Eski Türk kültürünün dünya tarihinde iki önemli etkisinin bulunduğu tesbit edilmiştir. Bunlardan biri besiciliği geliştirmek ve yaymak suretiyle ekonomik, diğeri yüksek teşkilâtçılık yoluyla sosyal etkidir. İnsanların henüz teknik bilgiye sahip olmadıkları devirlerde, yaşayabilmek için coğrafî şartlara uymak zorunda kalan kitlelerden kendilerini toprağa bağlayan tarım bölgelerinde oturanlar ancak çapa, tekerlek gibi küçük aletler icat etmek ve ilkel barınaklar yapmak suretiyle yerleşik kültürün temellerini atarken bozkırda yaşayanlar yine coğrafî şartlar gereği besiciliğe sarılmışlar, böylece kendi kültürlerini oluşturmaya girişmişlerdir. Yerleşik insan, elindeki küçük arazinin sağladığı imkânlarla sınırlı kalmak mecburiyeti karşısında bir nevi tevekküle bağlanırken bozkırlı, sürülerin karnını doyurmak için yeni yeni otlaklar peşinde iklimden iklime koştuğundan dünyayı kendisine dar gören bir tip haline gelmiştir. Yerleşik insan, bir ailenin sınırlı menfaatleri dışında herhangi bir hak davası gütmeye ve daha geniş bir cemiyet yapısının gereklerini düşünmeye ihtiyaç duymazken bozkırlı kalabalık sürüleri türlü manevralarla kışın birbirinden uzak yerlere götürmek, otlakları ve suyu silâhla muhafaza etmek, hayvanları yaylak ve kışlaklarda barındırmak, diğer sürü sahipleriyle anlaşmalar yapmak ve aralarındaki anlaşmazlıkların çözümü için bir hakem heyeti tesis etmek, buna meşruiyet kazandırmak gibi hukukî yollar aramak zorunda kalmıştır. Böylece bozkırlı, çobanlığın geliştirdiği sevk ve idare kabiliyetini, emretme ve itaat alışkanlığını hayvan sürülerinden insan kitlelerine intikal ettirme ve başka bir dünya görüşü elde etme şansına erişmiştir. Bozkırlı unsurlar, zamanla yerli çiftçi-köylü üzerinde hâkim duruma geçerek idarî-askerî teşkilât kurmuşlardır.
Türkler demir madeni sayesinde çiftçi-köylü üzerinde kolayca siyasî hâkimiyet kurabilmişlerdir. Demir çağı bu madenden çok sayıda alet ve silâh yapılması ile başlamıştır. İnsanlık tarihinde bir çağın açılmasına başlangıç teşkil edebilecek miktarda demir madeninin varlığı eski Türk yurdunda farkedilmiş ve işlenmeye geçilmiştir. Demir işleyiciliğinin Orta Asya’daki kesin tarihi bilinmiyorsa da bunun milâttan önce II. binyılın başlarına rastlaması gerekir. Daha o asırlarda Türkler’in geniş sahalara hükmedebilmesi, sürat bakımından atın sağladığı üstünlük yanında vurucu silâh olarak demir aletlerin onlar tarafından kullanılmış olması ile açıklanabilir. Altaylar’ın batısında bol miktarda demir üretildiğini söyleyen W. Ruben, belgelerden hareketle bu Türk sahasının demir kültürünün doğduğu yer olarak kabul edilmesi gerektiğini söyler. Demir (tieh-fa) ve kılıcın (king-lu) Çin kaynaklarında geçen en eski Türkçe kelimeler olduğu unutulmamalıdır. Demir ve demirciliği kutsal mertebeye yükselten bu kültür Türkler’in atalarını diğer topluluklardan çok farklı bir yaşayış tarzına götürmüştür. Savaşçılık kabiliyetlerini iyice güçlendiren demircilik yanında otlak ve su için mücadeleler dolayısıyla metaneti artan bozkırlı, aynı zamanda huzur içinde yaşayabilmek için insanların birbirine saygı duyması gerektiğini öğrenmiş ve kitleleri sürekli barış halinde tutabilmek için toplulukta uyulması zorunlu hukuk düşüncesine ulaşmıştır. Bu ise devlet fikrinin doğuşudur. Türkler, savaşçılık ve hukuk fikri yanında yine at sayesinde sağladıkları sürat ve sahip bulundukları demir vasıtasıyla kendilerine bağladıkları insanları yönetmek üzere siyasî kadrolar teşkil etmiş, muhtemelen ilk kanun koyucu millet olmuştur. Bu kültürün kökeni hakkındaki nazariyeler ve diğer açıklamalar yaklaşık bir tarih tayin etme imkânını sağlamaktadır. Viyana ekolüne göre bu tarih milâttan önce II. binyıl başları olmalıdır. Andronovo kültürünü ortaya koyan savaşçı atlı kavmin milâttan önce 1700-1500’lerde etrafı etkilemeye başladığı ifade edildiğine göre bozkır kültürünün bu tarihte belirgin bir nitelik kazandığı kabul edilebilir. Bu tahmin Viyana ekolünün vardığı sonuçlara, dil araştırmaları neticelerine, arkeolojik belgelere ve antropolojik malzemeye uygun düşmektedir.
Milâttan önce 1700’lerden itibaren ortaya konulup zamanla geliştirilen ve bozkır kültürü denilen Türk kültürünün özellikleri şöylece sıralanabilir: 1. Aile. Türkler, uzun ve hareketli tarihleri gereği çeşitli yerlerde ve değişik dönemlerde farklı sosyal yapılarda görünmekle beraber Orhon yazıtlarına dayanarak İslâm öncesi Türk sosyal yapısını ana hatları ile tesbit etmek mümkündür. Buna göre eski Türkçe’de “oguş” denilen aile cemiyetin çekirdeği durumundadır. Göktürk devri kitâbelerinde yer alan evlenme tabiri erkek veya kızın baba ocağından ayrılıp ayrı bir ev (aile) kurduğunu gösterir. Bu serbest yaşayan küçük aile tipidir ve kan akrabalığına dayanmaktadır. Aile içi düzen velâyet (dost, yardımcı) anlayışına, ev ekonomisiyle çocuk terbiyesinde başlıca rol oynayan anneye saygı gösterilmesi yanında baba otoritesinin geçerli olduğu bir hukukî temel üzerine kuruludur. Genellikle monogami ve kadının özel mülkiyet hakkı yürürlüktedir. Böylece saygı ve adaletin kaynaştığı eski Türk ailesinde köle ruhu aşılanmayan yeni nesiller yetiştirme imkânı elde edilmiş, kadın her sosyal kademede söz ve karar sahibi olmuştur. 2. Uruğ. Aynı soydan aileler topluluğu olan uruğlar birleşerek boyları kurarlar. 3. Boy. Başında cesareti, ahlâkı, tecrübesi ve serveti dikkate alınarak uruğ başları tarafından seçilen bir bey bulunur. Bey gerektiğinde boyunu silâhla müdafaa edecek askerî güce sahiptir. Buna göre boy bozkır cemiyetinde ilk siyasî karakterli birliktir. Bir ittifaka dahil olan boya “ok” deniyordu. 4. Budun. Boylar ortak çıkarlarını korumak amacıyla aralarında iş birliği yaptıkları zaman budunlar ortaya çıkıyordu. 5. Devlet (il). Türk sosyal yapısında en üst seviyedeki kuruluş olan il (el) müstakil boylar ve budunların tek idare altında toplanmasıyla teşekkül ediyordu. Türk devleti, bozkırlarda dağınık halde yaşayan birçok sosyopolitik ünitenin birbirine bağlanmasından doğan sosyal halkalar birliği tarzında kuruluyordu. Bu durum yerleşik devlet tipinden tamamen farklıdır. Bu devlet tipi, tek bir sosyokültürel çekirdeğin güçlenmesi ve nüfuzunu coğrafî bakımdan genişletmesi şeklinde oluşan yerleşik devletten çok daha avantajlıdır. Zira sosyokültürel nüvenin kudretini kaybederek çöken yerleşik devletin güçlükle toparlanabilmesine veya tarihe gömülmesine karşılık bozkır devletinde merkezî iktidar zaafa uğradığı zamanlarda boy ve budunlar, aynı yerde veya başka bir bölgede yeni ittifaklarla devlet mekanizmasını tekrar işletebiliyorlardı. Bu çok önemli içtimaî-idarî esneklik sebebiyle Türk milleti, zaman zaman mekân ve hânedan değiştirip taşıdığı bu özelliği iyi değerlendiren liderleri sayesinde siyasî kuruluşlarını tazeleyip günümüze kadar sürüp gelmiştir. Tarihte Türk devletlerinin çokluğuna bakarak bunu sosyal düzenin devamsızlığına bağlamak ve Türkler’de devlet hukukunun mevcut olmadığı sonucuna varmak doğru değildir. Tam aksine Türk sosyal hayatını düzenleyen zorunlu kurallar bütünü diye açıklanan örf ve geleneklerin, yazılmamış kanunun (töre) çok önemli bir yeri vardır. Töre özel hukuku olduğu kadar kamu hukukunu da düzenlemekteydi. Hakanın ilk yaptığı işlerden biri töreyi gerekli hükümlerle pekiştirip ülkede yürürlüğe sokmaktı. Mo-tun, Bumın, İlteriş ve Kurum hanlar töreyi gerekli değişikliklerle güçlendirmişlerdir. XI. yüzyılda Yûsuf Has Hâcib’in siyaset kitabı Kutadgu Bilig’e göre töre şu dört ilkeyi içermekteydi: Adalet, eşitlik, faydalı olma, evrensellik. Türk kanunlarında bu ilkelerin dışına çıkılmamıştır. Türk devleti (il) töresiz olmazdı. Dîvânü lugāti’t-Türk’te “İl gider, töre kalır” şeklinde bir Türk atasözü yer alır. Devlet başkanının kim olacağı, nitelikleri, görevleri töreye göre belirlenmiştir. Milletin hürriyeti, ilin istiklâli törenin teminatı altındaydı ve töre hükümlerinin uygulanmasına bağlıydı. Töreye başta hükümdar olmak üzere herkes riayet etmiş, ihmali durumunda millî birlik zedelenmiş, devletin istiklâli sarsılmıştır.
Eski Türkler’de ülke (uluş), hükümdar ailesinin istediği gibi tasarruf edebileceği özel mülkü değil milletin malıydı. Hükümdar onu korumakla yükümlüydü ve idarî yönden hânedan üyelerinin sorumluluklarına verilirdi. Fakat millet malı olduğundan taksim edilmez, daima bütünlüğünü korurdu. Çin yıllığı Shih-chi’ye göre milâttan önce III. yüzyılın sonlarında Türkler’den çorak bir arazi parçasını talep eden Moğol Tung-hular’a Mo-tun millete ait mülkü başkasına vermeye yetkili olmadığı cevabını vermiş, ısrar karşısında savaş açarak Tung-hular’ı yenilgiye uğratmıştı. Türkler’de vatan anlayışı hürriyet ve bağımsızlık fikriyle birlikte yürümektedir. Türkler yalnız hür ve bağımsız yaşadığı toprağı ülke saymakta, bu şartların bulunmadığı yerleri terkedip gitmektedir. Toprağa bağlı yerleşik kültür topluluklarının yerlerinden ayrılmamak için kolayca esarete boyun eğmelerine karşılık Türkler’in esaret ve köleliğe boyun eğmeyip kendilerine hür yurtlar bulmak amacıyla yeni iklimlere doğru yönelmeleri her zaman mümkündü.
Eski Türk devletinde halk yetki ve imtiyaz bakımından tabakalara bölünmüş değildi. Türk kültürünün mânevî havası ve maddî hayat tarzı seçilmiş sınıfların teşekkülüne elverişli olmadığından toplumda aristokrat, köle gibi kademelendirmeler görülmüyordu. Barış zamanlarında eski Türk ilinde herkes dilediği işte çalışmakta, kendi zanaat ve mesleğini icra etmekteydi. Orhon yazıtlarında kısaca belirtilen Türk kozmogonisine göre insanlar arasında soy, dil, din farkları gözetilmediğinden yeryüzündeki “kişi oğlu”nu idare etmek için hükümdar tayin edilen Türk hakanı tebaası olan kitleleri tabakalara bölme hakkına sahip değildi. İnsanlar her yönden birbirleriyle eşitti. Nitekim Kutadgu Bilig’de halk mesleklerine, meşguliyetlerine göre tanıtılmış, asilzadelerden, kölelerden söz edilmemiştir. Bu eserde, Orhon yazıtlarında ve Dîvânü lugāti’t-Türk’te geçen “kul” kelimesi diğer milletlerdeki gibi “her türlü haktan mahrum köle” anlamında değil “başkasına hizmet eden kişi” anlamında kullanılmıştır. Esasen Türkler’de kölelik olmadığından Türkçe’de köle tabiri de yoktur. Bu kelimenin Türkçe’ye sonradan girdiği anlaşılmaktadır; buna ilk defa XIX. yüzyılda Kırım lehçesinde rastlanmıştır. Çin ve Orta Asya Türk devletlerinde, Uygurlar’da ve bazı İslâmî devir kayıtlarında köleyi ifade eden kelime ve tabirler yabancı kültürlerin izlerinden ibarettir. Zira eski çağlarda toprağa bağlı insanlar, yaşamak için zorunlu olan enerjiyi kendi aralarındaki niteliksiz kimselerin kol kuvveti sayesinde sağlıyorlardı. Ekonomisi besiciliğe dayalı bozkır kültüründe ise bu ihtiyacı başta en yüksek kas kuvvetine sahip olan at karşılıyordu. Orman ve köy topluluklarında hâkimiyeti bir defa ele geçiren gruplar türlü zorbalıklarla uşaklık yaptırdıkları kitleleri (Eski Mısır’da, Asur ve Bâbil’de esir sürüleri, Çin’de boyunduruk vurularak çifte koşulan mahkûmlar, Eski Yunan’da Aristo’nun “canlı alet” dediği köleler, Roma’da benzerleri, Hint’te paryalar, Moğollar’da boğollar vb.) hayvanlar gibi kullanmak üzere özel kanunlar çıkarıp sınıf veya kast cenderesinde inletirken insanın kol kuvvetine gerek duyulmayan eski Türk kültüründe özel mülkiyet ve serbest iş esasında gelişen sosyal âdetler zamanla töre hükümleri halinde kanunî kesinlik kazanmıştır.
Tarihî olguların yanında sosyoloji ve etnoloji araştırmaları sınıf anlayışı ve imtiyazlı grupların teşekkülünün, bu arada toprak köleliği ve genelde kölelik ve derebeyliğin doğrudan doğruya toprağa bağlı topluluklarda görülen yerleşik kültürün ürünü olduğunu ortaya koymuştur. Bunların bozkırlı toplumlarla ilgisi yoktur. W. Eberhard ve A. Kollautz gibi etnologların ifadesine göre bozkırlı hayat tarzında gerçek feodalite bulunmaz. Zira imtiyazlı tabakaların teşekkülüne yol açan geniş araziye sahip olma, askerliği meslek edinme ve ruhanîliği temsil etme şartlarının hiçbiri Türk kültüründe gelişme imkânı bulamamıştır. Tarımın ekonomik faaliyet içinde cüzi bir yer tuttuğu bozkır sahasında büyük tarım arazilerinin meydana gelmesi mümkün değildir. İkinci olarak Türk devletinin atın sürati ve demirin vurucu gücü dolayısıyla kazandığı askerî karakter gereği kadın-erkek her Türk iyi savaş terbiyesi almıştı ve daima cenge hazır durumdaydı, dolayısıyla askerlik özel bir meslek sayılmazdı. İnsanlar muharebe ve mücadele alanlarında şahsiyetlerini bulur ve kahramanlıkları ölçüsünde toplumda yerlerini alırlardı. Eski Türk topluluğunda cesur ve iyilik sever, saygılı kişi (alp) ideal insan tipi kabul ediliyordu. Üçüncü olarak eski Türk dini mensupları imtiyazlı değildi; zira Türk sosyal üniteleri dinî karakter taşımıyordu. Orhon yazıtları dahil bozkır belgelerinde din adamlarından bahsedilmemesi bu yönden dikkate değer bir husustur.
Başta hükümdar olmak üzere Türk idarecileri devleti devlet yapan, hakanı başarılı kılan halkın hukukunu gözetmekle yükümlüdür. Millet hakana itaat edecektir, fakat hakanın da millete karşı vazifeleri vardır. Yazıtlarda ve Kutadgu Bilig’de belirtildiği üzere bu görevler tebaa aç ise doyurmak, çıplak ise giydirmek ve sayıca az ise çoğaltmaktır. “Milletten fakir adını kaldırmayan biri nasıl hükümdar olur?” diye sorulan ve Türkler’de bey olmak için hizmet etmek gerektiği belirtilen Kutadgu Bilig’de halkın devlet reisinden adaletli kanun, asayiş ve malî istikrar beklediği anlatılır. Bunları gerçekleştirmek vaadiyle iş başına gelen yönetici icraatından dolayı Tanrı’ya hesap vermek durumundadır. Çünkü Türk düşüncesine göre yüz binlerce veya milyonlarca insanın canı ve malı kendine emanet edilen kişi, Tanrı’nın sevgisine mazhar olarak kitleleri idare etme hak ve salâhiyetini Tanrı’dan almaktadır. Türk kozmogonisine göre, Türk devlet başkanı Tanrı’dan aldığı yetkiyle yeryüzündeki bütün insanları evrensel törenin himayesine alma konusunda kendini görevli sayıyordu. Bu, Tanrı iradesinin gerçekleştirilmesi demekti. Asya Hunları’ndan itibaren Osmanlılar dahil her Türk devletinde yaşatılan bu ideal “güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” ibaresiyle formüle edilmiştir. Bundan dolayı Dîvânü lugāti’t-Türk’te Türk kahramanı Alp Er Tonga “acun begi” diye gösterilmiştir. Selçuklu sultanları ve bazı Osmanlı padişahları da aynı yolda yürümüşlerdir. Türk hükümdarı, dünya çapında iktidara sahip olmak için ilâhî bağış yoluyla aldığı idare yetkisini (kut) kullanırken daima Tanrı’ya karşı sorumlu bulunduğundan şahsî takdir ve duygularına göre değil töre hükümleri çerçevesinde faaliyet göstermek zorundadır. Türk hükümranlık telakkisini diğer milletlerinkinden ayıran en önemli nokta budur. Devlet başkanının icraatının töre çerçevesinde kısıtlanması Türk hâkimiyet anlayışının aynı zamanda kanunî vasfını ortaya koymaktadır. Töreyi uygulamakda âciz kalan, güvenliği sağlayamayan ve halkı ekonomik sıkıntıdan kurtaramayan hükümdarın beceriksizliğinin sebebi Türk halkınca Tanrı’nın “kut”u ondan geri aldığı inancına bağlanmış, gerektiğinde zor kullanılarak değiştirilmesi meşrû kabul edilmiştir. Bunun bir örneğine 716 yılında Göktürk tarihinde rastlanmaktadır.
Aile ve ordu (sü) eski Türk topluluklarını ayakta tutan iki önemli kurumdur. Türk ordusu hakkında ilk inanılır bilgileri veren Çin yıllığı Shih-chi’ye göre Asya Hun İmparatoru Mo-tun’un bulduğu, Türk siyasî kuruluşlarının tam bir disiplin içinde yürümesini sağlayan onlu sistem önce askerî, ardından sivil alanda uygulanmıştır. Tümen denilen 10.000 mevcutlu birlik sırasıyla 1000’lere, 100’lere, 10’lara ayrılıyor ve her bir grup kumanda zinciri içinde birbirine bağlı olarak eğitiliyor, böylece farklı sayılarda erlerle orduya katılan kütlelerdeki kabilecilik asabiyeti kırılıp ülkenin insan gücü tek bir kuvvet halinde birleşiyor, âdeta bir millî birlik meydana getiriyordu. Sivil görevlerde çalışan, aynı zamanda belirli miktarda askere kumanda eden asker kişiler olduğundan 10’lu düzen cenaze törenlerine kadar tatbik sahası buluyordu (ordu millet). Çağına göre en yüksek nitelikte silâhlarla donatılan Türk orduları, büyük çoğunlukla manevra kabiliyeti yüksek bozkır savaş atlarından meydana gelen hafif süvari birlikleri olduğundan eğitim tarzları ve savaş usulleri ağır teçhizatlı, kitle muharebesi yapan yaya erlerden kurulu diğer milletlerinkinden farklıydı ve süratli oluşu sebebiyle başarıya daha kolay ulaşabiliyordu. Sahte ric‘at ve pusuya dayalı sistem (turan taktiği / kurt oyunu) yerleşik ordular karşısında daima zaferin teminatını teşkil etmiştir. Ordu Türk kültürünün yabancılar tarafından ilk taklit edilen kurumu olmuş, İran’da, Yunan’da, Roma’da, Çin’de, Bizans’ta, Doğu Avrupa’da, Balkanlar’da ve Asya’da çeşitli tarihlerde yürütülen reform hareketleriyle askerî güçler Türk ordularına benzetilmiştir. Savaş zamanlarında yırtıcılığı ile ünlü olduğundan kurda (börü) benzetilen Türk ordusu çeviklik ve sağlamlığını spor faaliyetlerine borçluydu. Okla vuruş yarışları, at koşuları, güreş, cirit, her çeşit top oyunları, bazan hükümdarların da katıldığı yüz binlerce kişi ile çıkılan, çok kere haftalarca devam eden, gerçek askerî manevra niteliğindeki sürek avları kadın-erkek bütün Türkler’ce sevilerek yapılan spor faaliyetleriydi.
Askerî karakteri titizlikle korunan eski Türk topluluklarında savaş aletleri imalâtı yanında yaygın bir sanayi de mevcuttu. Her an savaşabilecek durumda olan kalabalık orduların giydirilmesi, donatılması, beslenmesi, ikmal işlerinin düzenlenmesi bunu gerektiriyordu. Türkler yiyecek ihtiyaçlarından bir kısmını kendileri tarımcılık yaparak temin ediyorlardı. Özellikle Batı Türkleri (Bulgarlar) buğday, arpa, burçak, elma, üzüm yetiştiriyordu. Hunlar darı, buğday, fasulye ekiyor, Göktürkler tarlalarını sulamak üzere kanallar açıyor, Uygurlar üzüm yetiştirip şarap yapıyor, Bulgarlar tuz çıkarıyordu. Bununla birlikte Türkler gıdalarının önemli kısmını komşularından alıyorlardı. Buna karşılık madencilikteki tecrübeleri dolayısıyla altın, gümüş işliyorlar ve tahta oymacılığında, marangozluk, süslemede, at koşum takımları, halı, kilim, keçe imalâtında, dokumacılık ve otağcılıkta üstün kabiliyet gösteriyorlardı. Bozkır Türkleri kendilerine mahsus bir düşünce sistemi ve ahlâk anlayışına sahiptir. Eski Türkler’e at insan ruhunu okşayan iki beşerî imkân sağlamıştır. Biri at üstünde insanın kendini başkalarından daha üstün hissetmesi, ikincisi atın sürati sebebiyle kısa zamanda istenilen yere ulaşabilme özlemini gidermesidir. Bozkırlı Türkler tarihte bu hususları gerçekleştiren ilk topluluk olarak görünmektedir. Üstünlük duygusu cihanşümul devlet anlayışının desteğiyle eski Türkler’de -O. Menghin’in ifadesiyle- beylik gururunu uyandırıyor, ikincisi geniş ufuklara hükmetme arzusunu kamçılıyordu. Bunu fiiliyat sahasına çıkarmak için gerekli araç ise demirdi. Beylik duygusu, insan sevgisi ve gerçekçilik şeklinde özetlenebilecek olan eski Türk düşüncesinin ilkelerini hayat düsturu edinmiş insana “alp” denilmiştir. Alp “yiğit insan” demektir. Cesaretiyle, mücadele ruhunu geliştirici ad verme ve and içme gibi gelenekleriyle alpliğin devamını sağlayan eski Türk topluluğunda debdebe, gösteriş ve servete fazla değer verilmez, yalancılıktan nefret edilirdi. Devletler arası siyasî antlaşmalarda bile sadece söz verilmekle yetinilmesi ve bu sözün başka topluluklardaki yazılı taahhütlerden üstün bir değer taşıması eski Türkler’in bugün de devam eden “söz namustur” telakkisini ortaya koymaktadır.
Türkler’in dikkat çekici bir özelliği de utangaç bir millet oluşudur. Kitâbelere, Çin, Bizans, Latin gibi yabancı kaynaklara göre Türkler savaş meydanında değil rahat döşeğinde ölmekten, ihtiyarlayıp hastalanmaktan utanırlardı. Esir olmak, köle durumuna düşmek, kadınların düşman eline geçmesi büyük zillet sayılırdı. Övünmekten ve övülmekten, verdikleri sözü yerine getirememekten, yalan söylemekten utanırlardı. Eski Türk ahlâkında cesaret yanında ve belki ondan da üstün olmak üzere kötülükten koruyucu, başkalarını aldatmaktan, kurnazlık yapmaktan alıkoyucu, insana namuslu, vakarlı bir hayat düzeni bağışlayıcı utanma duygusu en büyük fazilet sayılmıştır. Bu özellikleri dolayısıyla Türkler hakka saygılı, doğruya hürmetkâr olmuşlar, meşrû devlet idaresine bağlılıklarıyla, uzun ve çok meşakkatli göç hareketlerinde bile bozulmayan törenin disiplin anlayışı içinde nizamcı bir toplum ortaya koymuşlardır. Türk düşüncesinde önemli yeri olan otoriter devlet telakkisinin iki dayanağından biri töreye bağlılık, diğeri devlet kuruluşlarının işleyişine damgasını vuran bu nizamcılıkta dikkatli ısrardır. Türk insanı vehimlerden, hayale dalmaktan hoşlanmamış, teorik ve metafizik konularla uğraşmamıştır. Eski Türkler’in yaşanan somut gerçekliğe duyduğu tutkunlukla bunun tabii sonucu olarak yalnız görülene inanma eğilimi Türk’ün düşüncesini ahlâk ve devlet anlayışı üzerine yoğunlaştırmasını sağlamıştır. Türk devlet anlayışı devletin nazariyelerle değil toplumun eğilimlerine uymakla idare edilebileceği gerçeğine dayanır. Hint düşüncesi en büyük dayanağını Budizm’de bulurken Antikçağ düşüncesi, dünyanın sırlarını öğrenmek için aklı tek yol sayan filozofların ve tabiatı iyi taklit edebilen sanatkârların ortaya çıkmasına imkân hazırlamış, Türk düşüncesi ise daha çok millet sevgisi, Tanrı korkusu, doğruluk ilkeleriyle belirlenen devlet adamı, teşkilâtçı ve idareci yetiştirmiştir. Türk düşüncesi temelde beşerî ve pratiktir.
BİBLİYOGRAFYA
Yûsuf Has Hâcib, Kutadgu Bilig (trc. Reşid Rahmeti Arat), Ankara 1988, II, beyit nr. 2564, 3031, 4330, 5574-5577.
E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (turcs) occidentaux, St. Petersburg 1903, s. 27, 56.
M. J. de Groot, Die Hunnen der vorchristlichen Zeit I, Berlin-Leipzig 1921, s. 82, 223.
Gy. Németh, A Honfoglaló Magyarság Kialakulása, Budapest 1930, bk. İndeks.
Akdes Nimet Kurat, Peçenek Tarihi, İstanbul 1937, s. 32 vd., 251.
W. M. McGovern, The Early Empires of Central Asia, North Carolina 1939, s. 214 vd.
R. Grousset, L’empire des steppes (trc. N. Walferd), Paris 1941, s. 624.
W. Eberhard, Çin’in Şimal Komşuları, Ankara 1942, s. 76, 87.
a.mlf., Çin Tarihi, Ankara 1947, s. 69, 163.
a.mlf., “Çin Kaynaklarına Göre Türkler ve Komşularında Spor” (trc. N. T. Uluğtuğ), Ülkü, sy. 87, Ankara 1940, s. 209-215.
a.mlf., “Eski Çin Kültürü ve Türkler” (trc. İkbal Berk), DTCFD, I/4 (1943), s. 25 vd.
B. Szász, “A Húnok története”, Attila nagykirály, Budapest 1943, s. 27.
Sadri Maksudi Arsal, Türk Tarihi ve Hukuk, İstanbul 1947, s. 137-166.
Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, İstanbul 1951, s. 26-27.
W. Radloff, Sibirya’dan (trc. Ahmet Temir), İstanbul 1956, II/1, s. 116-121.
Liu Mau-Tsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I, 453 vd.
R. Giraud, L’empire des turcs célestes, Paris 1960, s. 159.
Erol Tümertekin, Beşeri ve İktisadi Coğrafya’ya Giriş, İstanbul 1962, s. 129 vd.
L. Ligeti, “Asya Hunları”, Attila ve Hunları (trc. Şerif Baştav), İstanbul 1962, s. 37 vd., 40.
P. Váczy, “Hunlar Avrupa’da”, a.e., s. 91 vd.
Bahaeddin Ögel, İslâmiyetten Önce Türk Kültür Tarihi, Ankara 1962, s. 33, 139, 147, 163, 218.
a.mlf., Türk Mitolojisi, İstanbul 1971, tür.yer.
H. Freyer, Sosyolojiye Giriş (trc. Nermin Abadan), Ankara 1963, s. 121 vd.
a.mlf., İçtimaî Nazariyeler Tarihi (trc. Tahir Çağatay), Ankara 1968, s. 236 vd.
P. A. Sorokin – A. J. Toynbee, Sosyal Değişmeler Üzerine Denemeler (trc. Erdoğan Güçbilmez), Ankara 1964, s. 2-6.
Faruk Sümer, Oğuzlar (Türkmenler) Tarihleri, Boy Teşkilâtı, Destanları, Ankara 1967, s. 382, 392 vd.
İbrahim Kafesoğlu, Türk Millî Kültürü, İstanbul 2010, s. 15-336.
a.mlf., “At”, DİA, IV, 26-28.
Hasan Ortekin, “Türkler ve Kayak”, Ülkü, sy. 60 (1938), s. 513-516.
W. Koppers, “Etimolojiye Dayanan Cihan Tarihinin Işığı Altında İlk Türklük ve İlk İndo-Germenlik”, TTK Belleten, V/20 (1941), s. 471.
Osman Turan, “Eski Türklerde Okun Hukukî Bir Sembol Olarak Kullanılması”, a.e., IX/35 (1945), s. 315.
Gyula Moravcsik, “Bölcs Leó Taktikaja, mind Magyar történeti forrois”, Századok, sy. 85 (1951), s. 340, 342.
Ahmet Caferoğlu, “Türk Onomastiğinde At Kültü”, TM, X (1953), s. 201-211.
Abdülkadir İnan, “Türk Etnolojisini İlgilendiren Birkaç Terim-Kelime Üzerine”, TDAY Belleten (1956), s. 182 vd.
Nurettin Şazi Kösemihal, “Türkiye’nin Düzeni Üzerine”, Sosyoloji Dergisi, sy. 21-22, İstanbul 1967-68, s. 221-243.
Bozkurt Güvenç, “Kültür Sınıflaması Denemeleri”, HSBBD, III/1 (1971), s. 9-19 [bu madde, müellifin bibliyografyada adı geçen eseri esas alınarak Abdülkadir Donuk tarafından düzenlenmiştir].
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 487-490 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: Ramazan Şeşen
İslâmî Dönemde Türk Kültür ve Medeniyeti. İslâm medeniyeti Türkler’in İslâmiyet’i kabul ettiği X. yüzyılda tam anlamıyla teşekkül etmişti. Türkler bu birikime katkılarda bulunmuşlar, tarih boyunca çeşitli devletler kurarak İslâm dünyasını Bizans’a, Haçlılar’a ve diğer istilâcılara karşı korumuşlardır. Müslüman Türkler, Orta Asya ve Doğu Avrupa’da kurdukları Çağatay Devleti, Altın Orda, Kırım, Astarhan, Kazan ve Kāsım hanlıkları, Şeybânîler gibi devletlerde Türk geleneklerine sadık kalmaya çalışmış, buna karşılık Gazneliler ve Selçuklular gibi devletler daha İslâmî bir niteliğe sahip olmuştur. Osmanlılar, hânedanın Türk kökenine kuvvetli vurgu yaparak bir İslâm-Türk imparatorluğu vasfını en açık biçimde ortaya koymuşlardır. Devletin bir hânedanın ortak mülkü sayılması bütün Türk devletlerinin en zayıf yanını teşkil eder. Hânedan mensuplarından kendini kuvvetli hissedenler sultana karşı isyan ettiğinden Karahanlılar, Selçuklular, Timurlular ve diğer Türk devletleri sık sık taht kavgalarına sürüklenmiştir. Osmanlılar bazı tedbirlerle bunu önleyip devletin sürekliliğini sağlamaya çalışmıştır. Müslüman Türk devletleri askerî bir karaktere sahiptir ve ordu devletin en önemli kurumudur. Devletin imkânlarının çoğu orduya harcanıyordu. Kumandanlar toplumda büyük itibar sahibiydi. Sultan ve idareciler, mülkî âmirler ordu ile iç içeydi. Sultanlar ve emîrler kölelerden süvari memlük birlikleri oluşturmuş, bunun sonucunda Mısır-Suriye, Hindistan ve Endülüs’te Memlükler tarafından idare edilen devletler kurulmuştur. Türkler, İslâmiyet’i Mâverâünnehir bölgesinde yaygın olan Sünnî Hanefî mezhebini kabul etmişler, Türk hükümdarları Sünnî Abbâsî halifeliğine bağlı kalmışlar, paralarda ve hutbede halifelerin adını da anmışlardır. Memlük Sultanlığı’na son veren Osmanlılar, hilâfeti benimseyerek bilhassa XIX. yüzyılda bunu Türk ve İslâm dünyasına kabul ettirmişlerdir.
İslâmiyet’i kabul eden Türkler’in alfabeleri, giyim kuşamları, günlük hayatları, takvimleri, kültürleri değişmiş, Türkçe temel yapısını korumakla beraber Arapça-Farsça’dan yoğun miktarda giren kelimelerin karışımı bir dil halini almıştır. Türkler’in İslâm dünyasına hâkim olmalarıyla birlikte cami, medrese, hankah, dârüşşifâ, kervansaray, han, hamam ve kütüphaneler yaygın duruma gelmiş, bugün İslâm dünyasındaki önemli mimari eserlerin çoğu Türkler’in hâkimiyetleri dönemlerinden kalmıştır. İlk müslüman Türk âlimleri eserlerini bilim dili sayılan Arapça ile yazmış, sanatlarını bu dilde icra etmiştir. Basra’da yaşayan Süleyman b. Tarhân et-Teymî ve oğlu Mu‘temir ilk hadis ve megāzî âlimlerindendir. Ünlü zâhid Abdullah b. Mübârek aynı zamanda hadisçiydi. Muhammed b. Sûl’ün torunu İbrâhim b. Abbas es-Sûlî Me’mûn, Mu‘tasım-Billâh, Vâsiḳ-Billâh, Mütevekkil-Alellah devirlerinde Dîvânü’l-inşâ başkanlığı yapmıştır. Câhiz bir ara kendisine vekâlet etmiş, Kitâbü’z-Zerʿ ve’n-naḫl adlı eserini ona ithaf etmiştir. Aynı aileden Ebû Bekir es-Sûlî Arap edebiyatının büyük temsilcilerindendir. Abbâsîler devrinin en önemli edip ve âlimlerinden Feth b. Hâkān aynı zamanda devlet adamıydı ve halifelerin nedimliğini yapmıştır. Câhiz et-Tâc ve Feżâʾilü’l-Etrâk adlı kitaplarını ona takdim etmiştir. Dîvânü’t-tevkī‘ ve Dîvânü’l-berîd başkanlığında bulunan Feth b. Hâkān edebiyat ve siyaset alanlarında değerli eserler yazmıştır. Cebir ilmine adını veren meşhur astronomi âlimlerinden Muhammed b. Mûsâ el-Hârizmî, İslâm tarihinde gözlemlere dayanan ilk cografya kitabının müellifidir. Cebir ilminin kurucularından sayılan Abdülhamîd b. Vâsi‘ b. Türk, torunu Ebû Berze, Fergānî, İbn Emâcûr ve torunu Ebü’l-Hasan Ali aynı devirde yaşayan Türk bilginleri arasında yer alır. Fergānî’nin Cevâmiʿu ʿilmi’n-nücûm adlı kitabı Ortaçağ’da Latince’ye çevrilmiştir. X. yüzyılda Fârâb bölgesinde üç büyük âlim yetişmiştir. Bunların en meşhuru olan ünlü Türk filozofu Fârâbî çeşitli konularda eserler yazmıştır. Takıyyüddin Muhammed b. Hasan el-Fârâbî Keşfü’l-ġumûm ve’l-kereb fî şerḥi âleti’ṭ-ṭarab adlı mûsiki kitabının müellifidir. İshak b. İbrâhim el-Fârâbî’nin Dîvânü’l-edeb adlı lugat-şiir karışımı eseri Arapça’nın temel kitaplarındandır. Yeğeni Cevherî Ṣıḥâḥu’l-Cevherî adlı büyük lugat kitabını hazırlamıştır.
Mâverâünnehir’de Karahanlılar döneminde Hanefî fıkıh ekolü en parlak devrini yaşamış, Ebû Zeyd ed-Debûsî, Pezdevî, Halvânî, Şemsüleimme es-Serahsî gibi Hanefî fakihleri bu dönemde yetişmiştir. Kur’ân-ı Kerîm Türkçe’ye ilk defa Karahanlılar devrinde tercüme edilmiştir. Aynı zamanda bir devlet adamı olan Yûsuf Has Hâcib’in siyaset ve devlet idaresine dair Kutadgu Bilig adlı eseri Türkçe’nin en önemli belgelerindendir. Karahanlı sülâlesinden geldiği rivayet edilen Kâşgarlı Mahmud’un Dîvânü lugāti’t-Türk’ü Türk dili ve gramerinin, etnografya ve coğrafyasının bir hazinesidir. Edib Ahmed Yüknekî’nin Atebetü’l-hakāyık adlı eseriyle Ahmed Yesevî’nin Dîvân-ı Hikmet’i, Yesevî’nin talebelerinden Hakîm Ata’nın Bakırgan Kitabı, Âhir Zaman Kitabı, Hazret-i Meryem Kitabı Karahanlı Türkçesi’yle yazılan diğer eserlerdir. Şemseddin Muhammed b. Kays da Tibyânü’l-luġāti’t-Türkî ʿalâ lisâni’l-Kanglî adıyla bir kitap kaleme almıştır. Karahanlılar döneminde mimari gelişmiş, birçok cami, kervansaray, medrese ve türbe inşa edilmiş, bunların bazıları zamanımıza ulaşmıştır. 997-998’de yapılan Arap Ata Türbesi, Karahanlı mimarisinin en güzel örneklerindendir.
Gazneli Mahmud ile oğlu Mesud, İslâmiyet’in Hindistan’da yayılmasına öncülük etmiş, onların zamanında Fars şiiri ve tarihçiliği en parlak devirlerinden birini yaşamıştır. Firdevsî Şâhnâme’yi bu dönemde yazmıştır. Utbî, Ebü’l-Fazl el-Beyhakī, Gerdîzî devrin büyük tarihçileridir. Sultan Mahmud ile Mesud, Ortaçağ’ların en meşhur âlimlerinden Bîrûnî’yi himaye etmiş, Bîrûnî bu sayede Hindistan’a giderek Sanskritçe öğrenmiş, Hindistan kültürü üzerine araştırmalar yapmış, bunların sonuçlarını Taḥḳīḳu mâ li’l-Hind adlı eserinde toplamıştır. Devrin ünlü tabibi ve filozofu İbn Sînâ da Buhara ve Hârizm bölgelerinde yetişmiştir. Gazneliler döneminde Gazne ve Leşker-i Bâzâr çok sayıda mimari eserle bezenmiştir. Bunlar arasında Gazne’deki Anus-i Felek adlı cami, Leşker-i Bâzâr’daki ulucami ile saray Türk mimarisinin önemli eserlerindendir. Sultan Mahmud’un Meşhed yakınında inşa ettirdiği Ribât-ı Mâhî günümüzde ayakta olup ribât mimarisinin en eski örneklerindendir.
Selçuklular, Ortadoğu’da kurulan Türk-İslâm devletlerine örnek olmuş, tevarüs ettikleri İslâm medeniyetini içselleştirmiş ve ona yön vermiştir. Gazneliler’le Selçuklular’da askerler Türk olmakla birlikte bürokratlar İranlı, ulemânın büyük çoğunluğu İranlı-Arap karışımıdır. Bu sebeple yazı dili Türkçe’den uzaklaşmış, yerini Arapça ve Farsça almıştır. İdeal hükümdar tipi olarak eski İran hükümdarlarını alan Selçuklular’da ve özellikle Anadolu Selçukluları’nda İran hayranlığı artmış, sultanlar Keyhusrev, Keykâvus, Keykubad gibi adlar kullanmıştır. Vezir Nizâmülmülk tarafından kurulan Nizâmiye medreseleri uzun süre en büyük ilim kurumu olarak hizmet vermiştir. İmâmü’l-Haremeyn el-Cüveynî, Ebû İshak eş-Şîrâzî ve Gazzâlî gibi büyük âlimler Sultan Melikşah devrinde yetişmiştir. Selçuklu sultanları felsefe ve aklî ilimlere ilgi duyarak bu konularla uğraşan âlimleri korumuştur. Selçuklu soyundan Ali b. Muhammed b. Alparslan es-Selçûkī, astronomiye dair Hidâyetü’s-süllâk fî maʿrifeti ḥarekâti’l-eflâk adlı önemli bir eser yazmış, kitabın III. cildi zamanımıza ulaşmıştır (Beyazıt Devlet Ktp., nr. 4632). Sultan Melikşah’ın İsfahan’da inşa ettirdiği rasathânede Ömer Hayyâm ve Ebû Hâtim el-İsfizârî başkanlığındaki heyet gözlemler yapmış, bu heyet Zîc-i Melikşâhî ile Taḳvîm-i Celâlî’yi hazırlamıştır. Güneş yılına göre düzenlenen Celâlî takvimi en doğru takvimlerden kabul edilir ve bugün İranlılar’ın kullandığı güneş takviminin esasını oluşturur.
Melikşah’ın yanındaki âlimler onun ölümünden sonra Merv’deki oğlu Sultan Sencer’in etrafında toplanmış, Merv, Şencer’in zamanında Horasan’ın merkezi olmuştur. Sultan Sencer’in çevresinde Ömer Hayyâm, İsfizârî, Gazzâlî, Ali b. Zeyd el-Beyhakī, Sem‘ânî, Şehristânî gibi çok sayıda âlim bulunmaktaydı. Merv’de Abdurrahman el-Hâzinî ez-Zîcü’l-muʿteberü’s-Sencerî’yi tertip etmiş, gözlem aletleri hakkında bir risâle yazmıştır. Onun Mîzânü’l-ḥikme adlı kitabı bu konuda İslâm dünyasında kaleme alınan en mükemmel eserdir. Dönemin diğer bir önemli bilgini Ömer b. Sehlân es-Sâvî dört unsur, meteoroloji, optik, pınarlar-kuyular ve madenlerden bahseden er-Risâletü’s-Senceriyye adıyla bir eser kaleme almıştır. Tabip filozof Ebü’l-Berekât el-Bağdâdî ile Ẕaḫîre-i Ḫârizmşâhî adlı ünlü tıp kitabını yazan İsmâil b. Hasan el-Cürcânî devrin diğer âlimlerindendir. Zemahşerî’nin Hârizmşah Atsız b. Muhammed için yazdığı Mukaddimetü’l-edeb Türk dilinin önemli kaynakları arasında yer alır. Dönemin bir âlimi de Bedî‘ el-Usturlâbî’dir ve Irak Selçuklu Sultanı Mahmûd b. Muhammed Tapar’a ithafen el-Muʿribü’l-Maḥmûdî’yi (ez-Zîcü’l-Maḥmûdî) tertip etmiştir. Astronomi aletleriyle ilgili üç eseri de günümüze ulaşmıştır. Büyük Selçuklular ve Anadolu Selçukluları, Zengîler, Eyyûbîler, Memlükler devrinde çok sayıda mimari eser inşa edilmiştir. Selâhaddîn-i Eyyûbî zamanında Mısır ve Suriye ilim merkezi haline gelmiş ve Bağdat’ı geçmiştir. Eyyûbîler ve Memlükler döneminde büyük gelişme gösteren askerî güç Haçlılar’ın Ortadoğu’daki varlığına son verdiği gibi Moğol ilerleyişini durdurmuştur.
Mısır ve Suriye’deki bilimsel gelişme Memlükler’in sonlarına kadar devam etmiş, eğitim öğretim kurumları çoğalmış, çok sayıda kitap yazılmış, mimari eserler meydana getirilmiştir. Bu noktaya dikkat çeken İbn Haldûn, Selâhaddin devrinden beri bölgede ilmin himaye gördüğünü, Kahire’nin dünyanın büyük ilim merkezlerinden biri haline geldiğini, Türk emîrlerin kurdukları vakıflarla bu gelişmeye büyük katkıda bulunduklarını söyler (Muḳaddime, II, 778). İslâm’ın rönesansı diye nitelendirilen Memlükler devrinde medreselerin sayısı daha da artmış, bütün ilimlerde bir uyanış olmuş, dinî ilimlerin yanı sıra tarih ve tıp alanlarında önemli ilerlemeler kaydedilmiştir. XII-XIII. yüzyıllarda Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde Artuklular’ın ve Eyyûbîler’in himayesinde çok sayıda ilim adamı yetişmiştir. İbnü’l-Esîr ve Seyfeddin el-Âmidî bunlardandır. İşrâkıyye felsefesinin kurucusu Şehâbeddin es-Sühreverdî, Artuklu ve Anadolu Selçuklu hükümdarlarından himaye görmüş, eserlerinin bazılarını onlara ithaf etmiştir. İsmâil b. Rezzâz el-Cezerî, İslâm tarihinde fizik ilmine dair en önemli eser olan el-Câmiʿ beyne’l-ʿilm ve’l-ʿameli’n-nâfiʿ fî ṣınâʿati’l-ḥiyel adlı kitabını 1205 yılında Artuklular’dan Âmid Hükümdarı Nâsırüddin Mahmûd b. Muhammed b. Karaarslan’a sunmuştur. Bu hükümdar da bizzat felsefeyle ilgilenmekteydi.
Anadolu Selçukluları devrinde Erzincan, Konya, Malatya, Sivas, Kayseri ilim ve kültür merkezi haline gelmiştir. II. Süleyman Şah’ın kardeşi Mesud, Ankara beyi iken çok sayıda edip ve âlim onun yanında bulunmuş, II. Kılıcarslan’ın kızı Gevher Nesibe Hatun, Kayseri’de kendi adıyla anılan dârüşşifâyı yaptırmıştır. Bu asrın başlarında Erzincan’da hüküm süren Mengücüklü hükümdarları da âlim ve edipleri himaye etmiştir. Devrin ünlü bilim adamı Abdüllatîf el-Bağdâdî, Erzincan’a gidip Mengücüklüler’den Alâeddin Dâvûd b. Behram Şah’ın hizmetine girmiş, el-Ḥikmetü’l-ʿAlâʾiyye adlı eserini ona sunmuştur. Hubeyş et-Tiflisî, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Afîfüddin et-Tilimsânî bu devirde Anadolu’ya gelip Malatya ve Konya’da oturmuşlardır. Anadolu’da Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sadreddin Konevî, Safiyyüddin el-Urmevî başta olmak üzere çok sayıda âlim ve edip yaşamıştır. Anadolu’dan birçok talebe Merâga, Tebriz,Dımaşk ve Kahire medreselerinde tahsil görmüştür. Dâvûd-i Kayserî bunlar arasındadır. Merâga ekolü hocalarından Kutbüddîn-i Şîrâzî Anadolu’da müderrislik ve kadılık yapmıştır. İlhanlılar devrinde Nasîrüddîn-i Tûsî’nin çevresinde toplanan büyük astronomi âlimleri Merâga Rasathânesi ve Kütüphanesi’nde çalışmalar yaparak değerli eserler ortaya koymuş, Zîc-i İlḫânî’yi tertip etmişlerdir. Merâga Rasathânesi Kütüphanesi’nde 400.000 cilt kitap bulunduğu rivayet edilmektedir. Burada çalışanlar arasında Hüsâmeddin es-Sivâsî, Kemâleddin et-Türkistânî, Muhammed b. Sertâk gibi Türkler de vardı. Yemen’de 1230 yılı civarında kurulan Resûlîler hânedanı da Türkmen asıllıdır. Resûlîler zamanında Yemen, tarihinin en parlak dönemlerinden birini yaşamıştır.
İslâm medeniyetinde felsefe ve müsbet ilimler Timurlular devrinde de parlak bir dönem geçirmiş, Timur gittiği yerlerdeki önemli âlimleri, sanatkârları Semerkant’a götürmüş, onun oğulları ve torunları devrinde Semerkant, Herat gibi şehirler ilim ve sanat merkezine dönüşmüştür. Timur’un torunu Uluğ Bey, Semerkant’ta medreseler ve bir rasathâne kurmuş, burada Gıyâseddin Cemşîd el-Kâşî, Kadızâde-i Rûmî, Muînüddîn-i Kâşânî ve Ali Kuşçu gibi astronomi âlimleriyle gözlemler yapmış, bunların sonuçlarını Zîc-i Güregânî adlı eserde toplamış, bu zîc modern zamanlara kadar astronomi âlimlerinin el kitabı olmuştur. Yine Timur’un torunlarından Hüseyin Baykara devrinde Herat bir edebiyat ve sanat merkezi haline gelmiş, minyatürlü ve tezhipli eserler ortaya konmuştur. Ancak felsefe ve bilim alanındaki gelişmeler hükümdarların ilgisine bağlı olarak gelişip duraklamış, felsefe ve bilimi takdir edecek bir toplum oluşmamış, bu ilimlerle ilgilenenler ilmi hadis, fıkıh ve tefsirden ibaret gören mutaassıp ulemâ tarafından horlanıp sapıklıkla itham edilmiştir. Tasavvuf, Türkler arasında Müslümanlığı kabul ettikleri ilk dönemlerden itibaren büyük rağbet görmüş, XII. yüzyılda kurulmaya başlanan tarikatlar toplumlarda yaygınlık kazanmıştır. Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Hacı Bektâş-ı Velî, Bahâeddin Nakşibend başta olmak üzere büyük sûfîler yetişmiştir.
Anadolu’da Battal Gazi Destanı, Ebû Müslim Destanı, Dânişmend Gazi Destanı (Danişmendnâme), Hamzanâme, Saltuknâme gibi destanlar oluşmuştur. Bu dönemde Dede Korkut Kitabı ve Oğuz Destanı da Türkler arasında okunuyordu. Şeyyad Hamza Salsalnâme, Hacı Bektâş-ı Velî Makālât, Ahmed Fakih Çarhnâme adlı eserlerini XIII. yüzyılda Anadolu’da kaleme almıştır. Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Farsça eserlerinde Türkçe kelime ve ibarelere yer vermiş, oğlu Sultan Veled Türkçe bazı şiirler yazmıştır. Aynı dönemde Fâtiha ve Tebâreke tefsirleri hazırlanmış, Taberî’nin Târîḫ’inin Bel‘amî tarafından yapılan Farsça tercümesi Türkçe’ye çevrilmiştir. XIV. yüzyılın ilk çeyreğinde Yûnus Emre ve ardından Âşık Paşa yetişmiştir. Orta Asya’da Çağatay lehçesinde, kuzeyde Altın Orda sahasında Türkçe’nin Kıpçak lehçesinde kitaplar kaleme alınmıştır. XIII-XIV. yüzyıllarda Türkçe’nin geliştiği diğer bir bölge Memlük sahasıdır. Bu dönemde Mısır ve Suriye’de Türk dilinin lugatı ve grameri üzerine eserler yazılmış, Arapça’yı iyi bilmeyen Memlük sultanları için Arapça ve Farsça’dan tercümeler yapılmıştır. XIV. yüzyılın ilk yarısında Mısır’a yerleşen Endülüslü dil âlimi ve müfessir Ebû Hayyân el-Endelüsî, Türkçe ve grameri hakkında çeşitli eserler yazmış, bunlardan Kitâbü’l-İdrâk li-lisâni’l-Etrâk günümüze kadar gelmiştir.
Osmanlılar da İslâmî Türk kültürü ve medeniyetine önemli katkılar yapmıştır. Osmanlı ilim hayatı Memlükler, Anadolu Selçukluları, İlhanlılar ve Beylikler dönemindeki ana yapıyı izler. Ayrıca Türkistan’dan Altın Orda sahasına ve klasik Arap coğrafyasına uzanan bir arka planı vardır. Bunların etkisinde Osmanlı ilim ve düşünce hayatı, daha önceki İslâm medeniyetinin bütün unsurlarını bünyesinde barındıran bir sentez özelliği taşır. Edebiyat alanında da yeni ekoller ortaya çıkmıştır. Divan şiirindeki gelişme bunun bir örneğini teşkil eder. Nesir alanında meydana getirilen eserler Türkçe’nin gelişiminde rol oynamıştır. Medreseler, ilimde ve kültürel ilerlemede başlangıçta ciddi bir pay sahibi iken XIX. yüzyıldan itibaren Batı tarzındaki okullar açılmıştır. Osmanlı sanatı önce Doğu, ardından Batı etkisi altında kalmakla birlikte özgür sayılabilecek örneklerle farklı bir yer edinmiştir. Hat sanatı ve minyatür bu alanda öne çıkmaktadır. Mimari eserlerle Osmanlılar, İslâm ve Türk dünyasında seçkin bir konuma sahiptir. Yaygın yerleşme sistemini yansıtan külliyeler bunun en çarpıcı göstergesidir. Mimar Sinan’ın devâsâ eserleri Osmanlı mimarisini zirveye taşımıştır. Osmanlı kültürel ve mimari etkisi üç kıtaya yayıldığı geniş coğrafyada kendisini göstermiş, Balkanlar’da tipik Osmanlı mimari eserleri ve şehircilik anlayışının özgün yansımaları bugüne ulaşmıştır. Balkanlar’daki birçok şehir Osmanlı döneminde kurulmuş ve gelişmiştir. Arap dünyasında da şehircilikte Osmanlı katkısı açık şekilde görülür (ayrıca bk. OSMANLILAR).
BİBLİYOGRAFYA
el-Câhız ve Türklerin Faziletleri (nşr. ve trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 2002.
İbn Fadlân, Seyahatname (trc. Ramazan Şeşen), İstanbul 1995, s. 187-244.
Ebü’l-Ferec el-İsfahânî, el-Eġānî, X, 43-68.
İbnü’n-Nedîm, el-Fihrist, I, 122.
Yâkūt, Muʿcemü’l-üdebâʾ, I, 164-196.
İbnü’l-Esîr, el-Kâmil, bk. İndeks.
İbn Hallikân, Vefeyât, I, 44-47.
İbn Haldûn, Muḳaddime, Beyrut 1983, II, 778.
Brockelmann, GAL, I, 143; Suppl., I, 218-219.
W. Barthold, İslâm Medeniyeti Tarihi (izah, düzeltme ve ilâvelerle trc. M. Fuad Köprülü), İstanbul 1963.
a.mlf., Orta Asya Türk Tarihi Hakkında Dersler (haz. K. Yaşar Kopraman – İsmail Aka), Ankara 1975.
Zeki Velidi Togan, Umumi Türk Tarihine Giriş, İstanbul 1970.
Cl. Cahen, Osmanlılardan Önce Anadoluda Türkler (trc. Yıldız Moran), İstanbul 1979.
Mehmed Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi (haz. Orhan F. Köprülü – Nermin Pekin), İstanbul 1980.
Osman Turan, Selçuklular ve İslâmiyet, İstanbul 1980.
Aydın Sayılı, Ortaçağ Bilim ve Tefekküründe Türklerin Yeri, Ankara 1985.
Osmanlı Astronomi Literatürü Tarihi (haz. Ekmeleddin İhsanoğlu v.dğr.), İstanbul 1997, I, XL-LXXVII.
Ahmed Ateş, “Hicrî VI-VIII. (XII-XIV) Asırlarda Anadolu’da Farsça Eserler”, TM, VII-VIII/2 (1945), s. 107-109, 123.
Ramazan Şeşen, “Onbeşinci Yüzyılda Türkçe’ye Tercümeler”, TTK Bildiriler, XI (1994), III, 899-919.
a.mlf., “Sultan Sencer’in Muhitinde Yaşayan Felsefeciler, Matematikçiler, Tabibler”, a.e., XIV (2005), I, 441-452.
a.mlf., “İlk Devir Osmanlı Alimleri ve Yazdıkları Eserler”, MÜTAD, sy. 12 (2002), s. 261-292.
İhsan Fazlıoğlu, “Türk-Felsefe-Bilim Tarihinin Seyir Defteri”, Dîvân: İlmî Araştırmalar, sy. 18 (2005), s. 1-57.
İbrahim Kafesoğlu, “Türkler”, İA, XII/2, s. 264-280.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 490-493 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: Nuriye Yüce
2. Yazı. VIII. yüzyıldan günümüze kadar Türk dilinin yazılı metinlerinde şu alfabeler kullanılmıştır: 1. Göktürk (Orhon) Alfabesi. Türkler’in bilinen ilk alfabesidir. Bununla yazılmış kaynakların önemlileri Orhon yazıtları (Kültigin, Bilge Kağan, Tonyukuk), Moğolistan’da Uygur dönemi yazıtları, Yenisey yazıtları, Moğolistan’da Hoytu-Tamir yazıtları, Kırgızistan’da Talas yazıtları ve Doğu Türkistan yazmalarıdır.
Göktürk yazısı sağdan sola doğru yazılır, harfler bitiştirilmez, kelime sonunda üst üste iki nokta bulunur. Danimarkalı Vilhelm Thomsen’in 1893’te okuduğu Kültigin ve Bilge Kağan kitâbelerinde otuz sekiz harf bulunmaktadır. Bunların dördü ünlü, diğerleri ünsüz ve hece işaretleridir. Ünlülerin her biri iki ayrı sesi karşılar; = a, e; = ı, i; = o, u; = ö, ü. Ünsüzlerden b, d, g, k, l, n, r, s, t, y harflerinin bir kalın, bir ince türü vardır; ç, m, ñ, ny, p, ş, z ünsüzlerinin birer harfi olup bunlarla hem kalın hem ince sesler yazılır. Çift ünsüz işaretlerinden nç, nt hem kalın hem ince ses için, lt sadece kalın lt ünsüzünü gösterir. Hece yerine kullanılan “ok/uk, ök/ük, ık, iç” kelime başında bulunduğunda “ko-/ku-, kö-/kü-, kı-, çi-” hecelerini yazmakta kullanılır. Tonyukuk kitâbesinde “aş” ve “baş” hecelerinin yazıldığı iki işaretle harf sayısı kırk olur. Ayrıca Yenisey yazıtlarındaki açık e(ä), kapalı e(é), kalın ñ, kalın s, kalın ş harfleri, “dem” ve “kış” hece işaretleri; Irk Bitig’de “ot” ve “up” değerinde iki hece işareti, diğer yazıtlarda farklı bir ince “ş” işaretiyle harf sayısı elli olur. Göktürk alfabesi Moğolistan’dan Avrupa’ya kadar geniş bir coğrafyada yayılmıştır. Bu alfabenin kökeni hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. V. Thomsen, Ârâmî veya Pehlevî asıllı olabileceği, fakat bazı işaretlerin ideografik göründüğü; Aristov, Mallitskiy ve Polivanov eski Türk damgalarından üretildiği; Polivanov ayrıca Ârâmî, Soğd ve Pehlevî alfabelerinden de yararlanıldığı fikrindedir. Ahmet Caferoğlu ve Ahmet Cevat Emre bazı kanıtlara dayanarak Göktürk harflerinin eski Türk damgalarından üretilmiş, Türk icadı, ideografik, millî bir alfabe olduğunu ileri sürmüştür.
2. Çin Alfabesi. Türk dilinin Çin yazısıyla kaydedilmiş en eski kelimeleri Hiung-nu (Hun, m.ö. IV-III. yüzyıllar), T’o-Pa (Tabgaç, m.s. IV-VI. yüzyıllar), T’u-küe (Göktürk, VI-VIII. yüzyıllar) ve Moğolistan Uygurları (VIII-IX. yüzyıllar) zamanına ait, Çinli tarihçilerin Çince söylenişiyle yazıya aktardıkları örneklerdir.
3. Mani Alfabesi. Maniheizm VIII. yüzyılda Moğolistan’a yayılınca Uygur Hükümdarı Bögü Kağan 764’te Mani dinini benimsemiş ve bu dini halkına da kabul ettirmiştir. Böylece Uygurlar arasına Maniheizm’le birlikte Mani yazısı da girmiştir. Sağdan sola doğru yazılan otuz dört harfli Mani alfabesi, Ârâmî alfabesinden Süryânî alfabesine geçiş dönemindeki Estrangelo yazısından üretilmiştir. Kelime başındaki o, u için elif+vav; ö, ü için elif+vav+ye; ı, i için elif+ayın kullanılır. Kelime içindeki ı, i sadece ye ile belirtilir. Ünsüzlerin yazımında b-p, k-g, q-ğ, s-ş için ayrı harfler olduğundan Türkçe’nin yazımına Soğd ve Uygur alfabelerinden daha elverişlidir.
4. Soğd Alfabesi. Zerefşân vadisi, Semerkant ve Buhara’da yaşayan Soğdlar (Soğdaklar), Göktürk ve Uygur ülkesinde ticaret kolonileri kurmuş, Zerdüştîliği, Maniheizm’i, Budizm’i ve Hıristiyanlığı benimsemiştir. Kültürlü, zengin bir halk olan Soğdlar, Türkler arasında inançlarını, dillerini ve yazılarını yaymışlardır. Moğolistan’ın Arhangay eyaletinde Göktürk Hükümdarı Muhan (Bukan) Kağan’ın kardeşi Muhan Tigin’in anısına 582’de dikilen Bugut kitâbesinin Soğdca, Güney Gobi’de Sevrey kitâbesinin (763) Soğdca ve Türkçe, IX. yüzyıl başlarında dikilen Karabalgasun yazıtının Türkçe, Soğdca ve Çince ile yazılmış olması Soğdca’nın o dönemde Türkler’in resmî yazışmalarında kullanıldığını gösterir. Sâmî kökenli, on sekiz harfli Soğd alfabesinde ünlüler için elif, vav, ye kullanılır. Kelime başındaki a çift (bazan tek) elif, e tek elif ile gösterilir; o, u için elif+vav; ö, ü için elif+vav+ye, fakat fazlaca elif+vav; ı, i için elif+ye kullanılır. Ünlülerin kelime içinde yazılışı da genellikle böyledir. Ünsüzlerden hırıltılı h (ḫ), kalın ğ (gayın) ayırt edilmez; q harfi h altına bir çengel konarak belirtilirse de çok defa ihmal edilir. Ayrıca b-p, k-g, c-ç, j-z ünsüzleri için birer harf vardır. Soğd alfabesi Türkçe’nin yazımı için elverişli sayılmaz.
5. Uygur Alfabesi. Soğd yazısının işlek türünden VIII. yüzyılda geliştirilerek IX. yüzyılda Koço Uygurları’nca yaygınlaştırıldığından Uygur alfabesi olarak anılmıştır. Günlük hayatta, dinî metinlerde çeşitli ırk ve dinlere mensup kimselerce tercih edilmiş, Türkler’den Moğollar’a ve Mançular’a da geçmiştir. Uygur yazısı da sağdan sola yazılır. Satırlar alt alta sıralanır, yukarıdan aşağıya doğru da yazıldığında satırlar soldan sağa sıralanır. Kâşgarlı Mahmud, Uygur alfabesindeki harf sayısının on sekiz olduğunu belirtir. Bu harflerin üçü ünlü (elif, vav, ye), on beşi ünsüzdür. Elifle a, e; vavla o, u, ö, ü; ye ile ı, i yazılır. Ünsüzlerden b-p, k-g, c-ç, s-ş, j-z sesleri için sadece bir harf bulunduğundan bunlar birbirinden ayırt edilmez. Tek harfle yazılan farklı iki sesi belirtmek için ilgili harfin üstüne veya altına nokta konur; meselâ kalın g üzerine iki nokta konarak q yapılır, b üzerine bir nokta koyunca p olur, ş’yi s’den ayırmak için s altına iki nokta konur; r altına bir nokta konunca z harfi üretilir, z kendisinden sonrakine bitiştirilmez. Uygur alfabesiyle yazılan eserlerin çoğu Budizm, Maniheizm ve Hıristiyanlık’la ilgili olup Çince, Sanskritçe, Toharca ve Soğdca’dan yapılmış çevirilerdir. En hacimli ve en tanınmışları Toharca’dan tercüme edilen Maytrisimit, Çince’den çevrilen Altun Yaruk ve Hüen-tsang Biyografisi’dir. Uygur yazısı, Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden sonra Arap alfabesiyle birlikte kullanılarak bazı yörelerde varlığını XVIII. yüzyılın başlarına kadar sürdürmüştür. Kutadgu Bilig’in üç nüshasından biri, Atebetü’l-hakāyık’ın en iyi nüshası Uygur alfabesiyledir. Fâtih Sultan Mehmed’in Uygur harfleriyle yazdırdığı bir yarlığı bulunmaktadır.
6. Brahmî Alfabesi. Hindistan’da Sanskritçe metinlerin yazımı için kullanılan Ârâmî kökenli Brahmî yazısı Orta Asya’ya Budizm inancıyla gelmiş, Toharlar ve Sakalar tarafından geliştirilerek Sanskritçe dinî metinlerin yazımında kullanılmıştır. Doğu Türkistan’ın Turfan yöresindeki Budist Uygurlar bu yazıyı bazı değişikliklerle X ve XI. yüzyıllarda kullanmıştır. Brahmî yazısı soldan sağa doğru yazılan, satırları alt alta sıralanan bir hece yazısıdır. Her işaret ya belirli bir ünlüyü veya bir ünsüzle onu izleyen bir a ünlüsünü gösterir; ka, kha, ga, gha; ta, tha, da, dha gibi. Türkçe’deki ünlülerin yazılması için Brahmî alfabesinde türlü işaretler kullanılır; uzun ve normal ünlüler için on üç işaret; ünsüzler için yirmi sekiz eski, yedi yeni olmak üzere otuz beş hece işareti vardır. Türkçe’deki “ı” ünlüsü için Brahmî alfabesinde belli bir harf veya işaret yoktur. Çok karmaşık olan Brahmî alfabesi Türk dilinin yazımı için uygun bulunmadığından Turfan bölgesinden başka yerde kullanılmamıştır. Berlin’deki Türkçe Brahmî metinleri Budizm, tıp ve takvim konulu 100 kadar yazmadan ibarettir. Bunların hemen hepsi yazma parçaları veya parçacıklarıdır.
7. Tibet Alfabesi. VII. yüzyılda bir Tibetli’nin Brahmî yazısını örnek alarak hazırladığı, soldan sağa yazılan bir hece yazısıdır. Beş ünlü (a, u, e, i, o), otuz ünsüz ve pek çok birleşik işaretten oluşur. Tibetçe, diğer diller gibi yüzyıllar boyunca birçok fonetik değişmeye uğramışsa da yazım kuralları hemen hemen hiç değişmemiştir. Moğolistan’daki Uygur Devleti, Kırgızlar tarafından yıkılınca Uygurlar güneylere gidip Koço ve Kansu bölgelerine yerleşmiş, Tun-huang’da ticaret ve misyonerlik yapan Budist Tibetliler’le ve onların yazısıyla tanışmıştır. Tun-huang’da ele geçen Tibet yazısıyla Uygurca bir budist ilmihal kitabı Uygurlar’ın VIII ile X. yüzyıllarda Tibet yazısını kullandıklarını göstermektedir.
8. Süryânî Alfabesi. Ârâmî asıllı, yirmi iki harfli Süryânî yazısı sağdan sola doğru yazılır; “âlaf, waw, yôd” ünlü olarak da kullanılır. Harflerin kelime başında, ortasında ve sonundaki yazılışları farklıdır.
Süryânî-Nestûrî misyonerleri X. yüzyılda Hindistan ile Çin’de Hıristiyanlığı ve Süryânî yazısını yaydıkları gibi Orta Asya’da Baykal gölü yörelerinde, Türkistan’ın Yedisu (Semiryeçiye) bölgesindeki Türkler ile Moğolistan’daki Öngüt Türkleri arasında da yaymaya çalışmıştır. Kırgızistan’ın Çin sınırına yakın eski mezarlıklarda XIII-XIV. yüzyıllardan kalma, Süryânî yazısıyla yazılmış mezar taşlarının çoğu Süryânî dilinde, bazıları Türkçe’dir. Süryânî dilinde yazılan kitâbelerde gerek kişi adı gerekse on iki hayvanlı Türk takvimine ait yıl adları olarak birçok Türkçe kelime mevcuttur.
9. Arap Alfabesi. Türk dilinin yazımında kullanılan en uzun süreli ve en yaygın alfabedir. X. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın ortalarına kadar Türkçe’nin çeşitli yazı dillerinde uygulanmıştır. Günümüzde de bu alfabeyi kullanan Türk boyları bulunmaktadır. Arap alfabesi yirmi sekiz harften oluşur; lâm+elif harf gibi eklenirse harf sayısı yirmi dokuz olur. Harfler sağdan sola bitiştirilerek yazılır; elif, vav, ye hem ünlü hem ünsüz olarak kullanılır, kısa ünlüler gösterilmez; fakat Süryânî yazısından esinlenilerek hareke denen yardımcı işaretler kullanılır.
Bazı harfler kendilerinden sonra gelen harflere bitişmez; bunlar elif, dal, zel, ra, ze, vav harfleridir. İranlılar müslüman olup Farsça’yı bu alfabeyle yazınca p, ç, g, j harflerini alfabeye eklemişlerdir. Türkler İslâmiyet’i kabul ederek dillerini İranlılar’ın kullandığı Arap alfabesiyle yazmaya başladıkları zaman Uygur yazısında n͡g olarak gösterilen nazal ñ sesini karşılamak üzere Arap harfi kef üzerine üç nokta koyarak sağır kef veya kâf-i nûnî denen bir harf üretmiş, böylece Türkler’in kullandığı Arap alfabesinde harf sayısı otuz üç (lamelif ile otuz dört) olmuştur. Bu yeni harf Doğu Türkleri’nde Uygur yazısının etkisiyle yine n͡g olarak yazılmaya devam etmiş, batıda ise üç noktalı kef veya sonraları sadece kef ile yazılmıştır. Doğu ve Batı Türkçesi’nin Arap harfli metinlerinde diğer yazım farkları şunlardır: Doğuda Türkçe kelimelerdeki ünlüler (bazı kelimelerin ilk hecesi dışında) yazılır. Batı Türkçesi’nde önceleri yazılmaz, itinalı metinlerde harekeyle gösterilirdi; sonraki yüzyıllarda ünlülere kelimenin doğru okunmasını sağlayacak kadar yer verilmiştir. Türkçe kelimelerde kelime içinde ve sonundaki e sesi doğu metinlerinde elif ile, batıda gözlü h ile yazılır. Kalın sesli Türkçe kelimelerin başında sad ve tı harfleri Doğu Türkçesi metinlerinde kullanılmaz, Batı Türkçesi’nde kullanılır. Doğu Türkçesi’nde kelime başı k korunduğu için kelime başı g sesinin kâf-i Fârisî denen, üstü çift çizgili kef ile yazılması Batı Türkçesi’nde görülür. Tek nüshası bulunan Dîvânü lugāti’t-Türk ile Kutadgu Bilig’in üç nüshasından ikisi Arap alfabesiyle yazılmıştır.
10. İbrânî Alfabesi. Sâmî kökenli Ârâmî alfabesinden üretilen İbrânî alfabesi milâttan önce IV. yüzyıldan beri dinî ve edebî metinlerde kullanılırken 1948’de İsrail Devleti’nin kurulmasıyla bu devletin resmî alfabesi kabul edilmiştir. İbrânî alfabesi sağdan sola doğru yazılır ve yirmi üç ünsüzden oluşur. Ünlü yerine alef, wâw, he, yôd kullanılır, bütün ünlüleri belirtmek için harflerin altına bazı işaretler konur. Bu alfabeyi Litvanya’da, Polonya’da ve II. Dünya Savaşı sonuna kadar Kırım’da yaşayan Mûsevî Karaylar (Karaim) Türkçe dinî ve edebî metinlerin yazımında kullanmıştır. İbrânî yazısıyla Karay Türkçesi’nde en eski metin XVI. yüzyıldan kalmadır. XX. yüzyıl başlarında Polonya Karayları Latin, Rusya Karayları Kiril alfabesini benimsemiştir.
11. Grek Alfabesi. Grek harfleriyle yazılmış en eski Türkçe kelimeler Bizans kaynaklarında ve bazı kitâbelerde geçer. Bunlardan birkaçı Göktürkler’e, diğerleri Tuna Bulgarları ve Peçenekler’e aittir. Grek harfleriyle Türkçe metinleri daha çok Rumca bilmeyen hıristiyan Karamanlı Türkleri yazmıştır. Bunların kullandığı Grek alfabesi yirmi dört harften oluşur. Grekçe’de c, ç, h, ı, j, ş, ö, ü sesleri bulunmadığından bu sesler en yakın harflerle veya bazı yardımcı işaretlerle karşılanır; dz=c; tz=ç; noktalı sigma=ş; noktalı p=b; beta=v; gamma=ğ, y; noktalı omikron=ö; eta=ı, i; ou=u, ü için kullanılır. Grek yazısıyla Türkçe ilk eserler XVI. yüzyıldan itibaren görülür. Orta Anadolu’da kilise, mezar taşları, çeşme, hamam vb. yapılarda Grek harfli Türkçe ibareler mevcuttur. Matbaada basılan Karamanlıca ilk eser Apanthisma tes Khristia: Gülzâr-ı Îmân-ı Mesîhî adlı kitaptır (1718). Daha sonra Avrupa’nın bazı şehirlerinde, Osmanlı şehirlerinden İstanbul, İzmir ve Zincirdere’de Yunanca’dan çevrilmiş din ve ahlâk konulu 500’den fazla kitap basılmıştır. XIX. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul ve İzmir’de Karamanlıca gazete ve dergiler yayımlanmıştır. Ayrıca Köroğlu, Şah İsmâil, Âşık Garip, Nasreddin Hoca Osmanlıca metinlerden Karamanlıca’ya uyarlanarak Yunan harfleriyle İstanbul ve Odessa’da basılmıştır. Lozan Antlaşması’nın nüfus mübadelesine dair maddesi gereğince 1924’te Karamanlılar Yunanistan’a gönderildiğinde Atina’da Moxacir Sedasi adlı Yunanca ve Karamanlıca bir gazete (1924-1926), 1935’te Baf’ta bir dua kitabı yayımlanmıştır.
12. Ermeni Alfabesi. 406 yılında misyoner Mesrop, Grek alfabesini esas alarak Pehlevî alfabesinden birçok harf ilâvesiyle bu alfabeyi hazırlamıştır. Yedisi ünlü, otuz biri ünsüz olmak üzere otuz sekiz harften oluşur, bitiştirilmeden Grek alfabesi gibi soldan sağa yazılır. XI. yüzyılda Doğu Anadolu ve Kafkasya’daki Bagratid Ermeni Devleti yıkılınca Ermeniler’in çoğu Anadolu’ya, Gürcistan’a ve Kırım’a göç etmiş, Kırım’da XIII-XIV. yüzyıllarda Ermeni ticaret merkezleri oluşmuştur. Kıpçaklar’ın Memlükler ve diğer Türk ülkeleriyle yaptıkları ticarette aracılık eden Ermeniler kiliselerinde, ticarî faaliyetlerinde Kıpçak Türkçesi’ni Ermeni harfleriyle yazmıştır. Böylece Kırım, Ukrayna ve Polonya’da Ermeni Kıpçakçası denen bir lehçe ortaya çıkmıştır. Bunlardan, Kiev Arşivi’ndeki 1559-1664 yıllarına ait Kamenets-Podolsk cemaati belgeleri 1944’te Alman askerleri Kiev’den ayrılırken yanmış, sadece 1930 yılında T. I. Hrunin’in çeviri yazıya aktardığı metinler kalmıştır. Ermeni Kıpçakçası’yla yazılmış başka belgeler Viyana, Paris, Venedik, Breslau, Lvov ve Cracow’daki kütüphanelerde bulunmaktadır. Ermeni harfli Türkçe eserlerin Ermeni Oğuzcası denen kolunu, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’nde Ermeni yazısıyla Türkçe yazan Ermeniler’le Kafkasya ve İran’da Ermeni harfleriyle Âzerî Türkçesi yazan Ermeniler’in dili oluşturur. Bunun örnekleri Ermeni âşıklarının eserleri, diğer yazılı edebiyat türleri, çeviriler, gazeteler, dergiler ve mezar kitâbeleridir. Tanzimat’tan itibaren İstanbul’da Ermeni alfabesiyle Türkçe birçok gazete ve dergi yayımlanmıştır.
13. Latin Alfabesi. Türkçe’nin yazımında Latin alfabesini ilk kullananlar Avrupalı misyonerler, seyyahlar, diplomatlar ve bilim adamları olmuştur. İlk örnek, aşağı İdil bölgesindeki Kuman Türkleri arasında Hıristiyanlığı yaymaya çalışan Fransisken mezhebinden İtalyan ve Alman misyonerlerin 1303-1362 yılları arasında istinsah ettikleri Kumanca Codex Cumanicus adlı kitaptır.
Daha sonra F. Argenti (1553), P. Ferraguto (1611), H. Megiser (1612), J. N. de Harsány (1672) Türkçe konuşma kılavuzu ve gramer türünden çeşitli eserler kaleme almışlardır. F. M. Meninski, Viyana’da yayımladığı üç ciltlik Türkçe-Latince sözlükte (1680) Türkçe’nin yazımında daha sistemli bir yöntem uygulamış, ünlüleri a, e, y (=ı), o, ö, u, ü ile, ç ve ş harflerini üstü aksanlı c ve s ile, c harfini üstü çizgili g ile göstermiştir. Avrupa’da Türkoloji çalışmalarıyla birlikte Latin harfli Türkçe öğretici metinler içeren yayımlar artarak devam etmiştir. Osmanlılar’da ve diğer Türk ülkelerinde Arap alfabesinin Türkçe sesler için yetersizliği ve matbaada karşılaşılan zorluklar alfabe ıslahını gündeme getirmiş, denemelerden olumlu sonuç çıkmayınca 1926’da Bakü’de toplanan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği I. Türkoloji Kongresi’nde Türk dillerinin Latin alfabesiyle yazılması kararlaştırılmıştır. Sovyetler Birliği’ndeki Türk ülkelerinde 1927’den itibaren aralıklarla başlayan uygulama on-on iki yıl sürmüş, nihayet Kiril alfabesine geçilmiştir. Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle bağımsızlığını kazanan Azerbaycan’da ve Türkmenistan’da Latin alfabesi kabul edilmiştir. Türkiye’de Latin alfabesi 1 Kasım 1928’de resmîleşmiştir. Türk Latin alfabesi yirmi dokuz harften oluşur. Ünlüler: a, e, ı, i, o, ö, u, ü; ünsüzler: b, c, ç, d, f, g, ğ, h, j, k, l, m, n, p, r, s, ş, t, v, y, z’dir. Kuzey Kıbrıs’ta, Balkan ve Avrupa ülkelerinde de Türkçe’nin yazımı bu alfabeyle yapılmaktadır.
14. Kiril Alfabesi. Slav dillerinin yazımında kullanılan Kiril (Slav) alfabesini 860’larda Kirill kardeşler Konstantin ve Methodius, Grek alfabesini örnek alarak yapmışlardır. Önceleri kilise metinlerinin yazımında kullanılan bu alfabe zamanla Slav halklarının ortak yazısı olmuştur.
Çarlık Rusyası’nda Türkler’i hıristiyanlaştırmak amacıyla 1769’da Çuvaşlar, 1819’da Yakutlar için Kiril harfli alfabeler oluşturulmuştur. Bazı değişiklikler geçiren Çuvaş alfabesi 1938’de, Yakutlar’ınki 1939’da yeniden düzenlenmiştir. 1938-1940 yıllarında Sovyetler Birliği’ndeki Türk lehçelerinin her birine yazı dili statüsü verilerek Kiril alfabesine dayalı alfabeler yapılmıştır. Türk dilinin sesleri için Latin alfabesi kadar yeterli olmadığı halde Çarlık Rusyası’nda ve Sovyetler Birliği’nde yayımlanan Türk dilli metinlerde birkaç istisna dışında hep Kiril alfabesi kullanılmıştır. Rusya Federasyonu’nda Türk dilini kullanan cumhuriyetlerin pek çoğunda bu alfabe görülmektedir. Bu durumda Kiril alfabesi Türkçe’nin yazılmasında Arap alfabesinden sonra en çok kullanılan alfabedir.
BİBLİYOGRAFYA
Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I, 8-9.
D. Chwolson, Syrisch-nestorianische Grabinschriften aus Semirjetschie (B. W. Radloff, Über das türkische Sprachmaterial dieser Grabinschriften içinde), St. Petersburg 1890, s. 1-168.
V. Thomsen, “Déchiffrement des inscriptions de l’Orkhon et de l’Iénissei, notice préliminiaire”, Bulletin der Dänischen Akademie, Copenhague 1893, s. 285-299.
E. Chavannes, Documents sur les Tou-Kiue (Turcs) occidentaux, St. Pétersbourg 1903.
J. Németh, Die Inschriften des Schatzes von Nagy-Szent-Miklós, Budapest 1932, tür.yer.
R. Rahmeti Arat, “Uygur Alfabesi” (Osman Nuri Ergin, Muallim M. Cevdet’in Hayatı, Eserleri ve Kütüphanesi içinde), İstanbul 1937, s. 665-690.
Ahmet Cevat Emre, Eski Türk Yazısının Menşei, Ankara 1938, s. 1-54.
Gyula Moravcsik, Byzantinoturcica, Budapest 1943, II, tür.yer.
O. Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren, Wiesbaden 1955, 1-102.
Liu Mau-Tsai, Die chinesischen Nachrichten zur Geschichte der Ost-Türken (T’u-küe), Wiesbaden 1958, I-II.
Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, İstanbul 1958, II, 114-123.
a.mlf., “Yenisey-Orhon Harflerinin Menşei”, Ülkü, VII/42, Ankara 1936, s. 443-445.
Ph.TF, I-II, tür.yer.
J. Benzing, “Das Hunnische, Donaubolgarische und Wolgabolgarische”, a.e., I, 685-695.
J. Eckmann, “Die Karamanische Literatur”, a.e., II, 819-835.
a.mlf., “Anadolu Karamanlı Ağızlarına Ait Araştırmalar, I. Phonetica”, DTCFD, VIII/1-2 (1950), s. 165-200.
A. Dilaçar, Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964, s. 170-188.
Heinz F. Wentd, Sprachen, Frankfurt 1968, tür.yer.
Alphabete und Schriftzeichen des Morgen- und des Abendlandes (ed. O. Harrassowitz), Berlin 1969, tür.yer.
Anastas Yordanoğlu, Karamanlıca: Rum Harfli Türkçe Metinlere Toplu Bir Bakış (mezuniyet tezi, 1973), İÜ Ed.Fak.
A. von Gabain, Alttürkische Grammatik, Wiesbaden 1974, s. 9-41.
a.mlf., “Alttürkisches Schrifttum”, SBAW, sy. 3 (1948), s. 1213-1222.
Şinasi Tekin, Eski Türklerde Yazı, Kağıt, Kitap ve Kağıt Damgaları, İstanbul 1993.
Ahmet Bican Ercilasun, Örneklerle Bugünkü Türk Alfabeleri, Ankara 1996.
Talat Tekin, Tarih Boyunca Türkçenin Yazımı, Ankara 1997.
A. von Le Coq, “Kurze Einführung in die uigurische Schriftkunde”, MSOS, XXII (1919), s. 93-109.
Semavi Eyice, “Anadolu’da Karamanlıca Kitabeler I”, TTK Belleten, XXXIX/153 (1975), s. 25-48.
a.mlf., “Anadolu’da Karamanlıca Kitabeler II”, a.e., XCIV/176 (1980), s. 683-696.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 493-497 numaralı sayfalarda yer almıştır.
Müellif: Nuriye Yüce
3. Dil ve Edebiyat. Dil. Başlangıçtan Cumhuriyet’e Kadar. Türk dili Ural-Altay dil ailesinin Moğolca ve Tunguzca ile birlikte Altay kolunu meydana getirir. Ancak Türkçe’nin bu dillerle ilişkisi akrabalıktan değil benzer özelliklerden dolayıdır. Son araştırmalar tartışmalarda kullanılan dil malzemesinin karşılıklı alıntılardan ibaret olduğunu, Altay dilleri arasında bilimsel anlamda ispatlanmış bir akrabalığın bulunmadığını göstermektedir. Yazılı metinleri VIII. yüzyılın başlarından bugüne kadar kesintisiz takip edilebilen Türk dili günümüzde bazı istisnalar dışında Kuzeydoğu Asya’dan Doğu Avrupa’ya, Kuzey Buz denizinden Basra körfezine kadar çok geniş bir coğrafyada, 2009 yılı verilerine göre yaklaşık 240 milyon insan tarafından konuşulmaktadır. Yazılı eserlerde farklı kültürlerin ve dinlerin etkisiyle değişik alfabeler kullanılmıştır. Türk dili bu kadar geniş bir coğrafyaya yayılmış olmasına, lehçe ve şiveleri arasında farklılıklar bulunmasına rağmen dil bilimi yönünden incelendiğinde ana özellikleri itibariyle yapı birliğine sahiptir. Çeşitli olaylar sonucunda meydana gelen göçler ve bazı bölgelere türlü boyların yerleşmesinden doğan etnik ve kültürel karışmalar dile de yansımıştır. Günümüzden gerilere doğru gidildikçe lehçelerdeki farklılıklar azalır, yakınlıklar daha da belirginleşir.
A) Türk Dilinin Yapı Özellikleri. Türk dili kelime yapısı bakımından eklemeli bir dildir. İsim ve fiil kökleri değişmez; yeni kelimeler türetilirken isim veya fiil çekimi yapılırken ekler kelimenin köküne sondan eklenir. Kelime kökleri aslında tek hecelidir; bazan ikinci bir açık hecesi de olabilir. Köklere türlü ekler getirilerek kelime gövdeleri yapılır. İsim kökü veya gövdesi ismin yalın hali olan çekimsiz (nominativ) şeklidir. Fiil kökü ya da gövdesi aynı zamanda fiilin ikinci tekil kişi emir şekliyle aynıdır. Kelime kökü yahut gövdesi genelde daima esas şeklini korur. Köke veya gövdeye eklenen ekler, kök ya da gövde ünlüsünün gerektirdiği ses uyumuna göre ince veya kalın sıradan olur. Yabancı asıllı (alıntı) kelimeler Türkçe’nin ses kurallarına göre biçimlenir. Bu kurallar bütün Türk lehçeleri için geçerlidir.
Kelime Türleri. İsim, sıfat, zamir, fiil, zarf, bağlaç ve ünlemden ibarettir. İsimlerde cinsiyet (erkek, dişi, eşya) veya tesniye (ikililik) yoktur. Bağlaçlar ait oldukları kelimeden sonra gelerek kelimeler ya da kelime grupları arasındaki irtibatı sağlar. Sıfatlar isimden önce gelir. Sayı sözlerinden sonra çokluk eki kullanılmaz. Karşılaştırma çıkma (ablatif) durumuyla yapılır. Yardımcı fiil olarak “imek” (< ermek) kullanılır. Olumsuz hareket için özel bir fiil eki (-ma-/-me-) bulunur. Ayrı bir soru eki (mı/mi) vardır. Bağlaç yerine fiil şekilleri kullanılır.
Ses Özellikleri. a) Ünlüler. Türk dili ünlü bakımından zengin bir dildir. Bütün lehçe ve şivelerde bulunan esas ünlüler şunlardır: a, e, ı, i, o, ö, u, ü, ayrıca bazı kelimelerin ilk hecesinde kapalı e (é). Bu temel ünlülerden başka bir kısım lehçelerde uzun veya daha farklı söylenen ünlülere de rastlanır. Türkçe’de bazı kelimelerin kök hecelerinde eski dönemlerde görülen aslî uzunluklar varlıklarını Türkmence, Halaçça, Horasan Türkçesi ve Yakutça’da günümüzde de sürdürmektedir. Hecelerin büzülmesi ve seslerin düşmesiyle sonradan oluşan uzunluklar ise bütün Türk lehçelerinin konuşma dilinde ve ağızlarında yaygındır. b) Ünsüzler. Türkçe’deki ünsüzler şunlardır: b, c, ç, d, f, g, ğ, h, x, j, k, q, l, m, n, ñ, p, r, s, ş, t, v, y, z. Eski Türkçe’de f, h, j sesleri yoktur. Bunlar Türkçe’ye yabancı kelimelerle girmiştir. Bunların yanında Türkçe kelimelerin başında c, g, ğ, l, m, n, ñ, r, v, z sesleri bulunmaz. İstisnalar bazı lehçelerdeki t- > d-, k- > g-, y- > c- gibi değişmeler veya ses taklidi (mırla-) ya da benzeşmeler (bin- > min-) sebebiyle sonradan ortaya çıkmıştır. Türkçe kelime ve hece sonları çoğu zaman ötümsüz ünsüzü (konsonant) tercih eder; eğer sonda iki ünsüz birlikteyse sondan bir önceki genellikle l, n, r ya da s, ş olur. Kelime kökünde aslî olarak ikiz ünsüz yoktur; kelime başında da çift ünsüz bulunmaz. Kelime sonundaki ç, k, q, p, t iki ünlü arasında ötümlüleşir ve yumuşar. Ancak bazı tek heceli kelimelerde bunun istisnaları görülür. Kelime ve hece sonunda çift ünsüzlerden en sık görülenler şunlardır: lç, lk, lq, lp, lt; nç, nk, nq, nt; rç, rk, rq, rp, rs, rt; st, şt (ölç-, sevinç, ilk, alp, ant, kürk, sarp, üst …). Türkçe kelimelerde ünlü uyumu gibi ünsüz uyumu da yaygındır. Eğer iki ünsüz kelimede birbiri ardınca bulunuyorsa sonraki ünsüz ses bakımından öncekine dönüşür veya onunla benzeşir; buna benzeşme (asimilasyon) adı verilir. Bu ses olayı özellikle Kuzeydoğu ve Kuzeybatı grubu Türk lehçelerinde daha fazla görülür (bunnar < bunlar gibi).
Vurgu. Türkçe’de her zaman aynı hece üzerinde bulunmayan vurgu genellikle ilk ve son hece üzerinde olup orta hece vurgusuzdur. Türkçe ve yabancı yer adlarının ilk heceleri vurguludur. İstisna olarak sonu Farsça “-stan” ekiyle biten yer adlarında vurgu son hece üzerindedir. Kişi adlarında vurgu ilk veya son hecede olup bunlar hitap durumunda vurguyu tamamen son hece üzerinde toplar. Türkçe’de olumsuzluk (-ma-/-me-), eşitlik (+ça/+çe), araç (+la/+le, +n) ve zarf fiil (+ken) ekleri vurguyu kendilerinden önceki hece üzerine iter. Bazı sıfatlarda mânayı kuvvetlendirmek için kelime başına getirilen tekrar unsurları daima vurguludur: Kapkara, kıskıvrak, büsbütün, bomboş vb.
B) Türk Dilinin Tarihî Devreleri. Türk dili Eski Türkçe, Orta Türkçe ve Yeni Türkçe olarak üç devreye ayrılır. 1. Eski Türkçe (VI-X. yüzyıllar). Türkler’in müslüman olmasından önce Asya bozkırlarında ve Doğu Türkistan’da Tarım bölgesi ve çevresinde çeşitli alfabelerle üretilen anıt ve eserlerin dilini kapsar; Göktürk ve Uygur dönemleri olmak üzere ikiye ayrılır. Bunların yazılı eserleri Moğolistan’da Göktürk hânedanına ait Göktürk harfleriyle yazılmış anıtmezar taşları ile (VIII. yüzyıl) göçebe Uygurlar’ın (745-840) ve Tarım havzasında Koço Uygur Devleti’ni (850-1250) kuran yerleşik Maniheist ve Budist Uygurlar’ın Mani, Soğd, Uygur, Brahmi, Tibet, Süryânî alfabesiyle yazdıkları, çoğu çeviri ve dinî içerikli eserlerdir. a) Göktürkçe. Türkçe’nin grameri hakkında yeterli bilgi edinilecek en eski derli toplu yazılı metinler ikinci Göktürk Kağanlığı devrinde anıt olarak dikilmiş mezar taşlarında bulunmaktadır. Orhon yazıtlarının bulunuşu Türk dili ve tarihine büyük bir ufuk açmıştır. Bu yazıtların birincisi, yaklaşık kırk altı yıl vezirlik yapmış büyük devlet adamı Tonyukuk (Tunyukuk) adına 716-734 yılları arasında, ikincisi 731’de ölen Kültigin için ağabeyi Bilge Kağan tarafından 732’de, üçüncüsü 734’te ölen Bilge Kağan anısına oğlu tarafından 735 yılında dikilmiştir. Bu mezar taşları Moğolistan’da Orhon ırmağı vadisinde bulunduğu için Orhon yazıtları diye adlandırılır (bu maddede ele alınan belli başlı konular ve eserler ansiklopedide ayrıca madde başı olduğundan kısaca anlatılmıştır). Bunlardan başka Göktürk harfleriyle yazılmış anıt veya sade mezar taşları ile el yazmaları da vardır. Bu eserler Moğolistan’da bulunan Uygur dönemi kitâbeleri, Yenisey kitâbeleri ve Hoytu-Tamir yazıtlarıyla Kırgızistan’daki Talas kitâbeleri ve Doğu Türkistan yazmalarıdır. b) Uygurca. Uygurlar 745’te Göktürkler’in hâkimiyetine son verip Ötüken’de Uygur Devleti’ni kurmuşlar, fakat bu devleti Kırgızlar yıkınca Tarım havzasına gidip orada Koço Uygur Devleti’ni oluşturmuşlardır. Koço’daki Uygurlar arasında Maniheizm ve Budizm inancı yayılmış, bu iki dine ait kitaplar Soğd, Çin, Sanskrit, Tohar ve Tibet dillerinden Uygurca’ya çevrilmiştir. Çoğu dinî terim olmak üzere bu dillerden pek çok kelime Uygurca’ya girmiştir. Yenisey ve Orhon metinlerini kapsayan Göktürkçe gibi Uygurca da Eski Türkçe’nin bir devamı olmakla birlikte her iki lehçeyi konuşanların hayat tarzları, inançları ve kültür çevrelerinin değişik olması bu iki lehçede bazı farklılıkların ortaya çıkmasına yol açmıştır. Ötüken bölgesinde Orhon alfabesiyle yazılmış anıtlarla Tarım bölgesinde Uygur alfabesiyle yazılmış metinler Uygurca’nın ilk örnekleridir. Eski Türkçe devrinde Türkler, Göktürk (Yenisey ve Orhon), Mani, Soğd, Uygur, Brahmi, Tibet ve Süryânî alfabelerini kullanmıştır. Bunlardan en yaygın ve uzun ömürlü olanı Uygur alfabesidir. Uygur alfabesiyle yazılan eserlerin çoğu Budist muhitinde Çince’den, Sanskritçe’den, Toharca ve Soğdca’dan Uygurca’ya yapılmış çevirilerdir. Bunların en hacimli ve tanınmış olanları Toharca’dan çevrilen Maytrisimit, Çince’den çevrilen Altun Yaruk ile Hüen-tsang Biyografisi’dir.
Eski Türkçe’de bazı diyalektlerin olduğu tahmin edilmekteyse de mevcut metinlerle Göktürkçe’de bu diyalektleri tesbit etmek güçtür. Ancak Uygurca’da iki ağız özelliği belirlenmiştir. Göktürkçe’de tek bir işaretle yazılan “ny” sesi (meselâ kony “koyun”) Uygurca metinlerde bir yanda n ile (kon), öte yanda y ile (koy) yazılmıştır. Bu da N-ağzı ve Y-ağzı diye iki ağzın varlığını göstermektedir. Koço ve yöresindeki Mani dini mensupları arasında N-ağzı özellikleri, Buda dinine mensup Türkler arasında ise Y-ağzı özellikleri görülür. Zamanla Y-ağzı yaygınlaşmıştır. Göktürkçe ile Uygurca’nın söz varlığı ve cümle türleri de farklıdır. Göktürkçe’de savaşçı ve göçebe hayatına ait somut kelimelerle kısa ve sade cümleler kullanılırken Uygurca’da yerleşik hayata ait şehircilik, tarım kelimeleriyle soyut kavramlarla ilgili kelimeler, tasvir fiilleriyle süslenen uzun cümleler görülür. Göktürkçe’de isim üslûbunun, Uygurca’da sıfat üslûbunun ağır bastığı söylenebilir. Göktürkçe ile Uygurca arasında bazı ünsüz değişmeleri de olmuştur (buñ > mung “sıkıntı”, biñ > ming “bin”, sebin- > sevin- “sevinmek”, sub > suv “su” vb.). İsimlerin çoğul şekli için Göktürkçe’de umumileşmiş tek bir ek olmayıp topluluk ifade eden birkaç ek vardır (+lar, +t, +an). Bunlardan “+lar/+ler” eki Uygurca döneminde müstakil çokluk eki olmuştur. Eski Türkçe’de de kelime gruplarına sıkça rastlanır. Göktürkçe metinlerde fiiller basit ana cümlelerle ifade edilmiştir. Uygurca metinlerde birtakım yeni ifade çeşitleri görülür.
Batıdaki Eski Türk Lehçeleri. Avrupa Hun birliğinden bazı Türk devletleri veya gruplarına ait az sayıda yazıtlardaki dil de Eski Türkçe kapsamına girer. a) Tuna Bulgar hanlarının şeceresini gösteren isimler listesi. Bizans Grekçesi’nden Eski Kilise Slavcası’na çevrilen Ellinskiy Letopisets (Elen vak‘anüvisi) adlı el yazmaları kodeksi içindeki isimler listesinin iki yazma nüshası Moskova Tarih Müzesi’nde, bir diğeri Petersburg Halk Kütüphanesi’ndedir. Yazmalar XV ve XVI. yüzyıllarda kopya edilmiştir. Listede her bir hanın adı, kabilesi, tahta çıkış yılının on iki hayvanlı Türk takvimine göre hangi yılın kaçıncı ayı olduğunu belirten sayılar Tuna Bulgarcası ile kaydedilmiştir (Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste, s. 1-102; Tekin, Tuna Bulgarları, s. 12-25). b) Güney Macaristan’da Nagy-Szent-Miklós’ta bulunan yirmi üç altın kaptaki Grek harfleriyle karışık runik yazılar. Bunlardan yirmi bir numaralı altın tastaki Grek harfli Türkçe dokuz kelimelik Buyla Zoapan yazıtı hakkında Thomsen, Németh, Pritsak farklı yorumlar yapmıştır. J. Németh yazıtın ve dilinin Peçenek Türkleri’ne ait olduğu görüşündedir (Die Inschriften, s. 1-85; Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste, s. 1-102; Tekin, Tuna Bulgarları, s. 26-32). c) Preslav ve Çatalar’da (Bulgaristan) Tuna Bulgarları’ndan kalan yazıtlar. Preslav’daki granit bir sütuna kazılmış on satırlık Grek harfli Tuna Bulgarcası yazıt yüksek rütbeli iki kişinin askerleriyle teçhizatının sayımı hakkındadır. Çatalar yakınındaki bir kilisede altı satırlık yazıt ise mermer sütun üzerinde 42 × 40 cm. boyutunda Grek harfli Tuna Bulgarcası’yla yazılmıştır (a.g.e., s. 35-42). VII-IX. yüzyıllarda siyasî varlık gösteren Hazar Türkleri’ne ait bazı isim ve unvanlar Arap, Bizans, Ermeni, Gürcü vb. kaynaklarında geçer. Bunlar Hazar lehçesinin Türk dilinin ş/z özellikli kolundan olduğunu düşündürmektedir. İslâm müelliflerinin Hazar diliyle Bulgar dilinin birbirine çok benzediği yolunda verdiği bilgi bu fikri desteklemektedir. Bu bilgilerden Bulgarca’nın X. yüzyıldan önce r’li değil z’li bir lehçe olduğu anlaşılmaktadır.
2. Orta Türkçe (X-XIX. yüzyıllar). İslâmî dönemde Doğu Türkistan’da Karahanlı Türkçesi’yle (XI-XIII. yüzyıllar) başlar; Mâverâünnehir’de Hârizm Türkçesi (XIII-XV), doğuda Çağatayca (XV-XIX), batıda İdil (Volga) Bulgarcası (XIII-XIV), Kuman-Kıpçak Türkçesi (XIII-XVII), Mısır ve Suriye’de Memlük Kıpçakçası (XIII-XVI), Anadolu’da Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XIV) ve Osmanlıca ile (XV-XX) devam eder. Orta Türkçe döneminde Uygur yazısı bir süre varlığını doğuda sürdürmüş, fakat zamanla Arap yazısı yaygınlaşmıştır. Karahanlı Türkçesi’yle yazılan eserler şunlardır: a) Kur’an Çevirisi. Sâmânî Hükümdarı Mansûr b. Nûh zamanında (961-976) Kur’an’ı Farsça’ya çeviren âlimler arasında İsbîcâblı bir Türk’ün bulunduğu, Kur’an’ın Farsça’ya çevrilmesi esnasında Karahanlı Türkçesi’ne de çevrildiği bilinmektedir. Ancak bu nüsha kayıptır; eldekiler ondan çoğaltıldığı anlaşılan XIV. yüzyıla ait nüshalardır. Türkçe çevirinin dil özelliklerinden çeviriyi yapan Türk müfessirin Siriderya’nın aşağısından Talas vadisinden olduğu sanılmaktadır. b) Kutadgu Bilig. İnsanın dünya ve âhirette saadete ermesi için yapması gerekenleri anlatmak amacıyla kaleme alınmıştır. Yûsuf Has Hâcib’in Balasagun’da Karahanlı Türkçesi’yle ve aruz vezniyle yazarak Kâşgar’da 462’de (1069-70) tamamlayıp Tamgaç Uluğ Buğra Han’a sunduğu siyasetnâme türünde bir eserdir. c) Dîvânü lugāti’t-Türk. Kâşgarlı Mahmud’un Araplar’a Türkçe’yi öğretmek ve Türkçe’nin Arapça kadar zengin bir dil olduğunu göstermek amacıyla Bağdat’ta 466’da (1074) yazıp 470’te (1077) Abbâsî Halifesi Muktedî-Biemrillâh’a sunduğu Türkçe-Arapça ansiklopedik sözlüktür. Eserde 8000 kadar Türkçe kelimeden başka o zamanki Türk dili ve halk edebiyatı ile Türk dünyası hakkında çeşitli bilgiler bulunmaktadır. d) Atebetü’l-hakāyık. Edib Ahmed Yüknekî’nin aruz vezniyle yazdığı, İslâmî öğütlerden meydana gelen eseridir. Nerede ve ne zaman kaleme alındığı belli değilse de dil özelliklerine göre Karahanlı Devleti’nin son zamanlarında yazıldığı tahmin edilmektedir.
Hârizm Türkçesi. Amuderya ırmağının aşağı yatağında kalan (bugün Türkmenistan ve Karakalpakistan) Hârizm bölgesi 712’de Araplar’ın, 1017’de Gazneli Mahmud’un, 1043’te Selçuklular’ın idaresine geçmiştir. Çevredeki bozkırlardan buraya pek çok Türk gelip yerleşmiş, çeşitli Türk boylarının diyalektleri birbiriyle karışarak Hârizm Türkçesi denen bir yazı dili oluşmuştur. Selçuklu valilerinden Atsız b. Muhammed devrinde Hârizm yarı müstakil bir devlet haline gelmiştir. Hârizm Türkçesi özelliklerini içeren eserler şunlardır: a) Mukaddimetü’l-edeb. Zemahşerî’nin Arapça öğrenmek isteyen hükümdar Hârizmşah Atsız için 1127-1144 yılları arasında yazdığı bir sözlüktür. Arapça kelime ve kısa cümlelerden oluşan metnin altına Türkçe veya başka dildeki anlamları yazılmıştır. b) Kısasü’l-enbiyâ. Rabgūzî’nin Mâverâünnehir’deki Ribât Oğuz’da Farsça bir eserden 709-710’da (1309-1311) Türkçe’ye uyarlayarak Çağatay Hanı Tarmaşirin’in emîrlerinden Nâsırüddin Tok Buga’ya sunduğu, çeşitli peygamberlerin hikâyelerinden meydana gelen ve yer yer konuyla ilgili manzum parçalara da yer verilen mensur eser sade bir dille yazılmıştır. c) Muînü’l-mürîd. Hârizm’de 713’te (1313) İslâm adlı bir âlimin (son bölümünü Ürgençli Şeyh Şeref Hoca’nın) yazdığı manzum eser dinî konulardan ve tasavvuf âdâbından bahseder. d) Muhabbetnâme. Hârizmî’nin 754’te (1353) Siğnâk’ta mesnevi tarzında kaleme aldığı eserin biri Uygur, diğeri Arap yazısıyla iki nüshası bilinmektedir. Müstensihlerce dili kısmen Çağatayca’ya uyarlandığından Hârizm Türkçesi’nin özelliklerini yeterince temsil ettiği söylenemez. e) Nehcü’l-ferâdîs. Kerderli Mahmûd b. Ali’nin dünya ve âhiret mutluluğu için gerekli bilgileri vermek amacıyla kaleme aldığı eser halk diliyle ve harekeli nesirle yazılmış metninden dolayı Hârizm Türkçesi’nin en önemli kaynaklarından sayılır. f) Karışık Dilli Kur’an Tercümesi ve Tefsiri. Başı ve sonu eksik olduğundan ne zaman ve nerede yazıldığı bilinmeyen 222 yapraklık bu eseri (Süleymaniye Ktp., Yazma Bağışlar, nr. 3966) bilim âlemine 1990 yılında Nuri Yüce tanıtmış, sonraki yıllarda tamamı üzerinde yüksek lisans tezi yapılmıştır. g) Hüsrev ü Şîrîn. Hârizmli Kutb adlı şair, Nizâmî-i Gencevî’nin Ḫüsrev ü Şîrîn mesnevisini kısaltarak Türkçe’ye çevirmiş ve Altın Orda Hükümdarı Tini Beg Han ile eşi Cemile Han Melek Hatun’a sunmuştur. Mısır’da Berke Fakih tarafından 785’te (1383) istinsah edilen nüshası Paris’tedir. Hüsrev ü Şîrîn hem Hârizm hem Kıpçak Türkçesi özellikleri gösterir (DİA, XIX, 56). h) Mi‘râcnâme. Hz. Muhammed’in mi‘racını anlatan eserin yazarı belli değildir. Biri Uygur yazısıyla Herat’ta 840’ta (1436), diğeri Arap yazısıyla 917’de (1511) Mısır’da istinsah edilen iki nüshası vardır. i) Miftâhu’l-adl. Ahlâkî hikâyeler içeren anonim bir fıkıh kitabı olan eseri J. Eckmann, Hârizm Türkçesi’yle yazılan eserler arasında göstermiştir. Yazı ve imlâda Karahanlı Türkçesi geleneğini devam ettiren Hârizm Türkçesi’nin önemli dil özellikleri şunlardır: İlk hecedeki e’nin (kapalı é) belirtilmesi (bérmek, béş, témek), Arap yazısında üç noktalı ”ڨ“ (w) ile yazılan b-v arası f sesinin yazıda gösterilmesi (tewe “deve”, aw “av”, öwke “öfke”), peltek ḏ (< d) sesinin mevcudiyeti (kaḏğu “kaygı”, iḏiş “kova”), eklerde yuvarlaklaşma, bazı nâdir kelimelerin varlığı.
Çağatayca. Hârizm ve Altın Orda bölgeleri eski kültür merkezi olma durumlarını XV. yüzyıldan itibaren kaybedince Orta Türkçe’nin doğusu ile kuzeybatısı arasında bazı farklılıklar başlamış, doğuda sonradan Çağatayca adıyla anılan Doğu Türkçesi, kuzeybatıda Kıpçak Türkçesi değişik yazı dilleri olarak gelişmiştir. Çağatayca, XIV. yüzyılın sonlarından başlayıp XIX. yüzyıla kadar devam eden ve yerini bugünkü Özbekçe ile Yeni Uygurca’ya bırakan, Orta Asya ve çevresindeki bütün Türkler’in kullandığı zengin ve edebî bir yazı dilidir. Beş asrı geçen uzun süre içinde Çağatayca üç döneme ayrılır. İlk dönemde Sekkâkî, Haydar Tilbe, Yûsuf Emîrî, Lutfî gibi şair ve yazarlar yetişmiştir. Klasik Çağatayca döneminde Nevâî, Hüseyin Baykara, Bâbür gibi şair ve yazarlarla Çağatayca edebî zirvesine ulaşmıştır. Klasik sonrası dönem, Türkistan’daki hanlıklarda yaşayan şairlerin ve yazarların eserlerinde devam eder. Bu dönemin en önemli temsilcisi Şecere-i Terâkime ve Şecere-i Türk’ün müellifi Ebülgazi Bahadır Han’dır. Çağatayca’nın başlıca özellikleri şunlardır: İlk hecedeki kapalı e (é) Çağatayca’da i olur, “kilmek, birmek”; kelime içinde ve sonundaki peltek ḏ (< d) sesi y’ye dönüşür; zamir n’si düşer, “başıda” (başında); p>f değişimi görülür; nesne eki +nı/+ni biçiminde yaygınlaşmıştır. Yapım ve çekim eklerinin başındaki g korunur: -gan/-gen; yaklaşma eki: +ga/+ge, +ka/+ke; zarf-fiil -gınça/-ginçe (-e kadar, -inceye kadar) biçimindedir.
İdil (Volga) Bulgarcası. İdil ırmağı yöresinde devlet kuran ve X. yüzyılda müslüman olan İdil Bulgarları’nın dilinin Tuna Bulgarcası ve bugünkü Çuvaşça gibi l/r Türkçe’si olduğu günümüze ulaşan mezar taşlarındaki Arap harfli yazılardan anlaşılmaktadır. Pek azı XIII. yüzyılın sonlarına, çoğu XIV. yüzyılın ilk yarısına ait mezar taşları Tataristan, Çuvaşistan ve Başkırdistan topraklarındaki eski mezarlıklarda bulunmuştur. Bunlar Moğol istilâsı (1236) sonrasına ait olduğundan daha önceye ait 250 yıllık zamandakilerin Moğollar tarafından yok edildiği tahmin edilmektedir.
Kuman-Kıpçak Türkçesi. Doğu Avrupa’da Karadeniz’in kuzeyindeki Kıpçak bozkırında Altın Orda Devleti topraklarında, ayrıca Mısır ve Suriye’de yazılmış Türkçe eserlerin dilidir. Bu eserler üç gruptan oluşur: Kuman Türkçesi ile ve Gotik harfli iki defterden oluşan Codex Cumanicus (XIV. yüzyıl), Altın Orda, Mısır ve Suriye’de yazılmış Arap harfli eserler (XIV-XVII. yüzyıl), Kırım’da Ermeni cemaatinin arşivlerinde kullandıkları Ermeni harfli Kıpçakça metinler (1559-1664).
Osmanlı Türkçesi. Osmanlı Devleti’nin hükümranlığı boyunca resmî yazışmalarda, edebî ve ilmî eserlerde kullanılan yazı dilidir. Önceleri sade bir Türkçe iken zamanla çoğalan Arapça, Farsça kelime ve terkiplerin Türkçe cümle ve gramer yapısıyla birleşmesi sonucunda ortaya çıkan yapay ve karma bir yazı dili olan Osmanlı Türkçesi üç devreye ayrılır: Eski Osmanlıca / Eski Anadolu Türkçesi (XIII-XV. yüzyıl), klasik Osmanlıca (XVI-XIX. yüzyıl), yeni Osmanlıca (XIX. yüzyılın ortalarından XX. yüzyılın başlarına kadar).
3. Yeni Türkçe (bk. TÜRKİYE [Dil]).
C) Türk Dilinin Tasnifi. XI. yüzyılda Kâşgarlı Mahmud, Türk lehçeleri hakkında bazı bilgiler verir. Türk dilinin tasnifi konusunda XIX. yüzyıldan bugüne kadar I. N. Berezin (1848), F. W. Radloff (1882-83, 1911), Korş (1910), J. Németh (1917), A. N. Samoyloviç (1926), N. A. Baskakov (1952), M. Räsänen (1949, 1953), R. R. Arat (1953), J. Benzing (1953, 1959), K. H. Menges (1959), N. Yüce (1987), T. Tekin (1989) ve daha başkaları tarafından farklı ya da birbirine yakın tasnif denemeleri yapılmıştır. Gerek dil tarihi gerekse fonetik, morfolojik ve etnik özellikler bakımından coğrafî konumlarını da belirterek bugünkü Türk yazı dilinin gruplarını ve alt birimlerini şöylece sınıflandırmak mümkündür: 1. Güneybatı (Oğuz) grubu Türk lehçeleri. Bu grubun tarihî dönemi Selçuklular ve Beylikler devrinde Eski Anadolu Türkçesi ve Osmanlıca’dır. Bugünkü lehçeleri: Türkiye Türkçesi, Âzerî Türkçesi, Türkmence, Gagauzca; Irak Türkmenleri’nin lehçesi; İran’da Horasan Türkçesi, Fars bölgesinde Kaşkay Türkçesi, Kuzey Kıbrıs ve Balkan ülkelerindeki Türkçe ağızlar. 2. Kuzeybatı (Kıpçak) grubu Türk lehçeleri. XIV. yüzyılda Codex Cumanicus’taki Komanca, Mısır ve Suriye’deki Memlükler’in konuştuğu Memlük Kıpçakçası, Karadeniz’in kuzeyindeki Altın Orda Kıpçakçası bu grubun tarihî dönemini oluşturur. Kuzeybatı grubunun bugünkü lehçeleri şunlardır: Tatarca, Kırım Tatarcası, Başkırtça, Karayca, Karaçayca, Balkarca, Kumukça, Nogayca, Kazakça, Karakalpakça ve Kırgızca. 3. Güneydoğu (Uygur) grubu Türk lehçeleri. Bu grubun tarihî yazı dilleri Eski Uygurca, Karahanlı ve Çağatay Türkçesidir. Bugünkü lehçeleri Özbekçe, Yeni Uygurca, Sarı Uygurca ve Salarca’dır. 4. Kuzeydoğu (Sibirya) grubu Türk lehçeleri. Doğu Sibirya’nın güney kısmında yer alan Türk lehçeleri Altayca, Hakasça, Tuvaca ve Şorca’dır. 5. Yakutça. Asya’nın kuzeydoğusunda Rusya Federasyonu’na bağlı Yakut (Saha) Özerk Cumhuriyeti’nde 510.000 kişi tarafından konuşulur. Türk dilinin aslî uzun ünlülerini koruyan lehçelerinden biridir ve z/ş özelliğine sahiptir. Yakutlar başka kavimlerle karıştıkları için dilleri değişikliğe uğramıştır. Söz varlığında % 32,5 Türkçe, % 26 Moğolca, % 5 Tunguzca ve Samoyedce, % 36,5 bilinmeyen ölü bir dilden alınma kelimeler vardır. 6. Bulgar grubu (Çuvaşça). Çuvaş Özerk Cumhuriyeti’nde ve komşu ülkelerdeki bazı şehirlerde yaklaşık 2 milyon kişi tarafından konuşulur. Çuvaşça X. yüzyılda müslüman olan İdil Bulgarları’nın r/l özelliğindeki dilinin devamıdır. 7. Halaçça. Türkçe’nin en eski bazı özelliklerini koruması bakımından önemlidir. Orta İran’da elli kadar köyde yaklaşık 50.000 kişi tarafından konuşulmaktadır.
BİBLİYOGRAFYA
Dîvânü lugāti’t-Türk (Dankoff), I-II.
Dîvânü lugāti’t-Türk Tercümesi, I-III.
Radloff, Versuch, I-IV.
Doerfer, TMEN, I-IV.
a.mlf., “Das Chorasantürkische”, TDAY Belleten 1977 (1978), s. 127-205.
a.mlf. v.dğr., Khalaj Materials, Bloomington 1971.
Clauson, Dictionary.
Zemahşerî, Mukaddimetü’l-edeb (haz. Nuri Yüce), Ankara 1988.
Ebû Hayyân el-Endelüsî, Kitâbü’l-İdrâk (nşr. ve trc. Ahmet Caferoğlu), İstanbul 1931.
V. Thomsen, “Déchiffrement des inscriptions de l’Orkhon et de l’Iénissei, notice préliminiaire”, Bulletin der Dänischen Akademie, Copenhague 1893, s. 285-299.
J. Deny, Grammaire de la langue turque (dialecte Osmanli), Paris 1921; (Türkçesi: Ali Ulvi Elöve, Türk Dili Grameri: Osmanlı Lehçesi, İstanbul 1941).
J. Németh, Die Inschriften des Schatzes von Nagy-Szent-Miklós, Budapest 1932, s. 1-85.
K. Grönbech, Der türkische Sprachbau I, Kopenhagen 1936, s. 1-182.
a.mlf., Codex Cumanicus, Kopenhagen 1936.
Besim Atalay, Dîvânü lûgāt-it-Türk Dizini “Endeks”, Ankara 1943.
J. Benzing, Einführung in das Studium der altaischen Philologie und der Turkologie, Wiesbaden 1953, s. 61-131.
O. Pritsak, Die bulgarische Fürstenliste und die Sprache der Protobulgaren, Wiesbaden 1955, 1-102.
a.mlf., “Das Kiptschakische”, Ph.TF, I, 74-87.
Ahmet Caferoğlu, Türk Dili Tarihi, İstanbul 1958-64, I-II.
Ph.TF, I-II, tür.yer.
J. Eckmann, “Das Tschaghataische”, a.e., I, 138-160.
A. von Gabain, “Die Sprache des Codex Cumanicus”, a.e., I, 46-73.
a.mlf., Alttürkische Grammatik, Wiesbaden 1974, s. 9-41.
Muharrem Ergin, Türk Dil Bilgisi, İstanbul 1962.
J. R. Krueger, Yakut Manual, The Hague 1962.
Saadet Çagatay, Türk Lehçeleri Örnekleri, Ankara 1963-64, I-II.
A. Dilaçar, Türk Diline Genel Bir Bakış, Ankara 1964.
Yazıki Naradov SSSR-II: Tyurskie yazıki, Moskva 1966.
Talât Tekin, Ana Türkçede Aslî Uzun Ünlüler, Ankara 1975.
a.mlf., Tuna Bulgarları ve Dilleri, Ankara 1987, s. 12-42.
a.mlf., “A New Classification of the Chuvash-Turkic Languages/Türk Dil ve Diyalektlerinin Yeni Bir Tasnifi”, Erdem, V/13, Ankara 1989, s. 129-139, 141-168.
Şinasi Tekin, “Eski Türkçe”, TDEK, s. 142-192.
F. S. Hakimziyanov, Yazık Epitafiy Voljskih Bulgar, Moskva 1978, s. 1-207.
Mehmet Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi (haz. Orhan F. Köprülü – Nermin Tekin), İstanbul 1981, s. 198-206.
a.mlf., “Çağatay Edebiyatı”, İA, III, 270-323.
J. Faensen, Sprachen in der UdSSR, Osnabrück 1983.
Ali Fehmi Karamanlıoğlu, Kıpçak Türkçesi Grameri, Ankara 1994.
Nuri Yüce, “Hârizm Türkçesi”, Türkler (nşr. Hasan Celal Güzel v.dğr.), Ankara 2002, V, 793-803.
a.mlf., “Çuvaşlar”, TDAY Belleten 1994 (1996), s. 205-229.
a.mlf., “Türk Dilinin Ural-Altay Dilleri Arasındaki Yeri”, İA, XII/2, s. 445-456.
a.mlf., “Türk Dili ve Lehçeleri”, a.e., XII/2, s. 468-530.
a.mlf., “Oğuzca”, DİA, XXXIII, 323-325.
M. Erdal, A Grammar of Old Turkic, Leiden 2004.
Timur Kocaoğlu, Karay: The Trakai Dialect, München 2006, s. 1-37.
Türk Lehçeleri Grameri (ed. Ahmet B. Ercilasun), Ankara 2007.
Ahmed Zeki Velidi [Togan], “Hârizm’de Yazılmış Eski Türkçe Eserler”, TM, II (1928), s. 315-345.
Abdülkadir İnan, “XIII-XIV. Yüzyıllarda Mısır’da Oğuz-Türkmen ve Kıpçak Lehçeleri ve ‘Hâlis Türkçe’”, TDAY Belleten (1953), s. 53-71.
Reşit Rahmeti Arat, “Türk Şivelerinin Tasnifi”, TM, X (1953), s. 59-139.
Necmettin Hacıeminoğlu, “Hüsrev ü Şîrîn”, DİA, XIX, 56.
Maddenin bu bölümü TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2012 yılında İstanbul’da basılan 41. cildinde, 497-500 numaralı sayfalarda yer almıştır.